Home Blog Page 102

TÜRK AVRASYACILIĞI

0

Özet

Sosyalist devrim sonrası Rus entelektüeller çevresinde oluşmaya başlayan Avrasyacılık politik, toplumsal ve stratejik bir hareket olarak gelişim göstermek suretiyle SSCB döneminde Neo-Avrasyacılık olarak revize edilerek Rus akademisyen ve stratejistler tarafından bu görüşün temel ilke ve prensipleri teorik düzlemde belirlenmiş ve Rusya Federasyonu için alternatif bir politika halini almıştır. Konsept olarak Neo-Avrasyacılık çerçevesinde çizilen vizyonun barındırdığı muhteviyat ve Makyavelist felsefenin varlığının söz konusu olması, Türkiye’nin Avrasya coğrafyasını kapsayan bölgesel politikaları noktasında teorik ve pratik düzlemde engel teşkil etmektedir. Bu makale, Türk jeopolitiğinin sahip olduğu potansiyeller çerçevesinde Avrasya’yı münferit bir coğrafi bölge olarak tanımlamak suretiyle Türk dış politikası vizyonunun gerekleri çerçevesinde Türk Avrasyacılığı doktrininin gerekliliğine değinerek spesifik karakteristiğinin çizilmesi noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Avrasya, Türkiye, Rusya, Neo-Avrasyacılık, Türk Avrasyacılığı

TÜRK AVRASYACILIĞI

Avrasya terimi toponimi açısından ilk defa 1850’lerde Orta Asya ve Altay bölgesinde kâşif olan Semenov Tyan Shanskii ve onun hocası olan Alexander von Humboldt tarafından kullanılmıştır. Daha sonra 1883’te Avusturyalı jeolog Eduard Suess, Das Antlitz der Erde adlı kitabında Avrasya bölgesinin tanımını yapmış ve bu tanım coğrafi ve jeolojik literatürde kabul görmüştür. (Babaev, 2000). Jeopolitik kıta olarak Avrasya’nın coğrafi sınırları üzerine çalışmalar yürüten meşhur Rus tarihçi, etnografyacı ve coğrafyacı olan Lev Gumilev, Avrasya’nın üç mıntıkadan müteşekkil olduğunu öne sürmüştür; Yüksek Asya (Moğolistan, Çungvarya, Tuva ve Trans-Baykal bölgesi), Güney Bölgesi (Orta Asya) ve Batı Bölgesi (Doğu Avrupa).[1] (Гумилев, 1993) Rusya’da Avrasyacı görüş, Rusya’yı ve Rusya’nın jeopolitik konumunu özel kabul ederek bu konuya yüksek ehemmiyet atfetmiştir. (Александр Дугин, Евразийский триумф, – А. Дугин, изд. Основы Евразийства, Москва Арктогея-Центр, 2000. Bu görüşe örnek olarak gösterilebilir). Avrasya teriminin jeopolitik ve coğrafik açılımları arasındaki çok ciddi olmayan ayrımı ortadan kaldırmak noktasında, Rusya-Avrasya (Россия-Евразия), Avrasya-Rusya (Евразия-Россия) ve Avrasyalı-Rus (Евразийская Русь) gibi terimler türetilmiştir. (Панарин, 2006: ss.539-543). Geleneksel olarak Merkez Avrasya’nın sınırları Boğaziçi’nden Doğu Türkistan, Sincan-Uygur bölgesi temelinde, kuzeyde Kazakistan steplerinden, güneyde Hint Okyanusu’na kadar olan bölge olarak kabul edilmiştir. Günümüz itibariyle coğrafi ve jeopolitik tabanlı muhtemel terim uyuşmazlığı belli ölçüde önemini yitirmiştir.

Tarih ve coğrafya literatüründe hızla kabul gören Avrasya’nın popülaritesi artmış ve birleştirici Avrasya idealarının Avrupalı ve Rus yazar-düşünürler tarafından ortaya atılmasıyla bu tip görüşlerde yükseliş meydana gelmiştir. Politik çerçevede Avrasyacılığın Rusya’da kabul görmeye başlamasıyla, Avrasyacı-Rus tezleri dünya politikası ve uluslararası ilişkilerde kendine yer edinmeye başlamıştır. Bugün itibariyle Rusya’da geniş manada kabul gören Neo-Avrasyacılık yaklaşımı, küreselleşmenin getirdiği olumsuz sonuçlar karşısında atılan bir adım olarak yansıtılmakta ve kültürel çeşitliliğin korunmasına özen gösterilerek teşekkül ettirilecek kıtalararası birleşim olarak tanımlanmaktadır. (Babaev, 2000) Ancak son yıllarda Alexandr Dugin ile birlikte popülerleştirilen bu görüşün Rusya’nın emperyalist ihtiraslarını barındırdığı ve Türkiye başta olmak üzere birçok bölge ülkesinin gelecek dış politika hedefleri noktasında tehdit mesabesinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Neo-Avrasyacı yaklaşımın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’da vuku bulan travmayı telafi etmek ve Rus yayılmacılığını artırmak gibi hedefleri barındırdığı belirtilmiştir. (Bilgiç, 2016)

SSCB’nin çöküşünden sonra, Rusya’da birtakım düşünce akımları belirmiş ve ideolojik çerçevede Rusya’ya yeni yön ve stratejiler çizilmeye başlanmıştır. Öne çıkan Yeni Avrasyacılık ve Yeni Batıcılık akımları, Rusya’nın kaderini batı veya doğuda arama anlayışına dayandırılmıştır. Rusya’da ılımlı liberallerin anlayışına da yakınlık arz eden Yeni Batıcılık, Pazar ekonomisine dayalı demokratik sistem, batı dünyası ile politik yakınlık ve ekonomik entegrasyon gibi prensipler benimsemiştir. (Dağı, 2002: ss.147-148). Nitekim bu anlayış Boris Yeltsin hükümetince kabul görmüştür. Neo-Avrasyacılık ise Sovyet öncesi dönemin Klasik Avrasyacılık fikrinin geliştirilmesiyle batıcı akıma bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. ‘‘Devlet başkanı eski yardımcılarından Rutskoi, parlamento eski sözcüsü Khasbulatov, General Lebed, Komünist Partisi lideri Zuganov, Jirinovski ve eski başbakanlardan Primakov gibi isimler bu hareketin öncülüğünü yapmışlardır. Akademik çalışmalarda ise Dugin, Panarin, Bagramov ve Vakhitov gibi isimler ön plana çıkmıştır’’. (Bilgiç, 2016). Ancak Yeni Avrasyacılık,Gumilev’in Klasik Avrasyacılık anlayışından birçok noktada ayrılmaktadır. Bu yeni anlayış milliyetçi-muhafazakâr fraksiyonlar çizgisinde gelişim gösterirken, Alexandr Dugin ‘Avrasya Bilinçaltı’, ‘Rusya Kıtası’ ve ‘Proleter Asrın Sonu’ başlıklı ve bunlara benzer minvalde yazılar yayınlayarak Neo-Avrasyacı görüşü savunmuştur. İlerleyen yıllarda (1991-93) Neo-Avrasyacılık fikri ve A. Dugin üzerinde büyük bir tesir oluşturan ‘Yeni Sağcılar’ın ünlü isimleri J. Triar, Klaudio Mutti, Terrachano, A. Benois, R Stoykers, M. Batara sık sık Moskova’da bulunmuşlardır. Yeni Avrasyacılığın şekillenme sürecinin bu yeni sağcılar tarafından işlendiği noktasında iddialar mevcuttur. (Karabağ, 2009). Neo-Avrasyacılığın kampanya yüzü olmuş olan Aleksandr Dugin, adeta bir guru gibi Rasputinvari bir hava ile lanse edilerek fenomen halini almıştır. Neo-Avrasyacılığın lideri olarak tanıtılmak suretiyle, medya mecralarında Avrasya üzerinde durmuş, dergi, kitap ve makalelerinde Neo-Avrasyacı görüşü savunmuştur.

Türkiye’yi en büyük rakibi olarak telakki eden Moskova merkezli bu Neo-Avrasyacı mülahaza, Türk dış politikasının vizyonu çerçevesinde gelecek hedefleri ile tam bir çelişki içinde olmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ni doğrudan hedef almaktadır. Nitekim Alexandr Dugin bu bahsi şöyle vurgulamıştır: ‘‘… Türkiye, Rusya’nın jeopolitik hasmıdır… Bu stratejiye göre hasım olanlara zarar verilmeli, müttefik olanlarla ise jeopolitik amaçlardaki müştereklik ortaya çıkarılmalıdır...’’ (Dugin, 2015: s.188).Türkiye ile çevre ülkeler arasında çıkabilecek muhtemel anlaşmazlıklardan beslenmeyi ve bu anlaşmazlıkları destekleyerek Rusya’nın bölgesel nüfuzunu artırmayı hedefleyen bu görüş, NATO üyeliği temelinde Türkiye’yi ‘Atlantist’ bir ülke olarak tanımlayarak ötekileştirmekte ve Avrasya coğrafyasından uzaklaştırma girişiminde bulunmaktadır. Ülkemizde bu görüş yıllarca konuşulmuş, tartışılmış ve Türkiye’ye muhtemel etkileri üzerine birçok yayın yapılmıştır. Aynı zamanda Neo-Avrasyacı Rus tezi çerçevesinde propaganda yapılarak Türkiye’de bu düşünce akımına taraftar kazanma çabası verilmiş/verilmektedir. Rus hegemonyasına eşit bir strateji ortaya koyan Avrasyacılık fikri, Türkiye’de bir alternatif politika olarak değerlendirilmiştir. Bu açıdan Türkiye’de Avrasyacılık akımı, Rus Avrasyacılığının temel ilke ve unsurlarını taşımakta ve Türkiye’nin Rusya’nın güdümüne girmesini gerektirecek politikaları öngörmektedir. (Yılmaz, 2013) Temel konsept, ilke, kavram ve prensiplerden yoksun olan Türk Avrasyacılığı, Türkiye için bir strateji oluşturacak düzeyde değildir. Dolayısıyla Türkiye’de Avrasya coğrafyasını ve kavramını merkeze alan özgün bir düşünce hareketi, tarih felsefesi veya politik bir sistem geliştirilememiştir. (İmanbeyli, 2009)

Teorinin pratiğe uygulanması noktasında, Neo-Avrasyacılık son dönem Rus dış politikasında kendini göstermiştir. Nitekim Lev Gumilev’in, ‘‘Rusya eğer kurtulacaksa bu ancak Avrasyacılık ve onun bir Avrasya devine dönüşmesiyle olacaktır’’ sözü Neo-Avrasyacılığın bir fikir olarak kalmayacağı ve pratiğe tatbik edilmesinin zaruri olduğunu vurgulamış ve Rusya’nın kurtuluşunu bu temele dayandırmıştır. 1990’ların başında dünya ekonomik sistemine adapte olmak amacıyla neoliberal politikalar gütmeye başlayan Rusya, bu cihette önemli bir başarı elde edemeyince, 1995 yılında yüzünü yeniden Orta Asya’ya dönerek, post-Sovyet ülkelerine yönelik politikalarını ‘yakın çevre doktrini’ çerçevesinde revize etmiş ve BDT’nin (Bağımsız Devletler Topluluğu) kuruluşu ile Orta Asya, Kafkasya, Baltık ve Balkan ülkelerinin farklı ittifaklara yönelmelerini engellemek istemişse de bunda da beklenilen neticeler elde edilememiş ve Çin ile işbirliğine gidilerek Şanghay İşbirliği Örgütü kurulmuştur. Özellikle ekonomik ve politik istikrarsızlık Rus politikalarının istenilen neticeleri vermesini engellemiştir. 2000’li yılların başında Vladimir Putin iktidarı ile neoliberal politikalardan uzaklaşan Rus hükümeti ekonomi üzerindeki müdahalesini artırmıştır. Dönem itibariyle petrol fiyatlarındaki artışlardan da faydalanmak suretiyle ekonomisini güçlendiren Rusya, yeni bir gelişim ve toparlanma sürecine girmiştir. (Sancaktar, 2012: ss. 243-247)

Küresel siyaset sahnesinde güçlü politikalar uygulamaya yeniden muktedir olan Rusya, Neo-Avrasyacılığın gerekli gördüğü adımları atmaktan da geri durmamıştır. Ukrayna’nın doğu ve güney kısmındaki ayrılıkçı unsurlara destek verilmesi, Kırım’ın ilhak edilerek Karadeniz’deki dengeleri Rusya lehinde değiştirme girişimi, Moldova’da Trasndinsyester bölgesindeki ayrılıkçılara destek verilmesi, Ermenistan’da bulunan askeri üslerin genişletilmesi ve Gümrü üssünün kulanım süresinin 2044 yılına kadar uzatılması ve bu minval üzere tatbik edilen ve edilmesi amaçlanan politikalar göstermektedir ki, Neo-Avrasyacılığın gerekli gördüğü jeopolitik yaklaşım, konjonktürel şartların değerlendirilmesi ve uygun zeminin oluşmasıyla hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Nitekim Kırım’ın ilhakının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunun altını çizen Prof. Dr. Halil İnalcık, bu bahsi şöyle detaylandırmıştır: ‘‘Rus politikasının bugünkü temeli, Avrasyacılık’tır. Bunu ‘Neo-Avrasyacılık’ diye daha yumuşak hale getirmiştir. Rusya, ‘Polonya’dan, Orta Asya’ya kadar olan milletlerin bulunduğu bölge, kültür bakımından Ruslara bağlı idi asırlarca, bunu ihya etmek lazımdır’ düşüncesindedir. Avrasyacılık anlayışı, biz kardeşiz, Rusya olarak Avrupa’da ve Asya’da sizi koruyoruz, kültürümüzü yayıyoruz anlayışı Gorbaçov döneminde bitti. Kırgızistan, Türkmenistan, Ukrayna gibi milletler bağımsızlıklarına kavuştu. Putin’in bütün gayreti Avrasyacılık teorisiyle, Rusya hâkimiyetini yine bu bölgelerde ihya etmektir. Rus boyunduruğu altında bu milletleri toplamaktır. Neo-Avrasyacılığın neticesi Türkiye için tehlikedir. Putin’in bugün Kırım’a ordularını gönderme sebebi Çarlık Rusya’sını ihya etmektir.’’ (İnalcık, 2014).Netice itibariyle, genel olarak denilebilir ki, ‘‘Tarihi boyunca zayıf olduğu dönemlerde kendi kabuğuna çekilen Rusya, güçlü olduğu dönemlerde hep yayılmacı ve baskıcı bir dış politika izlemiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra Rusya’da zihinsel anlamda ciddi bir dönüşüm yaşanmamış, sadece güç ve üretim araçları el değiştirmiştir’’. (Bilgiç, 2016)

Bugüne değin Türkiye’de Avrasyacılık yaklaşımına AB ve ABD karşıtı kesimler alternatif olarak destek vermiş ve bu çerçevede Türk dış politikasının Orta Asya’ya yönelmesini arzu etmişlerdir. Ancak bu yaklaşım tarzı neticesinde oluşan bir tutumu Avrasyacı düşünce veya politika olarak değerlendirmek mümkün değildir. Avrasya’yı coğrafik manada bir kıta olarak merkeze alan ve bu jeopolitik esasta temel ilke, konsept ve kavramları barındıran bir düşünce akımına duyulan ihtiyaç, Rus Avrasyacılığı rüzgarının esmekte olduğu Türkiye’de, elzemdir.

Jeo-stratejik konumu itibariyle Türkiye, Batı ile Doğu’nun, Kuzey ile Güney’in kesiştiği noktada, Avrasya coğrafyasının tam kalbinde bulunmaktadır dolayısıyla kurulacak muhtemel bir Avrasya birliğinin-ideasının teknik olarak merkezindedir. Tarihsel çerçevede, Avrasyacılık mülahazası Türk çevrelerde son iki asırdır konuşulmuş, tartışılmış ve bir dönem için Türk milletinin kaderi-kurtuluşu mesabesinde görülmüştür. Erken dönemde Yusuf Akçura, 1907 yılında Kazan’da yayın yapan Tan Çulpan gazetesinde ve 1908 yılında Kırım’daki Tercüman gazetesinin kırk birinci sayısında yer alan değerlendirmelerinde, Avrupa ve Çin tehdidine karşı Türkler ve Rusların işbirliği yapması görüşünü savunmuştur. (Yılmaz, 2013). Başlangıçta Ruslardan müspet reaksiyon elde edilmesiyle Akçura, Duma başkanı ile görüşme gerçekleştirmiş ve Müslüman İttifak partisi konuya yakın bir tutum sergilemiştir. Ancak Rus hükümetinin 20 Şubat 1908 tarihli beyannamesi ile bu görüşün dikkate alınmayacağının açıklanmasıyla birlikte Türk Avrasyacılığı’nın muhtemel inkişaf süreci ortadan kalkmış oldu.

Türk kültürünü anlamak noktasında, W. Bang’ın Türk dili araştırmalarında kullandığı ‘Göktürklerden Osmanlılara’ anlayış ve deyişini benimsemek gereklidir. Türkiye’nin yumuşak güç noktasındaki potansiyeli tarih, kültür ve coğrafyadan kaynaklanmaktadır. (Kalın, 2012). Orta Aya coğrafyası ile arasındaki organik tarihsel bağlantı, Türkiye’nin bölgedeki yumuşak gücünü ve yumuşak güç potansiyelini artırıcı vektörlerin başında gelmektedir. Türkçenin farklı diyalektlerinin konuşulduğu Avrasya bölgesi, ‘Balkanlardan Pasifik’e’ etnolinguistik bir Türk kimliğine ev sahipliği yapmaktadır. Orta Asya Türk devletlerinde nüfusun büyük bölümünün Sünni Müslüman olması, kabul edilen ortak manevi değerler, toplumsal manada yakınlık ve işbirliğini güçlendirici karaktere sahiptir.

Türk dış politikasında ihmal edilmiş olan Orta Asya’ya yönelik aktif politikaların geliştirilmesi ve tatbik edilmesi gerekliliğinin ehemmiyeti artmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte söz konusu coğrafyada bulunan Türk devletlerinin bağımsızlığını kazanması, Türk dış politikasına yeni bir boyut eklemiştir. Son dönemlerde ‘Adriyatik’ten Çin Seddine’ anlayışı ile Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya bölgesinde artan kamu diplomasisi faaliyetleri ile Türk tarih ve kültürü bölgede bir yük ve engel olmaktan ziyade Türkiye’nin iç ve dış politikasında stratejik araç olmaya başlamıştır.

Öte yandan, Avrupa’da ortak para birimi olarak Euro bölgesinin teşekkül edilmesi yeni ortak para birimi bölgelerinin teşekkülü noktasında başlangıç olarak görülmeye başlanmış ve farklı coğrafyalarda, farklı para birimlerinin benzer ‘para bölgeleri’ oluşturacakları noktasında beklentiler oluşmuştur. Coğrafi olarak Türkiye ve Rusya Avrasya bölgesinin merkezinde bulunmaktadır. Bu iki ülkenin Avrasya’daki etki alanları ve etki potansiyelleri göz önüne alındığında, Arap dünyası üzerinde, Doğu Avrupa’da ve Orta Asya Türk devletleri üzerinde, Türkiye’nin etki oluşturma potansiyelinin Rusya’nınkine nazaran daha baskın olduğu söylenebilir. Dolayısıyla ileride oluşturulacak ve Avrasya bölgesini kapsayacak olan muhtemel bir ortak para bölgesinde geçerli olacak para birimine en uygun adayın Türk Lirası olduğu söylenebilir. Avrasya coğrafyasında kurulacak muhtemel Türk Lirası Bölgesi’ne (Turkish Lira Zone) Rusya Federasyonu da dâhil olabilir.

Netice itibariyle, Avrasya coğrafyasının mevut dinamikleri tarihsel bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde Türk tezinin, Rus tezine karşı baskın durumda olduğunu söylemek mümkündür. Ve bu coğrafyada muhtemel bir kültürel-politik birlik Türkiye eli ile kurulabilir. Ancak Türkiye’de teorik çerçevesi çizilmemiş bir Avrasyacılık anlayışı, tarihi fırsatların kaçırılması ve ileride uygulanacak muhtemel politikaların önünün tıkanmasına sebep olacaktır. (Yılmaz, 2013). Teorisi olmayan düşüncenin uygulanabilirliğinin mümkün olmadığı ve Neo-Avrasyacılığın Rus dış politikasına önemli etkilerinin olduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa, Türk Avrasyacılığı düşüncesinin geliştirilmesinin zorunluluğu anlaşılacaktır.

Neo-Avrasyacılık, Rusya’nın önderlik etmediği/etmeyeceği bir Avrasyacılık anlayışının mümkün olamayacağını savunmaktadır. N. Fedorov bu durumu şöyle izah etmektedir, ‘‘Avrasya devleti birliği ancak Avrasya milli devletlerinin bir araya gelmesiyle mümkün olabilir ki bu birliğin oluşması da ancak bunların arasında en güçlü etnik Rus devletinin yönetiminde olacaktır.’’ (Karabağ, 2009). Nitekim Rusya’nın Avrasya devi olarak doğması noktasında, Türkiye’nin bölgeden izolasyonunun imkânsız olduğunun altını çizen A. Dugin, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik rotasında ideolojik bir gelişmenin, 180 derecelik bir dönüşümün Türkiye’nin bu alandaki politikalarının Rusya’nın emrine amade olmasını sağlayacağını belirtmiştir. Başka bir deyişle, Neo-Avrasycaılığın Türkiye’ye biçtiği rol Atlantik çizgisinden çıkarak Avrasya çizgisine, Rusya’nın etki alanına girmesidir. (Karabağ, 2009)

EURASIA AND EURASIANISM

Neo-Avrasyacılık ile benzer bir düzlem ve çerçeve barındıracak muhtemel bir Türk Avrasyacılığı tezinin ajandası da bu minvalde bir noktainazar ihtiva etmelidir. Türkiye’nin bölge ülkeleri ile yaşadığı ve yaşayacağı muhtemel anlaşmazlıklardan beslenen ve beslenmeyi amaçlayan Rusya’nın, Ukrayna ile münasebetleri dikkatle değerlendirilmeli, Ukrayna’nın bağımsızlığı ve jeopolitik güvenliği desteklenmelidir. Çeçen ve Dağıstan Cumhuriyetlerinin bulunduğu Hazar Denizi hattı Rus jeopolitiğinin zayıf sınırlarından biri olarak değerlendirilmektedir dolayısıyla Azerbaycan, Türkmenistan ve Kazakistan’ın Hazar havzasındaki pozisyonlarının desteklenmesi önem teşkil etmektedir. Türkiye’nin doğuya doğru Türk devletleri ile arasına, coğrafi konumu itibariyle adeta set çeken Ermenistan’ın jeopolitik konumu, Türkiye için bir stratejik engel teşkil etmektedir. Rusya’nın Ermenistan’daki askeri hareketliliği yakından takip edilmeli ve Azerbaycan’ın, Ermenistan’a karşı askeri üstünlüğü korunmalıdır.

Öte yandan Suriye krizi ile birlikte Doğu Akdeniz’de varlık kazanan Rusya, Akdeniz’de etkinliğini giderek artıracaktır. Öyle ki Kıbrıs hususunda Dugin, Neo-Avrasyacı düşüncenin yaklaşımını, ‘‘…Türkiye Kıbrıs’ta bütün sahip olduğu pozisyonları kaybetmelidir. Kıbrıs Türkleri ise, Rumların egemenliği altında olacak Birleşik Kıbrıs’ta barışçı olarak eritilmelidir…’’ sözleriyle açıklamıştır. (Dugin) Suriye ve Libya’daki Rus askeri varlığı, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz ve petrol rezervlerinin akıbeti ve paylaşımı noktasında Türkiye’nin dâhil edilmediği Amerika ve diğer bölge ülkeleri arasında gerçekleştirilen diplomatik görüşmeler, Türk makamlarını Kıbrıs ve Doğu Akdeniz politikalarını gözden geçirmeye zorlamalıdır. Doğu Akdeniz’de yüksek jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip olan Kıbrıs adası, bölgede ideal bir askeri üs görüntüsü vermektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve garantör ülke konumunda olan Türkiye, hızla değişen konjonktür çerçevesinde, Güney ve Kuzey Kıbrıs’ın birleşmesi girişimlerini geçici olarak sonlandırarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölgedeki varlığını koruması ve askeri etkinliğini artırması yönünde politikalar izleyebilir.

Sonsöz

Halford John Mackinder 1904 yılında yayınladığı The Geographical Pivot of History adlı eserinde, Doğu Avrupa’yı ve heartland–kalpgâh olarak adlandırılan Sibirya bölgesini merkezi stratejik bölgeler olarak ele almış ve Doğu Avrupa’yı kontrol eden gücün Heartland’de de hâkim olacağını tezini ortaya atmıştır. Bu kara hâkimiyeti teorisinin revize edilmiş prensiplerine göre ise Heartland’e hâkim olan gücün Dünya Adası’na (Avrasya) hâkim olacağı ve Dünya Adasına hükmeden gücün dünyaya hâkim olacağı ileri sürülmektedir. Yukarıda Avrasya dinamikleri Rusya ile mukayeseli olarak kısaca ele alınan Türkiye’nin jeopolitiği, Zbigniew Brzezinski’nin ‘satranç tahtası’ olarak nitelediği Avrasya coğrafyasında bir Avrasyacılık ideasını teşekkül ve tatbik etmeye muktedirdir. Orta Doğu, Orta Asya ve Körfez bölgelerinde etki alanını giderek artıran Türkiye, ‘köprü ülke’ retoriğini geride bırakarak yeni kimliği olan ‘merkez ülke’ anlayışına göre adımlar atmaya başlamıştır. (Aras, 2009)

Klasik Avrasyacılık teorisinin inkişafı ile Neo-Avrasyacılık fikrini ortaya atan ve bu fikir çerçevesinde politikalar gütmek suretiyle hareket ederek birçok farklı boyutta Türkiye’yi doğrudan hedef alan Rusya Federasyonu, Avrasya’da Türkiye’nin en büyük rakibi olacaktır.

Ayrıca, Suriye krizi ile birlikte baş gösteren bir dizi problem Türk-Rus ilişkilerinin kimi zaman gerginleşmesine sebep olmuş, kimi zaman derinleşmesini sağlamış ve Türkiye-Rusya ikili ilişkilerinin doğasını yeniden ortaya koymuştur. Rus uçağının düşürülmesi hadisesi sonrasında Suriye’deki Hmeymim askeri üssüne S-400 hava savunma sistemi yerleştiren Rusya, bölgede hava savunma üstünlüğünü sağlamak suretiyle, Türkiye’nin DEAŞ ve PKK bağlantılı terör unsurlarına karşı yapabileceği muhtemel operasyonların önüne geçmiş ve Türkiye’nin silah sistemleri ile ortaya koyabileceği müdahale kabiliyeti topçu atışlarıyla sınırlı hale getirilmiştir. (Bilgiç, 2016). Libya’nın yanı sıra, Suriye iç savaşı ile birlikte, bölgede askeri varlık kazanan Rusya, Orta Doğuda etkinliğini giderek artırmayı başarabilmiş ve Neo-Avrasyacı görüşün yansımaları burada da kendini göstermeye başlamıştır. Alexandr Dugin’in Rus jeopolitiği anlayışı noktasında ileri sürdüğü üzere, Orta Doğuda İran ile yapılacak tam ve kapsamlı bir işbirliği, Türkiye’nin bölgeden dışlanması hedefini daha muhtemel kılacaktır.  

Öte yandan, Türkiye’nin ulusal güvenliği noktasında en büyük tehditlerden biri olarak algıladığı PKK’nın bağlısı olan PYD ve silahlı kanadı olan YPG henüz Rusya tarafından resmi olarak terör örgütleri kategorisine dâhil edilmemiş ve dahi PYD’nin Moskova’da temsilcilik açmasına müsaade edilmiştir. Nitekim Dugin, Rus jeopolitiği yaklaşımında Türkiye’deki Kürt ve Ermeni nüfus ile yakın ilişki tesis etmek suretiyle bu grupları Türkiye’ye karşı emellerinde kullanılması fikrinin gerekliliğine değinmiştir. Bununla birlikte, başta Rusya olmak üzere birçok ülkeden temsilcileri bulunan Paris merkezli Batı Ermenileri Ulusal Kongresi, Avrupa’da yaşayan Ermenilerin, şartların uygunlaşması noktasında Türkiye’ye dönmek niyetinde olduklarını açıklamıştır. (Kasparyan, 2013). Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin Doğu Anadolu’da Kafkasya ile bağlantısı kesilmiş olmakla birlikte, İran-Rus işbirliğinin bölgedeki etkinliğini ve etkisini giderek artırması Türkiye’nin Orta Asya’ya açılması noktasında ciddi bir engel teşkil ederek Neo-Avrasyacı Rus jeopolitiğinin Türkiye’yi bölgeden uzaklaştırma hedefinin önünü açacaktır.

Netice itibariyle, Avrasya coğrafyası temelinde şekillendirilen Rus jeopolitik yaklaşımının Rusya’nın politik ve ekonomik birlik sağlamak suretiyle emperyalist bir güce dönüşme çabası verdiği görülmektedir. Rusya, teorik çerçevesi çizilmiş olan Neo-Avrasyacılık fikrini pratik uygulanabilirlik noktasında değişen konjonktürel şartlardan faydalanmak suretiyle adımlar atarak hayata geçirme hususunda ilerleme kaydetmektedir. Rusya’nın 2008-Güney Osetya’ya askeri müdahalesi, 2014-Kırım’ı ilhak etmesi, Suriye ve Libya’da askeri varlık göstererek bölgedeki nüfuzunu artırma politikaları bu kanıyı doğrulamaktadır. Neo-Avrasyacılığın, Avrasya jeopolitiğinde Rus yayılmacılığını yeniden harekete geçirmeyi amaçlamakla birlikte Türkiye’yi bölgesel rakip olarak doğrudan hedef aldığı sonucuna varılabilir.

Türkiye’de Gumilev, Savitski veya Dugin benzeri teorisyenleri olmayan Avrasyacılık düşüncesinin kuramsal kapsam ve konsept noktasında tesis edilmesi ve ‘Türk Avrasyası’ (Turkish Eurasia – Турецкая Евразия) benzeri terimlerin türetilmesi ve literatüre kazandırılması gerekli adımların başında gelmektedir. Çok taraflılık çerçevesinde Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi ile geliştirilen koordinasyon ve ortaklık Türk Avrasyacılığının oluşum ve gelişim sürecine yapabileceği katkı potansiyeli noktasında yüksek ehemmiyete sahiptir. Bununla birlikte TİKA çatısı altında Avrasya coğrafyasında izlenecek aktif politikalar neticesinde Balkanlardan Pasifik’e birleştirici entegrasyon sürecinin tesis edilmesi Türk jeopolitiğini şekillendirecektir.

Ozan Çiftci

St. Petersburg Devlet Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Fakültesi

Yüksek Lisans Öğrencisi [email protected]

 

BİBLİYOGRAFYA

Aras Bülent, (2009). Turkey and Eurasia: Frontiers of a New Geographic Imagination,” New Perspectives on Turkey, (40):195-217. (With Fidan Hakan). https://www.academia.edu/5879257/_Turkey_and_Eurasia_Frontiers_of_a_New_Geographic_Imagination_New_Perspectives_on_Turkey_40_2009_195-217._with_Hakan_Fidan_ [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Babaev Eugene V., (2000). Eurasian Heterocyclic Meetings, Chemistry Dept., Moscow State University, Moscow.http://www.chem.msu.ru/eng/misc/babaev/Eurasia/00.pdf [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Bilgiç M. Sadi, (2016). Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım ve Türkiye’ye Etkileri, Bilgesam. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-167-20160504561317.pdf [Erişim Tarihi: 22.10.19]

Dağı Zeynep, (2002). Kimlik, Milliyetçilik ve Dış Politika: Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları.

Dugin Alexandr, Türkiye’nin Avrasyacılık Stratejisi, The fourth Political Theory. http://4pt.su/tr/content/t%C3%BCrkiye%E2%80%99nin-avrasyac%C4%B1l%C4%B1k-stratejisi [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Dugin Aleksandr, (2015).  Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, Çev: Vügar İmanov, Küre Yayınları, Sekizinci Basım.

Fofthomme Claude, (2019). The Deadly Ideology Driving Putin: Eurasianism. Impakter. https://impakter.com/deadly-ideology-putin-eurasianism/ [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Kalın İbrahim, (2012). Soft Power and Public Diplomacy in Turkey, SAM. http://sam.gov.tr/wp-content/uploads/2012/01/ibrahim_kalin.pdf [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Karabağ Mehmet, (2009). Rus Emperyalizmi İçin Yeni Bir İdeoloji: Neo-Avrasyacılık, Bilgesam. http://www.bilgesam.org/incele/1071/-rus-emperyalizmi-icin-yeni-bir-ideoloji–neo-avrasyacilik/ [Erişim Tarihi: 22.11.19]

Kasparyan Hrant, (2013). ‘Diaspora Dönmek İstiyor’, Demokrat Haber https://www.demokrathaber.org/roportajlar/diaspora-donmek-istiyor-h22815.html [Erişim Tarihi:22.10.19]

Klump Sarah Dixon, (2011). Russian Eurasianism: As an ideology of Empire, Wilson Center. https://www.wilsoncenter.org/publication/russian-eurasianism-ideology-empire [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Mominkulov Canat, (2012). Avrasya Birliği Fikrine Orta Asya’dan Tarihi Bir Bakış, Orsam. https://orsam.org.tr/tr/avrasya-birligi-fikrine-orta-asya-dan-tarihi-bir-bakis/ [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Papava Vladimer , (2009). Cicero foundation great debate paper No. 09/8, Eurasia versus Central Caucaso-Asia: On the geopolitics of Central Caucaso – Asia, December. http://www.cicerofoundation.org/lectures/Vladimer_Papava_On_the_Geopolitics_of_Central_Caucaso_Asia.pdf [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Sancaktar Caner, (2012). Rusya’da Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş (1992-2000): Neoliberalizm, Otoriterizm ve Çevreleşme, Kafkasya Kongresi Raporu.

Shlapentokh Dimitry, (2007). Dugin, Eurasianism, and Central Asia, Communist and Post-Communist Studies Volume 40, Issue 2, June. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0967067X07000190 [Erişim Tarihi: 06.11.19]

İmanbeyli Vügar, (2009). ‘Ergenekoncular ve Avrasyacılık’, Anlayış Dergisi. http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=70&makaleid=1705 [Erişim Tarihi: 23.10.19]

İnalcık  Halil, (2014). Tarih ve Medeniyet, İnalcık ‘: Rusya’nın Kırım Hamlesi Türkiye’ye Yönelik Bir Tehdit’. http://tarihvemedeniyet.org/2014/03/inalcik-rusyanin-kirim-hamlesi-turkiyeye-yonelik-bir-tehdit.html [Erişim Tarihi: 06.11.19]
Umland Andreas, (2018). Why Alexandr Dugin’s Eurasianism is not Eurasianist, New Eastern Europe.http://neweasterneurope.eu/2018/06/08/aleksandr-dugins-neo-eurasianism-not-eurasianist/ [Erişim Tarihi: 06.11.19]
Yılmaz Reha, (2013). Türk Avrasyası ve Avrasyacılığı Üzerine, Tasam. https://tasam.org/tr-TR/Icerik/5052/turk_avrasyasi_ve_avrasyaciligi_uzerine [Erişim Tarihi: 06.11.19]

International Eurasian Movement http://evrazia.org/modules.php?name=News&file=article&sid=1915 [Erişim Tarihi: 06.11.19]

Панарин  Игорь Николаевич, (2006). ‘Информационная Война и Геополитика’ Поколение, Москва.
Дугин Александр, (2000). Евразийский триумф, в кн. А. Дугин, изд., Основы Евразийства, Москва,: Арктогея-Центр.
Гумилев Лев Николаевич, (1993). Ритмы Евразии, Москва : Прогресс.

[1] Ayrıca Gumilev, kendisinden ‘Son Avrasyalı’ olarak bahsetmiştir.

Masonluk Üzerine ABD’de 32. Derece Mason olan bir Türk ile Röportaj

ABD’de 32. Derece Mason olan Sami Yılmaz Oruç ile Röportaj

Not: Kendisiyle bir akşam yemeği etkinliğinde tanışma fırsatı bulduktan sonra özellikle Masonlukla ilgili bu röportaj teklifimi sevinçle karşıladı. Evinde misafir etti. Bir Mason’a dair her alanda merak edilen soruların sorulduğu bu röportajı keyifle okumanız dileğiyle. Küçük düzenlemeler dışında orjinalliği bozmamak adına hiç bir ekleme ya da eksiltme yapmadım.

Çekdar Aközel: Efendim, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

Sami Bey: İsmim Sami Yılmaz ORUÇ. 1934 yılında Ankara Hamamönü’nde doğdum. 1950 senesinde Ankarayı terk edip İstanbul’a yerleştim ve Deniz Astsubay okuluna müracat edip astsubay olarak 1952 senesinde Yassıada’dan mezun oldum. Bu arada bir ay Kasımpaşa Deniz Alayı’nda kalmıştım. Bilahare, bendenizi Yavuz Cruiser’ına gönderdiler, atandım. Altı ay Yavuz’da eğitim gördüm. Daha sonra beni ve sınıfımı Heybeliada Deniz Lisesi’ne gönderdiler. Altı ay orada eğitim gördüm. Sonrasında Yassıada Astsubay okulu kuruldu. Bu okulun ilk talebelerinden biriyim. 1952 senesinde mezun olup Gaziantep Muhribinde görevlendirildim ve ilk NATO tatbikatında görev alabilmek için İtalya’ya gittim. Bu sırada Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı’ndan Denizaltı filosuna eleman arandığı talimatı geldi. Gönüllü olarak 1953 senesinin ilk aylarında denizaltılarında hizmet görmek üzere müracat ettim ve kabul edildi. Altı ay Erkin gemisinde denizaltı eğitimi gördükten sonra 1953’ün sonuna doğru Gür gemisine atandım. 1954 yılında, o dönemde hizmet gördüğümüz denizaltılar Amerika Marshall yardımından Türkiye’ye verilmiş denizaltılardı. Onların ana bakım ve tamir işlerini yapabilecek kapasitemiz olmadığı için Gür ile 1954 senesinde Amerika’ya geldim. Bir sene kadar kaldık, bu arada denizaltı da revizyondan tamirden geçti ve 1955 senesinin ilk aylarında anavatana döndük. 1958 yılında Gür’ü tekrar Amerika’ya getirdik. Gemimiz Philadelphia tersanelerinde tamir edildi. Burada şimdiki eşim Rose hanımla tanışmıştık. 1959 senedinde tekrar anavatana döndük. Yıl sonunda tesadüf eseri İkinci İnönü Denizaltısı’na tayinim çıktı. 1961 senesinde tekrar 2.İnönü ile Amerika’ya geldiğimde Rose hanımla evlendim. Mecburi hizmetim bittiği için istifa edip Deniz Kuvvetleri’nden ayrıldım ve 1962 Mart ayında temelli olarak Amerika’ya göç ettim.

Çekdar Aközel: Efendim Mason kelimesi ile ilk olarak nerede ve ne zaman karşılaştınız? Sizde ilk bıraktığı izlenim nasıldı? Serüveninizi kısaca bizimle paylaşır mısınız?

Sami Bey: Washington otobüs şehir hatları şirketinde çalışmaktaydım. Çalıştığım arkadaşlarımın çoğu Mason’du. Bazen işe geldikleri zaman takım elbise ve kravatla gelirlerdi. İlk Masonlukla mesai arkadaşlarım vasıtasıyla tanıştım. Sonradan bilgi edindiğime göre Masonluk bir kardeşlik teşkilatı imiş bende de bu izlenimi bırakmıştı. 1973 senesinde bir Mason arkadaşa nasıl Mason olabileceğimi sordum ve beni memnuniyetle Masonluğa davet ettiler. 1973 senesinde Mason oldum. Birlikte çalıştığım insanlardan aldığım bilgilere intibaha göre bunların iyi bir insan olduklarını sezdim ve bende kendi kendime dedim ki niye ben de böyle bir insan olmayayım. Bu arzuyla müraacat ettim.

Çekdar Aközel: Efendim Mason olmaktaki amacınız neydi? Şimdi geçmişe dönüp baktığınızda bu amaç için değdiğini düşünüyor musunuz?

Sami Bey: Masonluğun genel prensibini çok hoş karşılamıştım. Mesela Amerika’da genel olarak iyi bir insanı Masonluğa alıp daha iyi bir insan olarak topluma kazandırmak gayesi hoşuma giden en iyi Masonik prensiplerden bir tanesidir.

Çekdar Aközel: Peki başvuru sürecinde siz arkadaşınıza bu niyetinizi belirttikten sonra ki süreç nasıl işledi? Başvuru sırasında bir aksaklık oldu mu?

Sami Bey: Evet mâli bir aksaklık oldu. Müracatımdan sonra icap eden konulara hazırlanmakta iken -locaya üye olurken ve sonrasında- mâli külfetler yüklenmek icap ettiği için maddiyatımın o dönemde yetersiz olduğuna dair dönüş aldım. Arkadaşımla konuştum ve bana ‘’hiçbir mâni yoktur mâli durumun hazır olur olmaz bize tekrar gelebilirsin’’ demişti ve bir sene bekledim.

Çekdar Aközel: Mâli durum neden önemliydi? Üyelerden bu para neden isteniyordu?

Sami Bey: Aidat meselesi localara verilen. Külfetli bir paraydı o dönemde.  Şimdi hatırlayamıyorum miktarını ama bütçemi sarsacak durumda olduğu için tedirgin oldum. Mesela bugünü konuşalım ben Delaware eyaletinde Doric Lodge numara 30’a üyeyim. Biz yeni müracat eden kardeşlerimizden 250 dolar alırız. Bu 250 dolar Masonluk eğitimi sırasında ona sarf edilen hizmetlere karşılık kullanılır. Sene sonunda eğer sen Hıristiyan isen sana İncil verilir Müslüman isen Kur’an verilir Yahudi isen Tevrat verilir. Bu gibi masraflar olduğu için para talep ediyorlar ondan sonra senelik üye aidatı vardır. Mesela bizim burdaki Doric Locası’nda senelik aidatımız 95 dolardır. Mesela Washington’daki Nur Locası’na  –ben aynı zamanda oranın da üyesiyim- giriş ücreti hayat boyu alınır ve o da 2000 yılında 3 bin dolar idi. Burda Amerika’da her Mason derneğinin kendine özgü kuralları vardır örnek verdiğim gibi Doric Locası ve Nur Locası arasında büyük farklılıklar var. Türkiye’de nasıl olduğunu bilemem çünkü orada Mason olmadım.

Çekdar Aközel: Peki genel anlamda Mason’u ve Masonluğu nasıl tanımlarsınız? Yani Mason denilince aklımıza gelemsi gereken profil nedir? Sonuçta uzun bir tarihi süreci var Masonluğun.

Sami Bey: Evet 1700 yıllarına kadar dayanıyor. Kütüphanemde pek çok kitabım var bu konuda. Özetle ahlaki yönden çok yüksek bir ahlak ve erdem sahibi olmanız icap eder Mason olabilmek için. Şimdi biraz kendi sırtımı sıvazlayacağım ama asıl temel budur. Mesela İngilizce söyleyeyim “We take best person make it better person” yani iyi bir insanı alır daha iyi bir insan yaparız. Masonluğun temeli bu kardeşlik ve hayırseverliktir.

Çekdar Aközel: Bir Loca’ya üye olmadan kişi kendi kalbinde eğer Mason gibi yaşıyorsa ve bahsetmiş olduğunuz ahlaki gereklilikleri yerine getiriyorsa Mason olarak kabul edilir mi?

Sami Bey: İyi bir insan olabilmek için Mason olmak şart değildir Mason olmadan da iyi bir insan olabilirsin. Bu tamamen senin kalbine ve vicdanına göre değişir. Benim görüşüm.

Çekdar Aközel: Kıyaslama yapıldığında Amerika’daki Masonluk genel olarak Avrupa Masonluğu ve Türkiye’ye göre daha gevşek olarak tanımlanmaktadır. Bunun da başlıca nedenleri arasında Amerika’da bir Mason’un dereceleri daha gevşek bir biçimde alması ve kullandıkları metodların daha esnek olması imiş. Siz Amerika’da 32. Dereceden Mason olmuş biri olarak buna katılıyor musunuz?

Sami Bey: Doğrudur. Bu konuda sizlerle hemfikirim. Masonluk burada Avrupa’ya göre daha gevşek durumda. Kısa zaman önce Türkiye’deki bazı Mason toplantılarına iştirak etme imkanım oldu ve aradaki farkı derhal fark ettim.

Çekdar Aközel: Amerika’nın kuruluşuna baktığımızda kendince bir dünya ideali ve demokrasisi mevcut. Amerika’nın kuruluşunda yer alanlar arasında Mason var mıydı?

Sami Bey: Amerika’nın kurucu babalarından on altısı Masonlardı. 

Çekdar Aközel: Kuruluşunda bu on altı Mason olmasaydı ülkenin ilkeleri ve kuruluş ideali bu şekilde olur muydu yine de?

Sami Bey: Olmazdı. Benim kendi aciz düşünceme göre Masonluk Amerika’nın devlet olarak kuruluşunda büyük rol oynamıştır. Masonluk felsefesi kuruluşunda etkili olmuştur. Eğer bütün dünya Masonluk felsefesine adapte edilseydi bugün karşılaştığımız çoğu problemin yok olması icap ederdi. Masonluğun temel taşları kardeşlik hayırseverlik ve iyi bir insan olmaktır. Bunu günlük yaşamına nasıl yansıtırsın? İnsanlara iyilik etmekle yardım etmekle vesaire.

Çekdar Aközel: Efendim Anglosakson Masonluk geleneğince kadınların Mason olamaması ve bu geleneği sürdüren Mason localarına üye alımında bir Tanrı’ya inanma koşulu aranması hususunda ne düşünüyorsunuz? Günümüzde kadınların artık sosyal yaşama katılımı ve Tanrı inancında algı çeşitliliği olduğu göz önüne alındığunda bu tutuculuk mudur sizce?

Sami Bey: Zannetmiyorum. Evet Mason olabilmek için dinin ne olursa olsun Tanrı’nın varlığına inanmak mecburiyetindesin. Onun dışında Masonluk kadınların iştirakını men etmekle beraber Masonların eşlerinin Eastern Star yani Doğu Yıldızı diye bir teşkilat kurduğunu ve kendi aralarında hayır işleriyle uğraştıklarını biliyorum. Amerika’da neredeyse her Mason locasının üyelerinin eşleri tarafından kurulmuştur.

Çekdar Aközel: Efendim kendi locanızda gördüğünüz kadarıyla modern ritüeller kâmil insan olma yolunda güçlü müdür?

Sami Bey: Tabi. Zaten benim bireysel görüşüme göre Masonluk felsefesine adapte olduktan sonra kâmil olmuş bir insan oluyorsunuz. Eğer siz Masonluğu ciddiyetle anlar ve tatbik ederseniz tabi ki… Ciddiye almazsanız olmaz. Bütün konu bireyin düşünce ve tavrına dayanıyor.

Çekdar Aközel: Masonlukla ilgili bir spekülasyon var. Sıradaki soru bununla ilgili efendim. Masonlar kardeşlerine ve locasına ihanet eden örneğin sır denilebilecek hassas meseleleri çok bariz bir şekilde haricilere ifşa eden zarar veren bir üyeye nasıl bir tepki verilir. Loca ve kardeşlerce… Bu kişi locadan uzaklaştırıldıktan sonra da buna devam ediyorsa bir yargı sürecine girilir mi? Bu durum nasıl halledilir? Filmlerde ve kitaplardaki gibi gizlice öldürülürler mi efendim?

Sami Bey: Tarih boyunca Masonluk aleyhtarı olan bir çok hareket mevcuttur. Masonluk hakkında bir sürü negatif kitap yazıldığını biliyorum. Bunların hiçbirisini merak edip okumadım okumak da istemedim. Vaktimi boşa sarf edeceğim düşüncesi beni böyle bir yola sevk etmedi. Eğer bir birey Masonluk kurallarına aykırı hareket ettiği zaman onun cezası Masonluktan ihraç edilmektir. O şahıs Masonluktan ihraç edildikten sonra o kitap kaldırılıp rafa konulur ve bir daha ilgilenilmez. Yargılama yahut ona karşı herhangi bir harekette bulunmak benim bildiğim kadarıyla hiç düşünülmemiş ve olmamıştır.

Çekdar Aközel: Peki eski zamanlarda olmuş mudur?

Sami Bey: Ben hiç duymadım. Açık söyleyeyim.  

Çekdar Aközel: Semboller efendim… Masonlukta mâna itibariyle önem arz eden bir konu Semboller. Masonlukta sembollere belli bir kalıp içerisinde mânalar yüklenip üyelere bu mânalar mı öğretilir yoksa sembolün kendisi -içi boş bir şekilde- verilip mânayı göreceli bir şekilde mi doldurmaları mı beklenir?

Sami Bey: Evet. Bu semboller örnek olarak takdim edilir ve bu sembollerin ürettiği konuların öğrenilmesi ve tatbik edilmesi  istenir. Size bir hikaye anlatayım. Hitler döneminde Masonluk yeraltındaydı. Masonlar birbirlerini tanıyabilmek için bir rozet çıkarıyorlar ortaya ismi de “Beni Unutma”. Bir çiçek rozeti… mavi dört yaprağı var. İşte bu el sıkışmalar işaretler falan filan… karanlıkta bir insanla karşılaştığın zaman karşındaki kişinin Mason olup olmadığını anlayabilmek için bu işaretleri bilmek mecburiyetindesin. Ki karşındaki de seni tanısın Mason olduğunu bilsin. 

Çekdar Aközel: Peki derece alma hususunda Amerika’da daha kolay dedik Avrupa Masonluğuna nazaran. Amerika’da derece almak için bir süre kısıtlaması olmadığı için Mason olan kişi tüm ödevlerini süre beklemeksizin tamamladığı takdirde hızlıca derece alabiliyormuş. Türkiye’de de örneğin verilen ödevleri yerine getirse dahi Mason olan kişi en az bir sene beklemesi gerekiyormuş derece almak için. Amerika’da bu var mıdır?

Sami Bey: Burda da var. Benim Doric locasına alındıktan sonra bir eğitim süreci var. Size verilen bilgilerin öğrenilmesi için bir müddet veriliyor. Mesela ilk derecenin bilgilerinin altı hafta içinde öğrenilip bazı konuların ezberlenmesi isteniyor. Size Mason olan bir öğretmen yani Instructor tayin ediliyor. Bu kişiyle altı hafta boyunca beraber çalışmak icap ediyor. Masonlukla ilgili temel konular… bu temel konuları tatbik etmek için ezberlemek mecburiyetindesiniz. Mesela yemin töreni var. Bu yemini ezberlemek gerekiyor. Mason locasına gittiğin zaman bazı kuralların sizin hafızanızda temel etmesi lazım ki törene iştirak edebilesiniz.

Çekdar Aközel: Masonluk insanlara neden gizemli gibi geliyor? Yayılmacı bir tarafı var mıdır yani üye sayısını attırmak gibi bir amacı var mıdır?

Sami Bey: Gizemli değil kardeşim. Evet Mason olmayan için gizemli oluyor çünkü öğretilenleri yalnız Masonlar biliyor yalnız Masonlar çalışıyorlar yalnız Masonlar tatbik ediyorlar onun için Mason olmayan kimselerin gözünde bu gizemli gibi bir şey oluyor. Nasıl anlatsam size… Askerlikte paralo diye bir şey vardır. İşte bir nevi paroladır. Nöbetçi size bugünün parolası nedir diye sorduğu zaman bilmeniz lazım yanıtı o kapıdan içeri girmek için. Sadece üyelerine açıktır. Toplumdan uzak değillerdir. Hür düşünen insanlar bir araya gelmişler ve Masonluk felsefesini kabul etmişler ve bunu uyguluyorlar. Bu kadar. Diğer soruya gelirsek… Amerika’da çalıştığım yerde tüm arkadaşlarım Mason idi. Onların hal ve tavırları bana  Masonluğun iyi bir toplum olduğu intibahını bıraktı. Ben sana gelip de “gel seni Mason yapalım” diyemem. Senin bana gelip müraacat etmen lazım arzunu ifade etmen lazım. Bu kuraldır. Kişi hür iradesiyle Mason olmalıdır.

Çekdar Aközel: Peki Masonlukta Tanrı inancına biraz daha değinelim.

Sami Bey: Tanrı’ya yüzde yüz elli inanmak mecburiyetindesin. Dinsiz insan Tanrı’yı kabul etmeyen insan Mason olamaz.

Çekdar Aközel: Bunun temelinde yatan şey nedir? Yani bir insan ahlaki yönden çok iyi olup erdemli olup Mason gibi yaşayıp ama sadece Tanrı konusunda farklı düşünüyorsa…Ateistse örneğin. Aslında Masonluğun Tanrı dışındaki tüm kriterlerine sahip olmasına rağmen neden Mason olamaz?

Sami Bey: Ulu Mimar’a inanmamak…Din farklılığı önemli değil. Mesela bizim Türk locasında üç tane kitap vardır. Kuran-ı Kerim İncil ve Tevrat. Bu kitap veya kitapların üstüne yemin etmek mecburiyetindesin. Her din bizim gibi yaratılan insanları terbiye etmek için gönderilmiş kurallardır. İyi bir insan olmak için…Ne bir Hıristiyan olmak ne bir Müslüman olmak ne Yahudi olmak… Bütün mesele insanın kendi kalbi ve vicdanı.

Çekdar Aközel: Budist?

Sami Bey: Budist Mason olamaz. Bu arada Amerika’da Mason olacağın zaman ilk soru “Tanrı’ya inanır mısın?” Müracaat ettiğin belgede en önemli soru budur. Evet veya hayır.

Çekdar Aközel: Peki Masonların bir Yaratıcıya inanmalarına sebep olan nedir? Neden bir Yaratıcıya inanmak zorundalar?

Sami Bey: Şimdi o kadar derine inmeyeceğim. Kendime göre kendi düşüncelerim var. İnsanlık tarihini deşelediğiniz zaman bizi bu dünyaya getiren bir kuvvet bir varlık ve çok yüksek bir zeka var. Buna Allah Yaradıcı diye insanlar çeşit çeşit isim vermişler. Fakat böyle bir varlık var bunu inkar etmene imkan yok benim görüşüme göre.  İnkar edenler var tabi o ayrı. Hacı Bayram-ı Veli diye bir filozofumuz vardır Ankaralı. Onun dediği bir laf benim düsturumdur: “Ne varsa alemde vardır ademde”. Her din bizim gibi yaratılan insanları terbiye etmek için gönderilmiş kurallardır. İyi bir insan olmak için…Ne bir Hıristiyan olmak ne bir Müslüman olmak ne Yahudi olmak… Bütün mesele insanın kendi kalbi ve vicdanı. Bizi Yaradan kuvvet, kitap vermeden evvel aklı selim vermiş düşünme kabiliyeti vermiş ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti vermiş. Bunları düşündüğün zaman senin kitaba falan ihtiyacın yok.

Çekdar Aközel: Bunu merak edildiği için soruyorum, Masonlukta loca dışında saygın konuma sahip insanlar loca içerisinde de farklı bir saygınlığa sahipler midir? Özellikle Amerika’da.

Sami Bey: Hayır. Şu latifeyle cevaplayabilirim. Mesela Amerikan başkanlarından Roosevelt Masondur. Bir gün evinde yeni Mason olan bir konuğunu ağırlarken onu akşamki loca toplantısına davet etmiş. Gittiklerinde Roosevelt’in arkadaşı bir de bakıyor ki locadaki Usta Mason (Master Mason) Roosevelt’in bahçıvanı, şaşırıp Roosevelt’a dönüp “nasıl olur bu, sen hür dünyanın başkanısın bu adamsa senin bahçıvanın ama senden üstte mevkisi var?”. Roosevelt ise “işte Masonluk budur, bu odaya girdiğin zaman herkes eşittir” diyor.

Çekdar Aközel: Masonluk hakkında neden bu kadar çok spekülasyon vardır?

Sami Bey: İnsanoğlunun bilmediği anlamadığı şeye olan merakı… Benim görüşüm bu. Aşırı derecede merak…  

Röportaj: Çekdar Aközel

27 Ağustos 2019, Delawere, Amerika Birleşik Devletleri

İntihar Bombacısı Olarak Kadınlar

0

Özet:

Terörist eylemler, bir takım siyasal amaçları gerçekleştirmek için şiddeti kullanarak korku ve dehşet durumunun ortaya çıkarılmasını amaçlayan stratejiyi ifade eder. Terörizm, siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli terör kullanmayı yöntem olarak benimseyen bir strateji anlayışıdır (Bozdemir, 1981: 256). Terörist eylemlerin en etkili yöntemlerinden biri olan intihar saldırısı, dar anlamıyla, saldırganın sürecin sonunda çok büyük bir ihtimalle hayatta kalamayacağını bildiği halde diğerlerini öldürmeye veya ciddi hasar vermeye niyetlenerek saldırıda bulunmasıdır (Pape, 1996). Bu çalışmanın temel amacı intihar bombacılarının diğer bir değişle canlı bombaların neden kadınlar içerisinden seçildiğini irdelemektir. Çalışmada öncelikle terörün ve intihar bombacılığının amaçları ve intihar eylemlerini açıklamaya yönelik bir takım sebepler ifade edilecek, bu bağlamda kadının intihar bombacısı olma nedenleri ele alınacaktır.

Terörizm ve İntihar Bombacılığı

Terörizm, siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli terör kullanmayı yöntem olarak benimseyen bir strateji anlayışıdır (Bozdemir, 1981: 256). Bu bağlamda terörden söz edilebilmesi için aynı siyasal amaca yönelmiş bir dizi terör eyleminin varlığı gerekir. Eylemin siyasal amaç taşıması ve terör faaliyetlerinin sivil insanları hedef alıyor olması terörizmi diğer şiddet eylemlerinden ayıran temel özelliklerden biridir.

Terörizm olgusu eskisine göre giderek farklılaşan bir anlama ifade etmektedir. Terörizmin bu eski imajına bakıldığında, genelde ideolojik bir amaç ya da bir ulusal kurtuluş mücadelesi gibi tek bir siyasî isteklendirmeyle gerçekleştirilen bir olgu olduğu görülür. Oysaki terörizm artık salt ideolojik ya da benzeri birtakım nedenlerden dolayı ortaya çıkan bir olgu olmanın ötesine geçmiştir. Terörizmin yeni imajı bu görüntüsünden oldukça uzak olup, geçmiştekinden farklı olarak terörizmin değişik isteklendiricileri, değişik aktörleri ve değişik destekçileri bulunmaktadır. Yeni hâliyle terörizm, geçmişe nazaran daha “öldürücü” bir hâl almıştır (Lesser, 1999:1).

Terör eylemlerinin başlıca amaçlarına bakıldığında, toplumun korku içinde yaşamasına sebep olmak ve kitleleri örgütleyerek savundukları ideolojinin haklılığına toplumu inandırmaktır (Yahşi, 2015). Bununla beraber; halkın örgüte sempati duymasının sağlanması, can derdine düşerek terörizme karşı duyarlılığını yitirmesi ve devletin uluslararası toplum tarafından insan hakları ihlali ve gereksiz şiddet kullanımıyla suçlanarak mahkûm edilmesi amaçlanmaktadır (TBB, 2006:177, akt. Yahşi, 2015).

İntihar saldırıları, terör eylemlerinin en etkili yöntemlerinden biridir. İntihar saldırısı daha geniş anlamıyla, politik amaçlar uğrunda devlet büyükleri veya diğer önemli kişiler, askeri birlikler, temsili öneme sahip mekanlar veya hedef gözetmeden tüm sivillere karşı gerçekleştirilen ve bombacının saldırıyı gerçekleştirirken kurtulmak gibi bir düşüncesinin olmadığı, şiddetin en yoğun yaşandığı eylemler olarak tanımlanabilir (Alkan, 2011). İntihar saldırılarını diğer terör eylemlerinden farklı kılan da intihar bombacısının eylemi başarıyla sonuçlandırması için kendisini de öldürmesi gerektiğidir. Modern intihar saldırılarında ilk hedef saldırının yapıldığı yerdeki insanlar olarak görünse de, esas amaç bu saldırıya çeşitli iletişim vasıtalarıyla şahit olan toplumu korkutarak terör yaratmak, yani psikolojik bir savaş başlatmaktır (Yahşi, 2015). Eski bir Çin atasözüyle dile getirilirse bir öldür bin korkut (Wilkinson, 2002:144). Terörizm bir kişiyi öldürüp milyonları korkutarak, onların siyasal tercihlerini etkilemektir. Bu anlamda sembolik bir fiildir (Başeren, 2003: 10).

İntihar saldırılarının amaçları genel olarak hedefteki hükümetin politikalarını değiştirmeye yönelik olarak kullanılan baskı stratejisidir. Bu strateji ile intihar saldırıları bir terör eylemi halini aldığında özellikle sivillere acı çektirerek ya hükümetin teslim olmasına, ya da hükümete karşı ayaklanmaya neden olmaya çalışır (Sevinçok, 2012). “İntihar terörizmi” kavramını kullanan Bloom’a (2005: 76) göre bu saldırılar, siyasi sebeplerle yapılan, şiddete dayalı ve saldırganın bilinçli bir şekilde seçtiği hedefi kendisiyle beraber patlattığı eylemlerdir. Bloom’a göre eylemcinin planlı ölümü saldırının başarısının ön şartıdır (Yahşi, 2015). Sevinçok (2012: 16)’un tanımlamasına göre de intihar saldırılarının aktörleri, hayatını politik bir dava uğrunda feda etmeyi göze almış, aynı zamanda fiziksel ve psikolojik olarak savaş eğitimi almış kişilerdir.

Hafez’e göre intihar bombacıları vücuduna sardığı patlayıcı maddelerle insanlara saldırarak onları öldüren veya sakat bırakan her iki cinsiyetten gönüllü kişilerdir. Buradaki ölerek öldürme eylemi geleneksel savaşlardan veya bir kısım terör hareketlerinden farklıdır. Görevin başarıyla tamamlanması için kişinin kendini feda etmesi mutlak şarttır, çünkü intihar saldırısında eylemcinin ana hedefi “şehit olmaktır” (2006: 4; Tavas, 1999).

İntihar bombacıları oluşturmanın tipik bir yönteminin iki basamaktan oluştuğu söylenebilir (Volkan, 1997); ilk olarak “öğretmenler” hâlihazırda bireysel kimliği sorunlu olan ve iç dünyalarını dengelemek için içselleştirebilecekleri bir dışsal “öğe” arayan gençler bulurlar. İkinci olarak bu öğretmenler etnik veya dini büyük grup kimliğini, bireyin sorunlu veya zarar görmüş olan bireysel kimliğinin “çatlaklarına” “zorlayarak” yerleştirmeye çalışan bir “eğitim metodu” geliştirirler. İnsanlar bir kez intihar bombacısı olmaya aday olduğunda rutin kurallar veya bireysel psikoloji düşünce ve davranışlarına etki etmez. Böylece geleceğin intihar bombacısı artık büyük grup kimliğinin bir etmeni ve temsilcisi olarak bu grup kimliğini kendisi ve grubun diğer üyeleri için tamir etmeye çalışır (Volkan, 2010).

Örgütler bu seçimi yaparken özellikle ‘kahraman’ algısını belirlediği örgüt elemanları üzerinde aşılamaya çalışırlar. Seçilen kişilere bakıldığında toplumlara ve gruplara göre intihar saldırılarında kullanılacak kişileri seçme biçimleri de değişebiliyor. Seçilen tiplere bakıldığı zaman rahatlıkla duyguları harekete geçirilebilecek kişiler seçildiği görülür. Bunlar bulundukları ortamda yer edinemeyen kişilerdir. Grubun içinde kendini feda etme, bir kahraman olma duygusu ön plana çıkabiliyor. Bu eylemi gerçekleştirdiği zaman hem grubun adına bir hareket hem de kendini kahraman olarak kılacağına inandırılıyor.

Bir İnsan Neden İntihar Bombacısı Olur?

İntihar eylemlerinin nedenlerini araştıran araştırmalar üç kategoriye ayrılmıştır: Birinci grubun yaklaşımına göre bireysel psikolojik yaklaşımlar, intihar saldırılarının başlıca nedeni olarak kişisel düzeydeki psikopatolojiyi, kimlik konularını vurgular. İkinci olarak örgütsel-stratejik yaklaşımlara göre askeri veya politik yönden etkin bir strateji olduğu iddia edildiği için kullanılmaktadır. Son iddiaya göre ise çevresel/yapısal yaklaşımlarda kullanılan açıklamaların çoğu bu olguya neden olan asıl koşullar olarak, din, milliyetçilik ve toplumsal etkenler üzerinde odaklanmıştır (Moghadam, 2005).

Terörizm birçok münferit sebepten ileri geliyor olabilir ve bunların tek tek ele alınabilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı bu sebepleri ekonomik, sosyal, siyasal, psikolojik olmak üzere gruplandırmak mümkündür. Bir terörist olayın yalnızca bir nedeni bulunmayabilir. Bu nedenlerden bir kaçı veya hepsi aynı anda ve kompkes bir biçimde herhangi bir terör olayının gerçekleşmesine yol açabilir.

Bireyin içinde bulunduğu zor ekonomik şartlar, toplumu oluşturan gruplar arasındaki gelir düzeyi farklılıkları, geçimini sağlamakta zorluk çeken alt kesimlerin hayatlarını idame ettirmelerini zorlaştırmaktadır. Bu kesimlerdeki genel hoşnutsuzluk, giderek toplumdan yabancılaşmayı, radikal ve marjinal akımlara yönelmeyi olanaklı hale getirir. Şiddete meyil eden bu insanlar terörün alt yapısını oluştururlar. Bu ortam kendilerine destek arayışı içindeki terörist gruplarca bulunmaz bir fırsattır. Diğer bir taraftan kaybedecek neyim var düşüncesi bu insanların ellerine geçen ilk fırsatta içinde bulundukları durumdan sorumlu tuttukları kesimlere yönelik içlerinde bulunan kini kusmalarına neden olur.

Hiçbir birey içinde bulunduğu toplumdan ayrı değerlendirilemez. Bu bağlamda bu intihar bombacılarını içinde bulundukları toplumun bir parçası olarak görmek gerekir. Bireyin çevre ile etkileşimi kendisini inşasında önemlidir. Aile içi çarpıklıklar, şiddet, hatalı eğitim sistemi bireyleri psikolojik sorunları olan kötümser ve karamsar kişiler haline getirebilir. Kendisini ifade edemeyen insan şiddete meyillenir. Dış dünya ile hesabını görmek için teröre yatkın hale gelebilir.

Kişisel becerisi, yetkisi ya da yeteneği düşük seviyede olan insanlar içinde bulundukları toplumsal durumu ve konumu beğenmezler ve toplum tarafından engellendiklerini sevgi ve saygı görmediklerini düşünürler. İlgi görmek ve saygınlık kazanmak için saldırgan davranışlara yönelirler.

İntihar saldırılarının planlanması aşamasında, eylemci adayları çeşitli zorlama ve aldatma ile karşılaşsa da, çoğu kurban kendi akıbetlerinin farkında olarak eylemlerini gerçekleştirir. İntihar saldırıları için motive edici güdülenmeleri Sevinçok (2012: 173-174) şu şekilde sıralamıştır:

  • Grupların ideolojik davalarına güçlü şekilde inanma ile ortaya çıkan sadakat duygusu bireyleri intihar saldırılarına katılmaya itebilmektedir. Bazı bireyler için de örgütün yaşamasını kendi yaşamlarından üstün görülmektedir.
  • Çevresi tarafından sürekli istismar edilen, küçük düşme ya da aşağılanma gibi hareketlerle kendilerine acı çektirenlere karşı intikam alma duygusundan, intihar saldırısıyla ölmek bu şekilde yaşamaktan kaçış olarak görülmektedir.
  • Bazıları için de intihar saldırıları sonunda ölmek intihar olarak düşünülmez. İslami gerekler intiharı kesin yasaklamış olmasına rağmen ölen kişi cihat adına dini emri yerine getirirken şehit olarak kabul edilir. İntihar saldırısı kahraman olarak iz bırakmak için yapılır. İntihar eden kişinin ailesi için para ödülleri, Allah’ın yanında garantili yer gibi teşvikler sunulur. İntihar eylemcileri şehit olarak ölümden sonraki yaşamda ödüller alacaklarına inanırlar. Ayrıca Tamil üyeleri kendi davaları için kendilerini kurban eden bütün intihar teröristlerini onurlandırmak için her yıl “Kahramanlar Günü” düzenlerler.
  • Dini saikler, dinsel-etnik milliyetçilik, veya sadece etnik milliyetçilik motivasyon için güçlü etkiye sahip unsurlardır.
  • İntihar saldırılarının yaygın olduğu, intihar eylemcilerinin onurlandırıldığı bir yerde şehadetin ölümsüzlüğü aşılanır. Bu şekilde yetiştirilen ortamlarda intihar eylemleri için gönüllüler kolaylıkla bulunmaktadır.

İntihar Eylemlerinde Kadınlar

İntihar saldırılarında kadınların yer alması eski bir olgu olmamasına rağmen günümüzde kendilerini canlı bomba olarak kullanmaları olağan hale gelmiştir. İntihar saldırılarında kadınlar genellikle, ideolojik sebeplerden ziyade kişisel nedenler ile mücadele içinde yer almışlardır. Bu nedenler arasında kadının, çocukluğundan beri yoğun şiddete maruz kalması ve eline fırsat geçtiğinde bunun öcünü alması gösterilebilir. Bir diğer nedeni ise kadının erkeğin yanında kendini kanıtlama sorunu yaşamasıdır. Bu alanda güçsüz olmadığını, şiddetin en âlâsını, erkeklerden bile sert uygulayabileceğini göstermek, “Ben de varım” demek, fiziki güçsüzlüğünü bu cesaretle örtmek istemektedir.

Bayanlar duygusal açıdan çok daha fazla etkilenme potansiyeline sahiptirler. Bu anlamda davalarına inandıklarına karşı biraz daha fazla duygu yüklü olabilmektedirler. Kadın biraz daha sahiplenicidir. Bu sebepler kadınların bu tip durumlar için biraz daha elverişli olabildiğini göstermektedir.

Kadın eylemcilerin neden kullanılmaya başlandığı konusunda değişik fikirler vardır. Bunun nedeni olarak ilk zamanlarda taktik ihtiyaçlardan kaynaklandığı fark edilmiştir. Taktik açısından gizlice saldırma, kadınların aranmasında tereddüt edilmesi gibi avantajlarının bulunması, sayılarının ve popülerliğinin artması ve psikolojik etkileri nedeniyle tercih sebebi olması önemli faktörlerdir. Kadın intihar bombacıları düşük maliyet, düşük teknoloji ile hedefe erkeklere nazaran daha kolay ulaşarak daha etkili eylemler gerçekleştirebilirler (Zedalis, 2004). Kısaca, eylemlerde kadınların kullanılması, hazırlık aşamasında dikkat çekmemeleri, erkeklere göre eylemden sonra daha çok medya ilgisi çekmesi, çatışmaların zararlarından kadınların daha fazla etkilenmesi nedeniyle kadın eylemci bulmanın kolay olması gibi etkenler bulunmaktadır.

Kadın intihar eylemcilerinin canlı bomba olmaya karar vermelerinin altında erkek adaylara nazaran yaşadıkları psikolojik travmalar da çok önemli yer tutar. Erken yaşlarda yaşadıkları tecavüz olayları, yakınlarının gözleri önünde katledilişi ve bunun gibi farklı dramlar intihara karar verme nedenleri olmuştur. Bu bir çaresizlik eylemi olarak da görülebilir (Yahşi, 2015).

Sonuç

Terörizmin kuralsız şiddet kullanarak bir intihar eylemcisinin kendisini feda etmesiyle ortaya çıkan türü intihar terörizmidir. İntihar terörizminin diğer terör eylemlerinden farkı saldırının başarı şartının eylemcinin kendisini öldürmesi gerekliliğidir. İntihar saldırıları, diğer terör eylemlerine göre gerçekleştirilme kolaylığı açısından daha avantajlıdır, ayrıca geniş kitlelere hitabı ile de yankısı büyüktür. İntihar saldırılarının başarı ihtimali diğer terör eylemlerine göre daha fazladır.

Çalışmada ele alınan ana konu olan kadınların intihar bombacısı olma nedenleri arasında siyasi, ekonomik, psikolojik birçok faktör olabilmektedir. Sonuç olarak, toplum içerisinde kendisini ifade edemeyen kadın şiddete meyillenir ve kaybedecek neyim var düşüncesi bu kadınların dış dünya ile hesabını sormak için ellerine geçen ilk fırsatta içinde bulundukları durumdan sorumlu tuttukları kesimlere yönelik içlerinde bulunan kini kusmalarına neden olmaktadır. Kadınların erkeklere nazaran daha çok tercih edilmesinin başlıca sebebi ise kadınların toplumsallaşma ve örgüt içindeki işe yaramazlık psikolojisi oluşturma sürecinde kendilerini ispat etmeye erkeklerden daha fazla ihtiyaç duymalarıdır.

Gizem ÖZDEMİR*

Kaynakça:

Başeren, S. H. (2003). Uluslararası Hukukta Devletlerin Münferiden Kuvvet Kullanmalarının Sınırları. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

Bozdemir, M. (1981), “Terör(mü) ve Terörizm(mi?)”, S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllığı, Cilt:6,

Hoffman, B. (1998). Inside Terrorism. New York: Colombia University Press.

Moghadam, A. (2003). Palestinian Suicide Terrorism in the Second İntifada: Motivations and Organizational Aspects. Studies in Conflict and Terrorism 26, 66-92.

Pape, R, A. (1996). Bombing to Win: Air Power and Coercion in War. USA: Cornell University Press.

Sevinç, B. (2012). İntihar Bombacıları ve Ölümün Rasyonelleştirilmesi. Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Dergisi, 3(1), Erişim Tarihi:19.03.2016. http://kutuphane.dogus.edu.tr/mvt/pdf.php.

Sevinçok, L. (2012). İntihar Saldırıları. Ankara: Bencekitap.

Volkan, V. D. (2018). İntihar Bombacıları. Akademik Orta Doğu, 4(2), 1-8.

Wilkinson, P. (2002). Terör ve Terörizm: Kavramlar, Özellikler Ve Tipoloji. (çev Talip Kabadayı). Silinen Yüzler Karşısında Terör içinde, Cemal Güzel (ed.), Ankara: Ayraç Yayınevi.

Yahşi, M. (2015). Terör Örgütlerinde İntihar Bombacısı Kişiliği ve Etkinliği. Yüksek Lisans Tezi, Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü, Ankara.

Zedalis, D., D. (2004). Female Suicide Bombers. Hawaii: University Press of the Pacific.


* Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, [email protected]

Güvenlikleştirme Yaklaşımı: Türkiye’de Suriyeli Göçmenler ve Göçün Güvenlikleştirilmesi

Abdulmuttalip Çoban[1]

GİRİŞ

     Güvenlik tarih boyunca çoğu alanda birçok durumu açıklamak için kullanılmış ancak tanımı açısından tam anlamıyla bir tanımı yapılamamıştır. Bunun en büyük nedeni olarak birey , toplum ve ulusal güvenlik olarak ortaya çıktığı için her alan kendi tanımını yapmak durumunda kalmıştır. Soncunda ise bu alanla ilgilenen birçok düşünce ekolü ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Kopenhag Ekolü güvenlik kavramını ele alarak bu alanı bir diğer önemli boyut olan güvenlikleştirme alanına taşıyarak farklı bir bakış açısı koyarak ortaya çıkan durumları açıklamaya çalışmıştır.

    Bu çalışma güvenlikleştirme argümanının çoğu açıdan başarılı bir şekilde uygulanması örneği olan Türkiye’de 2002 yılından bu yana iktidarda olan AK Parti hükümetinin 2011 yılında ortaya çıkan Suriye olayları nedeniyle göç hareketine başlayan Suriyeli halkın ortaya çıkardığı göç sorununun güvenlikleştirilmesi aşamasını işlemiştir. Bu güvenlikleştirmenin referans nesnesi ülkenin istikrarı ve ekonomik, sosyal ve siyasi durumu belirlenmiştir. Güvenlikleştirici aktör olarak ise AK Parti liderleri ve bu parti döneminde oluşturulan kurumlar ön plana çıkmıştır. Çalışma iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde güvenliğin tanımı yapılmaya çalışılmış ve Kopenhag Ekolü’nün güvenlik yaklaşımı ve farklı bir boyutu olan güvenlikleştirme argümanı ele alınmıştır. İkinci bölümde ise göç kavramı tanımlanmaya çalışılmış ve Türkiye açısından uluslararası göç alanı aktarılmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu bölümde Türkiye’nin AK Parti iktidarında ortaya çıkan göç sorununu nasıl güvenlikleştirdiği ortaya koyulmaya çalışılmıştır.

GÜVENLİK KAVRAMINA GENEL BİR BAKIŞ

1.Güvenliğin Tanımı

    Güvenlik kavramı uluslararası ilişkiler çalışmalarında sıkça kullanılmasına rağmen tanımının belirgin bir şekilde yapılması açısından çoğu zaman net bir ifade kullanılamamaktadır. Güvenliğin ne anlama geldiği, nasıl tanımlanacağı ve tanımlanırken hangi sorulardan yararlanılacağı gibi çeşitli konularda anlaşmazlık mevcuttur. Ayrıca güvenlik ulusal güvenlik, birey güvenliği, toplumsal güvenlik ve uluslararası güvenlik gibi alt kısımlara ayrıldığı için her bir alanın kendine has felsefi ve tarihsel anlaşmazlığı mevcuttur. Bu yüzden güvenlik net bir tanımının yapılmasına olanak sağlamamakla birlikte muğlak bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır.[2] Buzan , güvenliği “güç” , “sevgi” ve “ özgürlük “ kavramları gibi muğlak ve tartışmaya açık bir kavram olarak nitelendirmiştir. McSweeney’in görüşüne baktığımızda ise o da güvenliğin tanımının yapılmasının zorluğundan bahsederek “barış” , “onur” , “ adalet” gibi kavramlarla ilişkilendirerek tanımlanmaya direnen bir kavram olarak nitelendirmiştir. Baldwin ise tartışmalı bir kavram söylemlerini kullanmayarak yeterince açıklanamayan ve kolay bir şekilde karıştırılan bir kavram olarak tanımlamıştır.[3]

       Güvenlik kavramının tanımlanmasına yönelik ilk kapsamlı çalışmayı 1952 yılında yapan Wolfers’a göre güvenlik, kazanılmış argümanlara yönelik tehditlerin veya bu tehditlerin var olup olmadığına yönelik endişelerin bulunup bulunmamasıdır. Wolfers’tan etkilenen Baldwin ise güvenliğin tanımının yapılması için “ hangi değerler için, hangi tehditlere ne tür aracalar ile, ne kadar sürede ve ne ölçüde “ gibi çeşitli unsurları ortaya koymuştur. [4] Bunun yanında birçok araştırmacı öznel ve nesnel güvenlik arasında ayrım yaparak tehdit ve öteki kavramlarını kullanarak güvenlik kavramını anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bu amaçla Wolfers’a göre nesnel güvenlik sahip olunan değerlere yönelik herhangi bir endişenin yokluğu iken, öznel güvenlik ise bu değerlerin herhangi bir saldırıya uğrayacağı endişesinin yokluğudur. Kopenhag Okulu’nun perspektifinden güvenlik tanımına baktığımızda karşımıza Waever’in tanımlamaları çıkmaktadır. Ona göre güvenlik,  herhangi bir değere yönelik tehdidin varlığı ve bu tehdide karşı birtakım tedbirlerin alındığı durumdur. Tersi olarak düşünüldüğünde is herhangi bir değere yönelik tehdidin ortaya çıkması ve bu tehdide yönelik önlemlerin, tedbirlerin alınmaması durumuna ise “ güvenliksizlik ” denir.[5]

      Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzerine güvenlik tanımı muğlak olmakla birlikte birçok araştırmacı tarafından tanımlanmaya çalışılmış ve çeşitli argümanları ön plana çıkartarak araştırmacılar bu alana açıklık getirmeye çalışmışlardır. Ön plana çıkan argümanlardan en önemlileri değerlere yönelik “ tehdit” ve bunlar için alınmaya çalışılan “tedbirler”  olarak karşımıza çıkmaktadır.

2.Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi

     Kopenhag Okulu , Kopenhag’da bulunan Çatışma ve Barış Araştırmaları Enstitüsü’nde (COPRI) ortaya çıkmıştır. Bu okulun öne çıkan yazıları Barry Buzan , Ole Weaver , Jaap de Wilde ve diğer yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Bu okul güvenliği yeniden açıklamak amaçlı kavramlar geliştirmek için “ güvenlikleştirme “ ve “ güvenlik dışılaştırma” düşüncelerinden yola çıkmıştır. Okul ana amaç olarak güvenlik kavramının genişletilmesinde büyük bir rol oynamış ve herhangi bir meselenin nasıl güvenlikleştirildiğine ve güvenlik dışılaştırdığına dair geniş bir analiz perspektifi sunmaktadır.[6] Bu okula ismini ilk veren kişi olarak bilinen kişi Mcsweeney’dir. Bu okula katkı yapan Huysmans , okulun önemli motivasyonu olarak güvenliği dar eksenli askeri- siyasi yaklaşımdan kurtarmak ve kavramı tutarsızlıktan uzak bir yapıya kavuşturmak argümanlarını belirlemiştir.[7] 1985 yılında Kopenhag Üniversitesi’nde kurulan Kopenhag Okulu’nun güvenlik yaklaşımları ilk başta Weaver ve Buzan’ın bireysel çalışmaları ile ortaya çıkmıştır ve bireysel çalışmalar iki farklı kitapta toplanmış ve geliştirilmiştir. Bu okulun güvenlik çalışmalarına yönelik belli tehditleri ve içeriği ile ne zaman ortaya çıktığına yönelik argümanları güvenlikleştirme tezlerinde bulmamız mümkün olmaktadır.[8]

    Kopenhag Okulu’nun güvenlik alanındaki çalışmalara getirdiği en önemli yeniliklerden biri güvenliğe sadece askeri güvenlik açısından bakmayı reddederek bu güvenlik alanına ekonomik , çevresel, toplumsal ve siyasi güvenliği de eklemesidir. Buradaki amaç toplumlar için ve özelde insanlar için tek güvensizlik kaynağının askeri tehditler olmadığını ortaya çıkarmaktır. Güvenliği bu anlayışla incelemenin önemli avantajı olarak bu sektörler arası özel ilişki çeşitlerini açıklamakta ve bu sektörler arası etkileşimi ortaya koymaktadır. Bu sektörlerin ortaya çıkardığı ilişkilere baktığımızda ise askeri sektör baskı ilişkilerini, siyasi sektör ise otorite, yönetim statüsü gibi ilişkilerle bağdaştırılmıştır. Ekonomik sektöre baktığımızda ticaret ve üretim gibi çeşitli ekonomik argümanlarla ilişkilendirildiğini görürüz. Toplumsal sektörde ön plana kimlik inşası çıkmaktadır. Son olarak çevresel sektörde ise insan faaliyetleri ve dünyanın biyosfer ilişkiler göze çarpmaktadır.[9]

[10]   

       Uluslararası alanda herhangi bir konuyu güvenlik sorunu haline getiren şeyin ne olduğu sorusu güvenlikleştirme yaklaşımının ana oluşum noktasıdır. Bunun en önemli belirtisi güvenlik sorunları bir devletin bağımsızlığına ve varlığına yönelik önemli tehditler oldukları için bunlar devletin normal işleyişini aksattığı için belli tedbirlerin alınası gerekmektedir. Böylece herhangi bir gelişmenin güvenlik sorunu olarak tanımlanması ile devlet belli bir hak iddia eder. Bu hakkı da sağlayacak olan kişiler ise devlet ve elitleridir.[11]

     Kopenhag Okulu’nun ortaya koyduğu bir diğer teori ise Bölgesel Güvenlik Teorisi’dir. Amacı bölgesel güvenlik anlayışını tekrar ön planda tutmaktır. Bu anlayışa açıklık getiren Buzan’a göre , dünya çapında yer alan tüm devletler çeşitli açıdan birbirine bağlıdır. Bu bağlılığın yaşandığı bir alan olarak güvenlik ön plana çıkmaktadır. Ancak devletlere yönelen tehditler ve güvensizlik hisleri daha çok yakınlık derecesi ile alakalı olduğu için bölgesel güvenlik argümanı önemli hale gelmektedir ve Kopenhag Okulu’nun çalışmaları arasında kendine yer bulmuştur. Buzan ve Weaver ele aldıkları bu Bölgesel Güvenlik Teorisini 2003 yılında Regions and Powers: the Structure of International Security isimli kitapta çok daha detaylı incelemişlerdir.[12]

    Güvenlikleştirme teorisi , herhangi bir kamu sorunun nasıl ve ne şekil bir güvenlik sorununa dönüştüğünü açıklamada öncü olmaktadır. Herhangi bir sorun siyasal olamayan bir alandan siyasal alana , oradan da güvenlikleştirilen alana geçebilmektedir. Sorun siyasal olamayan alanda bulunduğu zaman devletin ilgisi alanı dışındadır. Kopenhag Ekolü’nün ana kuramsal argümanı “ söz-edimi” kuramıdır. Buna göre ortaya çıkan sorunların ancak bizim tespitimiz sonucu “ güvenlik” tehdidi olarak kabul edilebileceğini aksi taktirde herhangi bir sorun olarak kabul edilemeyeceğini ortaya koyar. Bu sorunlar kendiliklerinden güvenliğe karşı bir sorun olmazlar, bireyler bu argümanları güvenlikleştirirler.[13]Kopenhag Okulu’na göre , güvenlikleştirme anlayışının üç farklı birimi vardır: referans nesneleri , güvenlikleştiren aktörler ve işlevsel aktörler. Referans nesneleri, tehdit altında olan argümandır. Genel anlamda güvenlikleştirmenin geleneksel referans nesnesi devlettir. Ancak güvenlikleştirici aktörler ulusal kimlik , sosyal gruplar gibi hemen her şeyi referans nesnesi olarak alabilirler. Güvenlikleştirici aktör , herhangi bir konuyu güvenlikleştirmek amacıyla ona dair bir güvenlik konuşması yapan aktörlerdir. Bunlara örnek olarak siyasi elitler , ordu , hükümet , baskı grupları sıralanabilir. İşlevsel aktörler ise güvenlik alanındaki alınacak kararları önemli ölçüde etkileyen aktörlerdir.[14]

     Kopenhag Okulu , belli bir konunun nasıl yaşamsal tehdit oluşturduğu ve sonucunda nasıl eyleme geçirildiğini anlatmak üzere iki aşama ortaya koymuştur. Birinci aşamaya göre , herhangi bir meselenin , kişi ya da varlığın referans nesnelerine yaşamsal tehditler sunmasıdır. Bu aşamada devlet dışı aktörler güvenlikleştirme hareketinde önemli bir argüman olarak ortaya çıkmaktadır. İkinci aşama olarak , güvenlikleştirici aktör , referans nesnesinin varlığının tehdit edildiği konusunda politikacılar , elitler , ordu gibi muhatapları bu tehdidin varlığına yönelik ikna etmesidir. İkna ettiğinde ise bu güvenlikleştirme eylemi başarıya ulaşmış demektir. Bu tehdidin aciliyetinden dolayı ilgili aktörler bu konuya rıza göstermektedirler. Burda bir diğer önemli argüman ise “ konuşma eylemi” dir. Konuşma eylemi ortaya çıkan yaşamsal tehdidin söylemsel temsili olarak tanımlanır. Kopenhag Ekolu’ne göre bu  eylem güvenlikleştirme sürecinin başlangıcını oluşturmaktadır. Güvenlikleştiren aktör bu tehditle ilgili acil önlemlerin alınması gerektiğini bu konuşma eylemi ile ilgili muhataplara iletmektedir. Güvenlikleştirme , ilgili kitlelerin referans nesnesinin varlığına yönelik tehdit olduğu konusunda ikna edilmeleri halinde başarılı olabilecektir. Bu eylemin başarılı veya başarısız olması açısından önemli olan söylemin ikna ediciliğidir. Bu ikna etme eyleminde başarıya ulaşıldığında artık acil eylemlerin alınması yönündeki adımlar atılmaya başlanır.[15]

    Şekilde görüldüğü gibi güvenlikleştiemenin başarıya ulaşması için çeşitli adımlar izlenmektedir. Bu güvenlikleştirme argümanının dışında Kopenhag Okulu’nun bir diğer ilgilendiği konu güvenlikdışılaştırma’dır. Tersine bir süreçtir ve ilgili konuların acil konumundan çıkarılıp, siyaset alanı içerisinde normal alana alınmasıdır. Yani ilgili konuların normal siyaset alanı içine taşınmasıdır. Başarılı bir güvenlikdışılaştırmanın olması için de  aktörlerin ilgili kitleleri referans nesnelerinin  varlıklarına yönelik bir  tehdit altında olmadığına ikna etmeleri , alınan acil tedbirlerin zara verdiğini ve güvenlikleştirmenin tersine döndürülmesi gerektiğini söylemesi ve muhatapları ikna etmesi gerekmektedir.[16]

TÜRKİYE’DE AK PARTİ  DÖNEMİ GÖÇÜN GÜVENLİKLEŞTİRİLMESİ

  1. Göç Kavramı

     İnsanlar farklı coğrafyalar arasında bireysel veya bir grup halinde ve özellikle savaş dönemlerinde büyük topluluklar halinde hareket edebilmektedir. Bu hareketin genel bir kavramsallaştırması olarak “göç “ kavramı kullanılmaktadır. Göç kavramının tanımına baktığımızda çeşitli ekonomik , toplumsal ve siyasi nedenler sonucu insanların bireysel ,grup veya kitlesel olarak bulundukları konumdan farklı bir yere hareket etmesi olarak tanımlanmaktadır. Ancak göç her zaman bu tür sınırlandırma içerisinde tutulmayabilir. İnsanlar çalışmak için veya kendilerine daha iyi bir hayat sürmek için farklı yerlere geçici veya kalıcı bir şekilde olma üzere hareket edebilmekte ve orada yerleşebilmektedirler.[17]

   Uluslararası göç kavramının ve özelde göç kavramının tam anlamıyla anlaşılabilmesi için bu alanda ortaya çıkan belli kavramların tanımlanması önem arz etmektedir. Göçün önemli bir argümanı olarak karşımıza yasal yoldan yapılıp yapılmadığı çıkmaktadır. Yasal yollardan  genellikle ekonomik refah açısından kendi isteği doğrultusunda bulunduğu ülkeyi terk ederek yine yasal yollarla yetkililerin izniyle başka bir ülkeye girip orada yaşayan kişiye göçmen adı verilmektedir. Bulunduğu ülkeyi yasal yollardan terk edip farklı bir ülkeye yasa dışı yollardan girip ve belirtilen sürede bu ülkeyi terk etmeyerek yaşamaya veya çalışmaya devam etmeye yasa dışı göç ve bunu gerçekleştiren kişiye yasa dışı göçmen denir. Herhangi bir nedenden dolayı zulme uğrayacağından veya hayati tehlikesinin olacağından korkan ve bu nedenle ülkesini terk edip başka ülkeye giren ve o ülkenin korumasından yararlanmayan ancak geri dönmek istemeyen kişiye mülteci denir. Mülteci olduğunu iddia ederek farklı bir ülkeye sığınan ancak o ülke yetkili mercileri tarafından karar verilmemiş olanlara sığınmacı denir.[18] Çoğu devlet açısından bakıldığında temel sorunu yasa dışı şekilde çeşitli nedenlerle ülkeye girenler ve sınır kapılarında girmeyi bekleyenler oluşturmaktadır.

  • Türkiye ve Göç Kavramı

   Türkiye mevcut coğrafi konumu nedeniyle gerek ulusal anlamda gerekse de uluslararası anlamda çeşitli göç olaylarına ev sahipliği yapan ülke konumunda olmuştur. Zaman boyunca hem göç veren hem de göç alan ülke konumuna gelmiştir. Ulus içinde göç hareketleri genellikle 1980’li yıllarda ortaya çıkan terör olayları nedeniyle doğudan batıya doğru olmuştur. Türkiye’den ülke dışına en büyük göç hareketi 1950-1960 yılları arasında Almanya’nın işgücü açığını kapatmak için doğudan batı yönüne doğru gerçekleşmiştir. Bugün dünyanın çoğu bölgesinde Türk yerleşimciler görülmektedir. Ancak özellikle 1990’lı yıllardan sonra gerek konumu itibariyle gerek turizm sektörünün gelişmesi ile gerekse de doğal güzellikleri ile Türkiye çoğu yabancı turist içinde cazibe merkezi haline gelmiştir. Ayrıca Türkiye, gerek Avrupa’ya ulaşım açısından kapı görevi görmesinin yanında Afrika ve Ortadoğu toplulukları için de bu bölgelere çıkış kapısı niteliği taşıması açısından önemli bir yer edinmektedir.[19]Ancak Türkiye bu kıtaları birbirine bağlamanın olumlu karşılığını görmesinin yanında olumsuz sonuçlarından da etkilenmiştir. Kuzey Afrika, Ortadoğu ve yakın Asya’dan Avrupa ülkelerine yasa dışı yollarla geçmek isteyen düzensiz göçmen olarak adlandırılan grupların da uğrak yeri haline gelmektedir. Bunun bir sonucu olarak 20.yüzyıldan itibaren refah ve çalışma açısından vatandaşları yurt dışına göç eden Türkiye, artık başka ülke vatandaşlarının göç ettiği ve çalışmaya başladığı ülke konumuna gelmiştir. Yaşanan bu insan hareketliliğinden Türkiye ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan olumsuz etkilenmiştir. Türkiye konumunun avantajlarını kullanmanın yanında koşu ülkelerde ortaya çıkan siyasi belirsizlikler ve çatışmalardan olumsuz etkilenmiştir.[20]

     Ülkemizin çeşitli nedenlerden dolayı göç aldığı dönem ve rakamlara baktığımızda cumhuriyet döneminin öncesinde başlayan göç hareketleri cumhuriyet dönemi sonrasında da  kitleler halinde devam etmiştir. Göçlerin çoğunluğunu çevre ülkelerdeki siyasi olaylardan dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalan kişiler oluşturmaktadır. Örneklere baktığımızda 1998 yılında Halepçe katliamından sonra Irak’tan 51.542 kişi , 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20 bin kişi , 1999 yılında Kosova’dan 17.746 kişi ve son olarak 2011 yılında Suriye’de meydana gelen olaylar nedeniyle 1 milyondan fazla kişi Türkiye’ye göç etmiştir. Genel olarak Türkiye 1922’li yıllardan itibaren yaklaşık 2.5 milyon kişiye ev sahipliği yapmıştır. Bu sayıya yasal yollardan gelip Türkiye’de çalışmakta , öğrenim görmekte olanlar ve yerleşmek , evlilik yapmak amacıyla gelenler dahil değildir. Ancak Türkiye’ye gelen göç akınlarının büyük bir bölümünü düzensiz göçler oluşturmaktadır. Çoğu göçmen nüfus altında olan kişilere de geçici koruma statüsü verilmiştir.[21]

Türkiye’nin göç aldığı ülkelere bakıldığında karşımıza özellikle Afganistan , Romanya , Rusya , Moldova , Ukrayna çıkmaktadır. Türkiye özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Romanya , Rusya , Moldova gibi ülkelerin yasa dışı göçlerine maruz kalmıştır. Son dönemlerde ise Ortadoğu ağırlıklı göçmenlerin etkisini hissetmektedir.[22]

Göç konumunda olması nedeniyle gerek transit gerek hedef gerekse de kaynak ülke görünümünde olan Türkiye , uzun kara ve deniz sınırlarına sahip olması nedeniyle gümrük kapılarında kontrollerde zorluklar yaşamış ve yakın döneme kadar göç politikası ortaya koymakta başarıya ulaşamamıştır.Ancak 1970’lerin sonunda ortaya çıkan Rusya’nın Afganistan’ı işgali , İran İslam Devrimi , Orta Doğu ve Irak’taki çalkantılı dönemler ve özellikle 2011 yılında Suriye’de ortaya çıkan çatışma ve karışıklık durumu nedeniyle Türkiye mülteci , sığınmacı , kaçak ve transit göçmen konumunda olan kişilerin hedefi haline gelmiş ve karmaşık yapıda bir göç rejiminin oluşması sonucunu doğurmuştur. Zaman içerisinde Türkiye bu göçlerin etkileri, AB’ye üyelik süreci , değişen uluslararası konjoktür ve değişen güvenlik algıları nedeniyle göç konusuna daha özel ve etkin şekilde eğilmek durumunda kalmıştır. [23]

   Türkiye’nin göç konusunda olumlu ve olumsuz anlamda etkilenmesi sonucu bu alanla daha fazla ilgilenmesi gerekliliği ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Türkiye çeşitli belgelere imza atarak , çeşitli kurumlar ortaya çıkararak ve çeşitli uluslararası kuruluşlarla ilişki içinde olarak bu konulara son dönemlerde çok daha fazla eğilmiştir. Öncelikle belgeler açısından bakıldığında karşımıza Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ve 1967 Protokolü  , 1950 yılında imzalanan  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi , Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin 1954 Sözleşmesi , Vatansızlığın Azaltılmasına Dair 1961 Sözleşmesi , Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu gibi belge ve sözleşmeler bu açıdan önemlidir. Bunların yanında Türkiye’nin göç politikasına ilişkin yönetmelik , genelge , tebliğ ve Bakanlar Kurulu kararları da vardır. 2013 yılında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile “ Göç İdaresi “ ve “ Göç Politikaları Kurulu “ gibi idari kurumlar kurulmuştur. Ayrıca Birleşmiş Milletler  Mülteciler Yüksek Komiserliği de Türkiye’de göç konusunda çalışmalar yapmaktadır. [24]

  • AKP Dönemi Suriyeli Mülteciler Özelinde Göçün Güvenlikleştirilmesi   

     Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) döneminde Türkiye’nin göç olgusunu nasıl ele alıp güvenliştirdiğine bakmadan önce bu dönemi anlamak için öz bir şekilde dış politika anlayışına değinmek gerekmektedir. Öncelikle Türkiye’nin 2000’li yılların başında koyduğu dış politika anlayışının önemli bir bölümünü proaktif dış politika oluşturmaktadır. Ancak bu politikanın ülke anlayışına tamamen oturması 2002’li yıllarda AK Parti ile birlikte olmuştur. Bu ilkeye göre ülke dışında dünyada nerede bir sorun veya sorun teşkil edecek potansiyel varsa Türkiye orada olmalı ve sorunun içinde olan tarafları en kısa zamanda bir araya getirmelidir. Konumuzun anlaşılması  açısından da bu politika önem arz etmektedir. AK Parti döneminde ortaya atılan diğer önemli bir politika Komşularla Sıfır Sorun Politikası’dır. Türk dış politikası açısından önemli olan bu ilkeye baktığımızda sınırdaş devletlerin çeşitli nedenlerden dolayı aralarında ihtilaf ya da komşu ülkelerin aralarında daha fazla sorun olduğu gözlemlenmektedir. Türkiye’nin 2000 yılları öncesi komşu ülkelerle pek çok sorunu bulunmaktaydı. AK Parti döneminde özellikle Ahmet Davutoğlu tarafından bu sorunları ortadan kaldırmak, bölgesinde güçlü ve sorunlara müdahil olan bir ülke olmak ve buralarda etkisini artırmak için sıfır sorun politikasını benimsemiştir. Bu politika pek uzun süreli olmasa da yeterli etkiyi göstermese de çoğu kesimce kabul görmüştür.[25] Bu politikalar çerçevesinde özellikle Suriye’de yaşanan sorunlardan dolayı göç akınına uğrayan Türkiye’nin olaylara yaklaşımını anlamlandırabiliriz.

      Suriye’de ortaya çıkan soruna baktığımızda ilk olarak Tunus’ta 2010 yılında başlayan iktidar karşıtı kitlesel hareketler daha sonra Suriye , Mısır, Libya, Cezayir, Bahreyn, Yemen, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde halk ayaklanmasına neden olmuş ve Arap Baharı adıyla Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi alanına girmiştir. Suriye’de bu halk hareketleri 2011 yılında başlamış ve tüm ülkeye yayılmıştır. Bu hareketlere Esad rejimi sert bir karşılık vermiş ve Esad karşıtlığına dönen bu olaylara karşı rejim güç kullanma yoluna gitmiş ve kısa sürede olaylar iç savaşa dönüşmüştür. Bu nedenle halk can güvenliği olmadığını ve yaşam koşullarının kötü olduğunu ileri sürerek ülkeden göç etmiş ve Türkiye, Lübnan, Ürdün, ve Irak gibi ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır.[26] Bu dönemde açık kapı politikası uygulayan ve kardeşlik olgusu ile olaya baka Türkiye en fazla göçü alan ülke olmuştur. Göçün  fazla olması nedeniyle bu hareketlilikten olumlu ve olumsuz anlamda etkilenmiş ve olumsuz etkileri azaltmak için liderler , kurumlar aracılığıyla bu göçü güvenlikleştirme yoluna gitmiştir.

      Suriye sorunu özelinde göçün Türkiye’de güvenlikleştirmesini üç şekilde incelemeye tabi tutacağız: İktidar partisi söylemleri , İlgili kurumların faaliyetleri ve kabul edilen yönetmelikler. Aynı zamanda bu aktörler güvenlikleştirici aktörler olara karşımıza çıkmaktadır. Bu güvenlikleştirmenin referans nesneleri ise ülkenin iç istikrarı , düzeni ve refahıdır. Öncelikle iktidar partisi söylemlerine baktığımızda dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 2012 yılında Suriyeli mültecilerin Kilis’te kaldığı Öncupınar konteyner kenti ziyaretinde :

           “ Şu ana kadar Suriye’den Türkiye’ye 40 bin 807 giriş yapıldı. Bunlardan yaklaşık 18 bini kendi arzularıyla tekrar Suriye’ye döndü. Şu an itibarıyla değişik kamp merkezlerimizde toplam olarak 23 bin 11 Suriyeli kardeşimizi misafir ediyoruz. Şu anda konteyner kentimizde, bu kampta 2001 konteynerde 9 bin 633 kardeşimizi misafir ediyoruz. Bu kampın kapasitesini 12 bine kadar çıkartacağız. 2 bin 60 konteyner, sizlere hizmet verecek. Ayrıca Hatay’da bulunan misafirlerin tamamı da bu kampla birlikte 10 bin kapasiteli. Tüm kamplarımızda sizler için eğitimden sağlığa, gıdadan giyime, spor imkanlarından ibadet yerlerine kadar her ihtiyaç en ince ayrıntısına kadar düşünülüyor ve bu ihtiyaçları gidermeye çalışıyoruz, çalışacağız. Şu anda Hatay’da 35 derslikte 805 öğrenci okul öncesi, ilk ve ortaöğretime devam ediyor. İnşallah burada bulunan 4 bin 251 okul çağındaki yavrumuz için de eğitim imkanlarının oluşturulması çalışmasını sürdürüyoruz.”[27]

açıklamalarında bulunmuştu. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Suriyeli göçmenler Türkiye’ye göç ettikten sonra Türkiye’nin yetkili mercileri bu göçün ülke içerisinde olumsuz bir hareketlenme yaşatmaması için göçmenlere karşı önlemler alarak bu göçü güvenli hale getirmeye çalışmışlardır. Başbakanın sözlerinden de anlaşılacağı üzere bu önlemlerin en önemlileri ise sınırlarda konteyner kentler oluşturarak bu kişilerin hayatlarına devam etmelerini sağlamaktır. Burada bütün sağlık , giyim ve barınma imkanlarından yararlanmalarını sağlayarak bu konteyner kentlerden kaçıp ülke içinde istikrarsızlık yaratmalarını önlemeye çalışmaktadırlar. Ancak bu önlemlerde bu amaç için yeterli olmamaktadır ve kamplardan kaçanlar yine de olmaktadır.

    Suriyeliler için yapılan faaliyetlere baktığımızda 10 ayrı ilde 26 geçici barınma merkezinde yaklaşık 256 bin Suriyeli göçmene ev sahipliği yapılmaktadır. Geçici koruma dışında olan yaklaşık 2,5  milyon Suriyeli yabancılara sağlık, eğitim ve giyim konularında yardım yapılmıştır. Bu merkezlerde çocuklar için eğitim hizmetlerinin yanında Türk vatandaşlarının sağlık standartları ile eş değer sağlık hizmetleri almaktadırlar. Ayrıca yetişkin Suriyeli yabancılar için de meslek öğrenebilecekleri eğitim merkezleri oluşturarak mesleği olmayanlara beceri kazandırmaya çalışılmaktadır.[28]

     Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2018 yılında Şanlıurfa Valiliği’nin düzenlediği toplantıda ise :

 “İçişleri Bakanlığımız bir çalışma yürütüyor. Bu gelen Suriyeli, Iraklı, kamplarda, kampların dışında… Bunlar içerisinde şu anda İçişleri Bakanlığımız bir çalışma yürütüyor ve bu çalışmayla bunların bir kısmını bütün incelemeler yapıldıktan sonra vatandaşlığımıza da alacağız. Çünkü bunların içerisinde çok iyi yetişmiş insanlar var, mühendisler var, avukatlar var, doktorlar var,  vesaire vesaire. Bunlardan istifade edelim. Sağda solda kaçak olarak çalışmaktansa vatandaşımız olarak, bu milletin bir evladı olarak çalışsınlar.”[29]

açıklamalarında bulunmuştur. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere göçmenlerin bir kısmına vatandaşlık verilecektir. Bu vatandaşlığın asıl amacı kaçak yollarla ülke içerisinde çalışarak ülke içinde hem sorun teşkil eden hem de istikrarsız bir ortam yaratan göçmenlere gerekli araştırma inceleme yapılarak vatandaşlık verilmesidir. Bu bir güvenlikleştirme amacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu göçmenler arasında iyi yetişmiş avukat, doktor mesleklerinde insanları da vatandaşlığa dahil ederek kalifiyeli eleman ihtiyacını da gidermeye çalışmaktadırlar. Bu önlemlerin asıl nedeni olarak kaçak yoldan çalışıp ülkede çeşitli sorunlara neden olmalarını önlemektir. Güvenlikleştirme adına atılan en önemli adımlardan biri ise Toplumsal Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından Suriye sınırına örülen duvar oluşturmaktadır. Bu durum ile ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017 yılında külliyede Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlediği 38.Muhtarlar Toplantısı’nda :

  “Suriye sınırının yaklaşık 651 kilometrelik bölümü muhkem duvarlarla örüldü, tüm sınıra aynı şekilde duvar örülecek. Böylece terörist giriş çıkışı ve silah aktarmaları engellenecek. Sadece duvar örmekle kalmıyoruz ve bu duvarları da aynı zamanda tüm araç gereçlerle donatıyoruz. İşi kolaylaştıracağız, Irak sınırında aynı şeyi yapacağız ve İran sınırının da uygun olan yerlerinde bunu gerçekleştireceğiz çünkü giriş çıkışlar ülkemize artık daha kontrollü bir şekle dönüşsün.”[30]

açıklamalarında bulunmuştur. Asıl amacın burada terör unsurlarının ülke içine yasa dışı yollardan sınırdan geçerek olumsuz davranışlarda bulunup halkın huzurunu ve refahını bozmasıdır. Ancak burada önemli bir detay olarak 911 km’lik Türkiye-Suriye sınırına duvar örülmesi kaçak yollardan Türkiye’ye girmeye çalışan Suriyeli yabancı kişilerinde bu faaliyetlerini önleme amacı da vardır. Bu şekilde göç olgusunun ülke içerisinde olumsuzluğa yol açmasını önlemek ve göç olgusunu güvenlikleştirmek amacıyla çeşitli faaliyetler yapılmıştır. Bu faaliyetler oluşturulan kurumlar açısından baktığımızda karşımıza AK Parti döneminde 2013 yılında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile kurulan İç İşleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü çıkmaktadır. [31] Bir diğer önemli kuruluş ise 2018 yılında  İç İşleri Bakanlığı’na bağlı Afet ve Acil Durum (AFAD) yönetimin kurulmasıdır. Bu kurumlarla birlikte Suriyeli göçmenler konusunda somut adımlar atılmasını ve göç unsurunun Suriyeliler özelinde güvenlikleştirilmesini AK parti döneminde Türkiye sağlamaya çalışmıştır.

    Suriyeli göçmenlerin son zamanlarda yarattığı olumlu ve olumsuz hareketlenme nedeniyle göç unsuruna daha fazla eğilme gerekliliği ortaya çıkmış ve somut adımlar atılmasını gerekli kılmıştır. Bu amaçla 15 Ekim 2018 yılında İç İşleri Bakanlığı bünyesinde “ İltica ve Göç Bürosu “ kurulmuştur. Bunun sonucunda ilgili bakanlıklar , kamu ve  kuruluşlar , sivil toplum örgütlerinin görüşleri alınarak ve göç konusunda uzmanlaşmış uluslararası örgütlerin desteği alınarak 11 Nisan 2013 tarihinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla birlikte yabancıların Türkiye’ye girişleri, burada kalışları ve ülkeden çıkışları; Türkiye’den uluslararası koruma talep eden yabancılara sağlanacak korumanın değerlendirilmesi ve korumanın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar belirlenmiştir.[32]

   Suriye örneğinde bu kanunun uygulanmasına baktığımızda Suriye’deki durumun ciddiyetini koruması ve sığınmacıların ülkelerine dönüş için yeterli olumlu koşulların henüz sağlanamaması nedeniyle “ geçici koruma “ haklarından yararlanmaktadırlar.[33] Bu geçici koruma ile birlikte Suriyeliler oluşturulan çadır, konteyner kentlerde sağlık, barınma ve giyim gibi ihtiyaçlarını gidererek yaşamlarını devam ettirmektedir. Olaya güvenlikleştirme açısından baktığımızda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı Geçici Koruma Yönetmeliği önem arz etmektedir. Bu yönetmeliğin beşinci bölümünün 15. Maddesine baktığımızda :

  1. Geçici koruma amacıyla sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancıların üzerlerinde, eşyalarında ve taşıtlarında, sınırda Kara Kuvvetleri Komutanlığı Hudut Birlikleri, sınır kapılarında yetkili kolluk birimleri ile deniz yetki alanlarında Sahil Güvenlik Komutanlığı tarafından güvenlik kontrolü yapılır.
  2. Yabancı ve varsa aile üyeleri, kimlik bilgileri, ülkeye giriş tarihi ve yeri ile gerekli görülen diğer bilgileri de içeren tutanakla birlikte ilgili birimler tarafından en yakın sevk merkezine götürülmek üzere mümkün olabilecek en kısa sürede yetkili kolluk birimlerine teslim edilir.[34]

şeklindeki kriterler sağlanarak sınırdan içeri göç dolayısıyla girenlerin ülke içinde herhangi bir olumsuzluğa neden olmaması sağlanmak istenmiştir. Güvenlikleştirme argümanı olarak ise ilgili kurum bünyesinde kabul edilen yönetmelik kullanılmıştır.

    Suriyeli göçmenler açısından kurulan göçün bir diğer güvenlikleştirme argümanı AK Parti döneminde kurulan Afet ve Acil Durum(AFAD) merkezidir. Suriyeli göçmenlerin ülke içerisine direkt  alınıp ülkenin mevcut nüfus yapısı başta olmak üzere , istikrarını ve ekonomik , sosyal durumunu düzende tutmak için sınırda AFAD kontrolünde Geçici Barınma Merkezleri kurulmuştur. Bu merkezlere baktığımızda 10 ilde 26 barınma merkez kurulmuştur. Bu merkezlerin sayısı yaklaşık 178 bindir. Bu merkezlerin çoğunda Suriyeli göçmenler yer almaktadır ancak yaklaşık 4 bin Iraklı göçmen de burada yer almaktadır. Bu merkezlerde göçmenlerle yakından ilgilenmek için 250 kişilik mahalleler kurulmuştur. Bu merkezlerde ibadethaneler , eğitim düzeylerine göre okullar gibi yapılarda göçmenlerin kullanımına sunulmuştur.[35]

( Kaynak : AFAD , Suriye Raporu 15.10.2018)[36]

Bu verilere baktığımızda göçmenlerin barındığ*ı merkezlerin büyük bölümüne Şanlıurfa ve Kilis illerimiz ev sahipliği yapmaktadır. Bu verilerden hareketle Türkiye’nin hem göçmenlerin refahı açısından hem de ülkenin bu göçten olumsuz etkilenmemesi için geçici barınma merkezleri kurarak bu göç unsurunu güvenlikleştirmeye çalıştığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

SONUÇ

    Göç unsuru her bölge ve özelde her ülkenin karşılaşabileceği olağan bir durumdur. Bu göçler genellikle insanların daha refah bir hayat sürmeleri için kendi rızaları sonucu yapılan çok yönlü bir harekettir. Savaş, açlık, kıtlık gibi durumlarda ise bu göç zorunlu hale gelmektedir. Bu yüzden 2011 yılından bu yana yaşanan çatışmalar nedeniyle hayati tehdit altında olan Suriyeli halkın ülkelerinden farklı bölgelere yaptıkları göçler zorunlu göç kategorisine girmektedir. Bu göçlerden özellikle sınırdaş olduğu için ve izlediği yumuşak politikalar nedeniyle Türkiye etkilenmiştir.

   Türkiye bu göçlerden hem olumlu hem de olumsuz anlamda etkilenmiştir. Bu etkilenme aşamasında olumsuz faktörü azaltmak ve sonucunda ortada kaldırmak için belli tedbirler almıştır. Bu tedbirleri hem liderler bazında hem de kurumsal alanda belli yapılar oluşturarak almıştır. Bu tedbirlerin Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi alanları arasında kapsadığı alana baktığımızda Kopenhag Okulu’nun ortaya koyduğu Güvenlikleştirme anlayışını oluşturmaktadır. Bu anlayışın ortaya koyduğu argümanlarla Türkiye’nin AK Parti dönemi göç unsurunu nasıl güvenlikleştirici duruma getirdiğine baktığımızda karşımıza Liderlerin söylemleri, liderler aracılığıyla atılan adımlar, oluşturulan  kurumlar ana güvenlikleştrici aktörler kısmını oluşturmaktadır. Bu durumun referans nesneleri ise ülkenin istikrarı , ekonomik , sosyal ve siyasi durumu ve halkın refahı ön plana çıkmaktadır. Bu argümanlarla göç sorunu güvenlikleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak çeşitli faktörler nedeniyle bu güvenlikleştirme durumu tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Bunda en önemli etken ise göçmenlerin kendi isteklerine göre hareket etmeye çalışması ve göçmen sayısındaki fazlalıktır.

    Genel olarak duruma baktığımızda ise Türkiye sadece Suriyeli göçmenlere değil Afganistan , Irak , Lübnan gibi ülkelerden gelen sığınmacılara da ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca konumu gereği birçok ülke il sınırı olduğu için bu ülkelerde ortaya çıkan istikrarsızlık ve iç karışıklıklardan doğrudan etkilenmektedir. Bu olaylar sonucu ortaya çıkan sığınmacıların da ilk durağı haline gelmektedir. Bunda tabi en öneli pay yine iktidarda bulunan hükümetlerin izlediği politikalar önem arz etmektedir. Sonuç olarak baktığımızda Türkiye çeşitli sorunlarının yanında ortaya çıkan göç sorunu ile tarihi boyunca karşı karşıya kalmış ve yine bu sorunla karşılaşma süreci devam etmektedir. Bu sorunlarla son dönemlerde özellikle AK Parti döneminde daha fazla somut adım atılmıştır ancak yeterli düzeyde değildir. Bunun için bundan sonra iktidara gelecek hükümetlerin bu konu hakkında daha önemli ve ciddi adımlar atması gerekmektedir.

KAYNAKÇA

      Açıkmeşe , Akgül , Sinem,  Algı mı, Söylem mi? Kopenhag Okulu ve Yeni Klasik Gerçekçilikte Güvenlik Tehditleri , Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 8, Sayı 30, 2011, 44-73

Akçadağ , Emine  ,Yasa Dışı Göç ve Türkiye , Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi , Rapor No: 42 , 2012 , 1-58

    Aksoy , Zeynep , Uluslararası Göç ve Kültürlerarası İletişim , Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi , Cilt: 5 Sayı: 20 , 2012 , 293-303

  Aktaş, Altan  , Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal  Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm  , Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , Cilt1 Sayı 2 , 2011 , 7-47

    Balcı , Ali ve Kardaş , Tuncay , The Changing Dynamics of Turkey’s Relations with Israel: An Analysis of ‘Securitization’ , Insight Turkey, Volume 14, Number 2, April-June 2012, 416-434

     Baran, Taha ve  Macar Elçin , Değişen Güvenlik Yaklaşımları Örneğinde Kopenhag Okulu’nun Toplumsal Güvenlik Yaklaşımı , Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi , Sayı: 54 , 2017 , 252-259

    Baysal , Başar  ve Lüleci, Çağla,  Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Sayı. 22, 2015, 61-96

        Bilgin , Pınar ,  Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar : Yeni Güvenlik Çalışmaları  , Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi , 8(14 ) , ISSN: 1303 – 698X, 2010 , 70-96

       Çakı , Aslı ,  Geçmişten Bugüne Türkiye’nin Göç Politikası ve Suriyeli Göçmenler Bağlamında Göç Yönetişimi ,Yayımlanmamış  Yüksek Lisan Tezi , Karaman ,  Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi , Sosyal Bilimler Enstitüsü , 2018 , s.60-61

     Deniz , Taşkın , Uluslararası Göç Sorunu Perspektifinden Türkiye  , Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi ,  sayı: 1 , 2014 , 175-204

       Emmers, Ralf (2017), Çağdaş Güvenlik Çalışmaları, (Çev. Nasuh Uslu), Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, İstanbul.

    Güder , Süleyman ve Mercan , Hüseyin , Muhammed , 2000 sonrası Türk Dış Politikası’nın Temel Parametreleri  , İnsan ve Toplum Dergisi , Cilt:2 , Sayı: 3 , 2012 , 57-91

      Miş , Nebi ,Güvenlikleştirme Teorisi ve Siyasal Olanın Güvenlikleştirilmesi , Akademik İncelemeler Dergisi (AID) , Cilt 6, Sayı 2 , 2017 , 345-381

       Yerli , Gülbaşak , Türkiye’deki Göç Politikaları Ekseninde Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Kuruluş ve Fonksiyonları , Social Sciences Studies Journal , Vol:4, Issue:19 , 2018 , 2081-2086

     Elektronik Kaynaklar

   Afet ve Acil Durum(AFAD) Müdürlüğü , “ Suriyeli Misafirlerimiz Kardeş Topraklarında(2016)“, Afet Raporu – Suriye , https://www.afad.gov.tr/upload/Node/25332/xfiles/13a Suriyeli_Misafirlerimiz_Kardes_Topraklarinda_2016_Turkce_.pdf ,  (e.t. 23.05.2019)

     Afet ve Acil Durum(AFAD) Müdürlüğü , “Barınma Merkezlerinde Son Durum”(1.10.2018) , Afet Raporu – Suriye , https://www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/15_10_2018_Suriye_GBM_Bilgi_Notu_1.pdf s.1 (e.t.23.05.2019)

    Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Öncüpınar Konteyner Kentini Ziyaret Etti”(06.05.2012) , AFAD Haberler , https://www.afad.gov.tr/en/1182/Basbakanimiz-Sayin-Recep-Tayyip-Erdogan-Oncupinar-Konteyner-Kentini-Ziyaret-Etti , (e.t. 23.05.2019)

     Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Suriyeli mülteciler için önemli açıklama”(06.01.2017) , Cnntürk Haber , https://www.cnnturk.com/turkiye/cumhurbaskani-erdogandan-suriyeli-multeciler-icin-onemli-aciklama , (e.t. 23.05.2019)

    Göç İdaresi Genel Müdürlüğü , “ Geçici Koruma “(09.12.2016) , http://www.goc.gov.tr/icerik3/gecici-korumamiz-altindaki-suriyeliler_409_558_560 , (e.t.23.05.2019)

    Göç İdaresi Genel Müdürlüğü , “ Genel Müdürlük” , http://www.goc.gov.tr/icerik3/genel-mudurluk_273_274_275 , (e.t. 23.05.2019)

    Suriye’den Sonra Irak ve İran Sınırına da Duvar (02.06.2017) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/187049-suriye-den-sonra-irak-ve-iran-sinirina-da-duvar (e.t. 23.05.2019)

  “  T.C. İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ MÜDÜRLÜĞÜ ,  Göç , s.10-11  “ http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf  , (e.t. 23.05.2019)

    “  T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, Düzensiz Göç , Göç İstatistikleri ,“ http://www.goc.gov.tr/icerik6/duzensiz-goc_363_378_4710_icerik , (e.t.23.05.2019)

    “  T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ , Göç , s.15 “http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf ,  (e.t. 23.05.2019)

     “ T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ , Göç, s. 26 “http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf , (e.t. 23.05.2019)

     “ T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, Geçici Koruma Yönetmeliği, s.6208 “  , http://www.goc.gov.tr/files/files/03052014_6883.pdf , (e.t. 23.05.2019)


[1] Karadeniz Teknik Üniversitesi , Sosyal Bilimler Enstitüsü , Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı , [email protected]

[2] Taha Baran ve Elçin Macar , Değişen Güvenlik Yaklaşımları Örneğinde Kopenhag Okulu’nun Toplumsal Güvenlik Yaklaşımı , Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi , Sayı: 54 , 2017 , s. 251

[3]Başar Baysal ve Çağla Lüleci, Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Sayı. 22, 2015, s.64

[4] Sinem Akgül-Açıkmeşe, “Algı mı, Söylem mi? Kopenhag Okulu ve Yeni Klasik Gerçekçilikte Güvenlik Tehditleri”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 8, Sayı 30, 2011,  s.44

[5] Baysal vd. , a.g.e. , s.65

[6]Ralf  Emmers,  “Güvenlikleştirme”,  Çağdaş  Güvenlik  Çalışmaları,  Alan  Colins  (ed.),  Nasuh  Uslu  (çev.),  Uluslararası  İlişkiler Kütüphanesi, İstanbul, Eylül 2017, s. 131

[7] Baysal vd. a.g.e., s.70

[8] Akgül-Açıkmeşe , a.g.e. , s.57

[9] Nebi Miş ,” Güvenlikleştirme Teorisi ve Siyasal Olanın Güvenlikleştirilmesi” , Akademik İncelemeler Dergisi (AID) , Cilt 6, Sayı 2 , 2017 , s.347

[10] [10] Baysal vd. a.g.e. s.72

[11] Altan Aktaş ,” Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal  Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm” , Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , Cilt1 Sayı 2 , 2011 , s. 12

[12] Baysal vd. a.g.e., s.73-74

[13] Pınar Bilgin , “ Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar : Yeni Güvenlik Çalışmaları “ , Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi , 8(14 ) , ISSN: 1303 – 698X, 2010 s. 82-83

[14] Ali Balcı ve Tuncay Kardaş , “The Changing Dynamics of Turkey’s Relations with Israel: An Analysis of ‘Securitization’”, Insight Turkey, Volume 14, Number 2, April-June 2012, s. 416-417

[15] Emmers , a.g.e. ,s.134

[16] Balcı ve Kardaş., a.g.e., s.418

[17] Zeynep Aksoy , “ Uluslararası Göç ve Kültürlerarası İletişim “ , Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi , Cilt: 5 Sayı: 20 , 2012 , s.293

[18] Taşkın Deniz , “ Uluslararası Göç Sorunu Perspektifinden Türkiye “ , Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi ,  sayı: 1 , 2014 , s.177-178

[19] Aksoy , a.g.e. s.296

[20]  Deniz , a.g.e. s.184

[21] T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf  , s.10-11

[22] [22] T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, “ Düzensiz Göç”(15.05.2019) , Göç İstatistikleri , http://www.goc.gov.tr/icerik6/duzensiz-goc_363_378_4710_icerik , (e.t. 23.05.2019)

[23] Emine Akçadağ ,” Yasa Dışı Göç ve Türkiye” , Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi , Rapor No: 42 , 2012 , s. 29

[24]  Gülbaşak Yerli , “ Türkiye’deki Göç Politikaları Ekseninde Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Kuruluş ve Fonksiyonları” , Social Sciences Studies Journal , Vol:4, Issue:19 , 2018 , s. 2082

[25] Süleyman Güder ve Muhammed Hüseyin Mercan , “ 2000 sonrası Türk Dış Politikası’nın Temel Parametreleri “ , İnsan ve Toplum Dergisi , Cilt:2 , Sayı: 3 , 2012 , 61-64

[26] Aslı Çakı , “ Geçmişten Bugüne Türkiye’nin Göç Politikası ve Suriyeli Göçmenler Bağlamında Göç Yönetişimi “ , Yüksek Lisan Tezi , Karaman ,  Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi , Sosyal Bilimler Enstitüsü , 2018 , s.60-61

[27]“ Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Öncüpınar Konteyner Kentini Ziyaret Etti”(06.05.2012) , AFAD Haberler , https://www.afad.gov.tr/en/1182/Basbakanimiz-Sayin-Recep-Tayyip-Erdogan-Oncupinar-Konteyner-Kentini-Ziyaret-Etti , (e.t. 23.05.2019)

[28] Göç İdaresi Genel Müdürlüğü , “ Geçici Koruma “(09.12.2016) , http://www.goc.gov.tr/icerik3/gecici-korumamiz-altindaki-suriyeliler_409_558_560 , (e.t. 23.05.2019)

[29]“ Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Suriyeli mülteciler için önemli açıklama”(06.01.2017) , Cnntürk Haber , https://www.cnnturk.com/turkiye/cumhurbaskani-erdogandan-suriyeli-multeciler-icin-onemli-aciklama , (e.t. 23.05.2019)

[30]Suriye’den Sonra Irak ve İran Sınırına da Duvar (02.06.2017) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/187049-suriye-den-sonra-irak-ve-iran-sinirina-da-duvar (e.t. 23.05.2019)

[31] Göç İdaresi Genel Müdürlüğü , “ Genel Müdürlük” , http://www.goc.gov.tr/icerik3/genel-mudurluk_273_274_275 , (e.t. 23.05.2019)

[32] T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf , s.15

[33] [33] T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ http://www.goc.gov.tr/files/files/goc_tasar%C4%B1m_icler.pdf , s.26

[34] T.C İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ , http://www.goc.gov.tr/files/files/03052014_6883.pdf , s.6208

[35] Afet ve Acil Durum(AFAD) Müdürlüğü , “ Suriyeli Misafirlerimiz Kardeş Topraklarında(2016)“, Afet Raporu – Suriye , https://www.afad.gov.tr/upload/Node/25332/xfiles/13a Suriyeli_Misafirlerimiz_Kardes_Topraklarinda_2016_Turkce_.pdf s.12-35, (e.t.23.05.2019)

[36] Afet ve Acil Durum(AFAD) Müdürlüğü , “Barınma Merkezlerinde Son Durum”(1.10.2018) , Afet Raporu – Suriye , https://www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/15_10_2018_Suriye_GBM_Bilgi_Notu_1.pdfs.1 (e.t.23.05.2019)

Kitap Değerlendirmesi: Tim Harford / Görünmeyen Ekonomist

0

Tim Harford – Görünmeyen Ekonomist Kitap Değerlendirmesi

Tim Harford – Görünmeyen Ekonomist

Kitapçıda gezinmenin kütüphanede gezinmeye kıyasla bir dezavantajını her zaman yaşıyorum. Gördüğüm bir kitap çok ilgimi çektiyse, acaba kütüphanede bulabilir miyim, arkadaşlarımda var mıdır, ikinci elini denk getiremez miyim veya internette daha ucuza yakalanır mı, diye düşünmeden hemen kasaya yöneliyorum. Kitap almak kötü bir alışkanlık değil tabi; ama evde okunma sırası bekleyen onlarca kitabım varken kitapçıdan yeni bir kitap daha almak ekonomik olarak yorabiliyor. Malumunuz Türkiye’de kitaplar ucuz değil. Sahi, neden bazı yerlerde kitaplar ucuzken bazı yerlerde pahalı? 

Gördüğünüz gibi hayatın akışında en basit tercihlerimizde bile paramızın yetip yetmeyeceğini, fiyatları, ucuzluğu, daha uygun alternatifleri düşünüyoruz. Bütün bu ekonomik olguları düşünmek bizi tam tekmil bir ekonomist yapmaz yapmasına ama en azından görünmeyen ekonomist yanımızı ortaya çıkarabilir. İşte o raflara göz atarken önce sayfalarını karıştırmak için elime aldığım, sonra da bırakamadığım Görünmeyen Ekonomist kitabı içimizdeki bu yanı çok daha makul ve dikkatli biri yapacak.

Adil kahve ticaretinden asıl kârı kim yapar? Kullanışlı bir ikinci el araba satın almak neden imkânsız? Sokaklarda uyuşturucu satan çeteler para kazanamazken mafya nasıl oluyor da yıkama işinden para kazanabiliyor? Göçlerden gerçekte kim fayda sağlıyor?” Bu sorulara metro durağındaki büfeden aldığınız bir bardak köpüklü kapuçinoyla kafa yormaya başlayıp kendinizi Brüj’deki kanallarda ve Şanghay’daki gökdelenlerin arasında bulabileceğiniz Görünmeyen Ekonomist kitabı aşina olduğumuz şeylere alışık olmadığımız bir yerden bakmayı sağlıyor. 

2005 yılında ilk baskısını yapan kitap günümüze kadar otuzdan fazla dile çevrilmiş ve dünyada en çok satanlar listesine girmeyi başarmış. Türkiye’de ilk baskısı Pegasus Yayınları tarafından 2008 yılında yapılsa da aradan geçen on bir yılda altıncı baskısını geride bırakmış. Tim Harford’u diğerlerinden ayıran en büyük özellik, bize karmaşık ve sıkıcı gelen konuları bile bir üzüm salkımından üzümleri tek tek koparıp yeme tadında anlatabiliyor olması. Ekonominin en temel taşlarını mükemmel bir basitlikte ve gündelik konulardan örnekler seçerek açıklayabilmesiyle herkesin zihninde bu konulara ilgi oluşturuyor ve sunduklarıyla da tam anlamıyla talebi karşılıyor. Zaten bu yüzden kendisi Britanya Kraliyet Nişanı’na layık görülmüş. 

Tim Harford, ilk kitabı olan Görünmeyen Ekonomist’i yazmadan önce İngiltere’nin Financial Times gazetesinde aynı isimdeki köşesinden uzun bir süredir gündelik hayatın ekonomik yönlerini eğlenceli bir şekilde anlatmaktaydı. Aynı zamanda TED konuşmaları ile ve Oxford Üniversitesi’ndeki dersleriyle de binlerce kişiye ekonomiyi sevdirmişti. Hatta Oxford Üniversitesi’nin kendisinde ayrı bir yeri olsa gerek. Zira Felsefe, Siyaset ve Ekonomi adındaki disiplinler arası bilim dalında lisans ve yüksek lisansını tamamlamıştı ki, bu bölüm İngiltere Eski Başbakanları David Cameron ve Edward Heath’in de mezun oldukları bölümdür. Eşi ve üç çocuğuyla birlikte halen Oxford’da yaşayan Tim Harford, belki de İngiltere devletinin açıklanamaz Brexit siyasetini kitaplarında kullandığı aynı metodla topluma açıklayabilmek için bir sonraki başbakanlık seçimlerine aday olur, kim bilir, neden olmasın?

Emre Gürbüz

Rada Trajkovic: Breakdown in communication between Pristina and Belgrade is very harmful

0

Dear Rada Trajkovic,

First of all, we are grateful to you for your attendance to our seminar as a speaker in İstanbul. It was our honour and pleasure to meet with you and listen your fruitful and constructive insights about the Balkans and especially the relations between Serbia and Kosovo.

1 – President of Republic of Serbia, Alexander Vucic claimed that opposition leaders such as Bosko Obradovic and Dragan Djilas are cooperating with PM of Kosovo Ramush Haradinaj. As one of the speakers in the protests you are very close to 1od5miliona protests, do you believe that there are links between opposition in Serbia and Kosovo administration?

That claim is completely untrue and is part of Vuicic’s propaganda and his attempt to avoid taking responsibility for his own actions. It is in fact Vucic who cooperates quite closely with Haradinaj: there is a strong line of communication between these two men that is not transparent and goes via controversial local actors in Kosovo who many believe are involved in criminal activity.

Neither Haradinaj nor any other Kosovo politician currently in power is even attempting to establish a line of communication with the Serbian opposition. Remember that the Kosovo government is dependent on the support of its Serbian coalition partner – the so-called “Srpska lista” [Serbian list], which is directly controlled by Vucic. Therefore, any communication with the Serbian opposition could endanger stability of the current Kosovo government, and the current Kosovo leaders are aware of that.

President of TUIC Burak Yalım and Rada Trajkovic after the seminar in İstanbul

2- There is another perspective about the protests in Serbia. It has accused that President Vucic punished by the global actors by the protests because he could not reach the deal with Kosovo as he promised? Same circles also commented like Soros and Otpor are behind the protests. Is that possible?

No, the protests are an authentic expression of popular discontent against Vucic’s bad rule. We do not need any outside intervention to be angry, as there are many reasons for the Serbian people to be dissatisfied with the current government: from the poorly performing economy to the crisis of our education system, and many other issues of national importance.

In fact, Soros’s Open Society Foundation has – on the contrary – been quite actively supporting Vucic, with the deputy chairman of the foundation, Alexander Soros (George Soros’s son) frequently flying into Belgrade for private meetings with Vucic. Furthermore, several NGOs affiliated with Soros’s foundation have been very vocal in their support for Vucic’s idea of ethnic partition of Kosovo as the final settlement. These NGOs have been helping Vucic’s public relation efforts on this issue and actively gathering support for this idea both in Serbia and abroad.

3-  Nationalist emotions are likely higher in minorities and President Vucic stated that Serbs are the first nation who got damaged from Serb nationalism when he was in Mitrovica on 09.09.2018. He further criticised the politics of Slobodan Milosevic as he was making self-criticism on the same occasion. We all know that during the war Vucic was in the mountains of Bosnia and Herzegovina and his famous saying was “we will kill 100 Muslims for 1 Serb”. What do you think of Vucic’s statements in Kosovo Mitrovica?

I do not believe in his self-criticism or him ever being truly self-reflexive. You have to understand that Vucic is politically instable: he is an opportunist. Politically, he is almost a split personality – a person of two extremes. I do not know if the statements he made in Mitrovica were his momentary opinion or a sign of his wider strategic direction. However, one is certain: as an opportunist, Vucic constantly adapts his public statements to whatever would win him support from the most powerful international actors and keep him in power. He has no true conviction. So if the world was to ever again favour extreme nationalists, I am afraid that he would quite possibly revert to his former extreme nationalist, islamophobic persona.

4- Of course there is another side in the relations and do you think that Pristina does take enough initiative and responsibility in order to come up solution with Serbia?

Unfortunately, Pristina does only as much as it wants to do – no more, no less. In essence, Pristina has maximalist expectations: they want to get everything without giving anything in return. So far, Pristina has lacked tact in its rapport with Belgrade, failing to realise that only a balanced approach will result in long-term stability and lead to a sustainable solution to conflict.

For example, Pristina continues to speak only of the crimes committed by Serbs against Albanians, but completely denies the post-war crimes committed by Albanians against Serbs. They, however, have to understand that they cannot monopolise the status of the victim and that both sides need to be held responsible for crimes they committed so that true reconciliation and breakthrough in relations can happen.

So far, the international community has allowed Pristina to behave in this way, which resulted in disenchantment among the Serbs with the international community and its standards of justice. However, I am happy to see that this is now changing and that there are more and more mainstream Western voices talking about the need to address issues such as responsibility for war crimes with equal urgency on both sides.

Rada Trajkovic with the students in İstanbul.

5- When you were in İstanbul, you mentioned that Thaci and Vucic is trying to find the solution in order to save themselves. Can you please explain it in details, what do you mean by stating “save themselves”?

If Vucic and Thaci were to embark on border change and ethnic division of Kosovo as means of the final settlement, the process to implement this agreement would not be instantaneous but would, in fact, likely take a very long time. This process would very likely involve further destabilisation of Kosovo – including the outbreak of a low intensity, possibly violent, conflict – as populations stuck on the “wrong side” of the border would be forced to move and ethnic composition of Kosovo would come in flux. This process would, therefore, keep both Vucic and Thaci in power, with them simultaneously becoming the instigators of instability and those who stabilise processes on the ground.

Such situation would benefit them greatly, as they are both looking to escape the arm of justice each in their own way: Thaci is in fear of the Specialist Chamber in the Hague that is examining post-war crimes in Kosovo, while Vucic is afraid of the mounting evidence of his corruption and links to organised crime. Both of them are hoping that the international community would grant them abolition for these crimes, at least while they are implementing the “solution” for Kosovo.

6- Pristina put custom tariffs %100 on Serbian goods and it attracted interest not only from the region but also the US started to make pressure on Kosovo to lift this decision. What is your opinion about the custom tariffs?

Custom tariffs are primarily endangering Kosovo Albanian businessmen, who have for years held a monopoly on trade in Serbian goods, such as flour, sunflower oil, milk, and many other crucial – mainly food – supplies. The Kosovo Albanian consumers now need to buy these products at higher prices, which negatively affects their budget and impacts their overall quality of life. On the other hand, Serbia is using the tariffs as the reason to stop the negotiations – which has, in turn, slowed down the conversation about the possible partition of Kosovo.

In my opinion, any breakdown in communication between Pristina and Belgrade is very harmful as it slows down processes of reconciliation and normalisation of relations. It also alienates Serbs and Albanians in Kosovo and complicates our everyday relations. But as far as the impact on the economy is concerned, I am less worried, as everyone is finding their answers to this situation through proliferation of the “grey economy” and smuggling activities.

7- We know that you were very close friend of Late Oliver Ivanovic whose murderer has not been clarified yet. You told us that even you said him it is not good to be outside the jail and unfortunately he killed in front of his office. It is emotional for you but can you please explain us is there any relation between the murder of Zoran Djindjic and Oliver Ivanovic in terms of the aims of two murdering?

I wouldn’t say that there is a similarity in the aims of these two assassinations. One common thread, however, is that both assassinations were politically motivated and that they were both organised and executed by members of organised crime gangs – at least judging from what we know so far.

8- Recently Radovan Karadzic was sentenced for a life prison and a terrorist attacked Mosques in New Zealand’s Christ church city. Also there was a pride of Chetniks in Visegrad Bosnia and Herzegovina. Having in mind three different events, can we say that the Chetnik Ideology is uprising? Are there any plans to trigger some conflicts in the Balkans?

I do not think that Chetnik ideology is on the rise. Perhaps the idea is surviving among some marginal members of our societies, but I doubt that it can grow into anything more than that. Of course, we can’t rule our individuals being led astray or radicalised by such ideas, but I doubt that they can mobilise people in bigger numbers.

Perhaps if borders were to be changed in Kosovo along ethnic lines, this could act as motivation to some individuals who adhere to dangerous ethnic ideologies, inspiring them to call for the independence of Republika Srpska, for example. I am unsure how successful they would be in this, but it is possible that partition of Kosovo would embolden such destabilising forces.

9- There is ongoing process in Kosovo about the higher education law amendments. Branch of University of Pristina in Mitrovica is willing to be part of Kosovo Education System. How do you evaluate this process?

As you know, Serbs are still lacking solutions and guarantees for sustainable survival in Kosovo. Therefore, our community would be severely negatively affected if our only University were to become part of the Kosovo educational system. This would mean that our University would be completely separated from the system that exists in the rest of Serbia, and that our diplomas would no longer be accepted or recognised in the rest of Serbia – meaning that if a member of our community were forced to flee or relocate out of Kosovo, their educational qualifications would be worthless.

I am, therefore, afraid that such development would cause many young Serbs from Kosovo to leave Kosovo and to enrol at universities in the rest of Serbia instead. So this decision would rather be in function of endangering the already precarious multi-ethnic nature of Kosovo.

10- Kosovo Security forces became Kosovo Army and one year ago Montenegro and Kosovo came up with border deal. How these two event will affect the relations between Serbia and Kosovo?

I am not sure if any non-transparent agreement was struck between Belgrade and Pristina regarding the Kosovo army. However, I know that this development has had a negative impact onto our community.

This is due to the fact that the Kosovo Army is ethnically Albanian with negligible participation of Serbs and other minorities. The creation of Kosovo army as such disturbs the wider regional balance, as we now have two ethnically Albanian armies – in Albania and in Kosovo – next to each other. Furthermore, Kosovo Army is created with intent to defend Kosovo from Serbia, which creates additional distrust among the Serbian population.

I, therefore, strongly believe that it is the best for Kosovo to remain a demilitarised and neutral territory, especially as Albanian soldiers are already present in Kosovo as part of the KFOR-NATO forces.

11- There is Turkish and Gora Minority in Kosovo. Are they effective in the politics of Kosovo? Do they have any role in the relations between Serbia and Kosovo?

No, their participation is not significant, as the Albanian majority continues to favour those members of the Turkish and Gora communities who are prepared to assimilate and give up their distinct ethnic identity. There is a part of the Turkish community in Kosovo that is resisting the pressures to assimilate, and they are successful in this since they receive strong support by the Turkish KFOR-NATO members present in the area. If they (the Turkish KFOR) weren’t there to support this community’s fight for uniqueness, I am afraid that even these last bastions of authentic Turkish identity in Kosovo would be forced to assimilate into the Albanian majority.

12- Islamic Union of Serbia, actually there are divided Islamic Organizations in Serbia but how do you evaluate their role when it comes to Turkey-Serbia relations? 

I cannot comment much on the relationship within the Islamic organisation in Serbia, as I do not know enough about its internal dynamics. However, I know that for me Islam is a religion indigenous to our region, and those who adhere to the original ideas of Islam were always cultivating good relations with Orthodox Christians. I believe that Turkey has played a significant role in supporting the strain of Islam that is more traditional and that acts as a stabilising force in our communities. In the region, we have, however, had issues with other, non-traditional strains of radical Islam – some of which imported from Saudi Arabia – which have been destabilising. In this context also, I believe that Turkey can be our ally in countering these harmful phenomena, which are not indigenous to our region and which destabilise the religious balance that we have had in the Balkans for centuries.

13- You have visited Rum Fener Patriarch in Istanbul. You also know that the Orthodox Church in Ukraine became independent by the authority given from Istanbul. How Serbian Orthodox Church and its followers reacted to this decision? What are their demands or expectations?

Opinions on this issue within the Serbian Orthodox Church (SOC) vary and there is no unique stance to convey.

One strong faction of SOC is of the opinion that we should cooperate both with the Russian Orthodox Church and the Ecumenical Patriarchate, considering that SOC holds joint church services with them both in various countries of the world where Serbian diaspora lives.

A large number of SOC members is in diaspora, and they are not prepared for a “break” with either the Patriarch in Moscow or the Patriarch in Istanbul, as they want to retain stability and close relations with both the Russian and Greek diasporic communities. Their practical requirement is, therefore, putting strong pressure on SOC back home, and will likely prevent any dramatic decisions on this issue.

14- As the last question I wanted to hear from you about your experience in Istanbul. Of course before your visit you had an opinion about Turkey and its role in the Balkans but can you please let us know what kind of policy or role Turkey should have in the Balkans and especially relations with Serbia and Kosovo.

I believe that Turkey has a very specific role in the Balkans, especially in relation to the Bosniak community.

During the time when Yugoslavia still existed, the Bosniaks in BiH, Montenegro and Serbia used to have Yugoslavia as their home state. However, with the breakup of Yugoslavia, the Bosniaks were left with no home country to call their own – whilst the rest of us all had them. In that sense, Turkey appears to have assumed the role of a “surrogate” home country for the Bosniaks across Balkans.

Considering the long history of Turkish presence in the Balkans, this is a logical development. Furthermore, as a NATO member country, Turkey can also act as a guarantor of security to the Bosniaks in the region, as well as guide them along the Euro-Atlantic path – especially as a big part of the Bosniak community in the Balkans is strongly pro-European. Turkey’s constructive, stabilising and balancing role in the Balkans is, hence, inevitable and very welcome.

With regards to my personal experience visiting Istanbul and Turkey for the first time and on your kind invitation: I must say that I was unsure of what to expect, as the history of our peoples has been very complex and not always friendly. However, I was impressed with the gracious and warm welcome that I have received and surprised by the similarities in our mentalities and culture. Furthermore, visiting the rich cultural sights of Istanbul made me realise how interlinked our history has been and will likely remain, and how – although on Turkish soil – Istanbul truly is another great capital of the Balkans.

Thank you very much for your time and efforts. We would like to further our cooperation with you and may be to take facilitator role between Belgrade and Pristina. All the best. 

SELMAN BİN ABDÜLAZİZ EL-SUUD KİMDİR?

 Selman Bin Abdülaziz el-Suud Aralık 1935’te, Kral Abdullah’ın 45 oğlundan biri olarak dünyaya gelmiştir. Eğitimini, kraliyet çocuklarına eğitim veren Prens Okulu’nda tamamlamıştır. Mezuniyetinden sonra politikaya atılmaya karar veren kral, 1954’te ilk siyasi deneyimini gerçekleştirmiş, önce Suudi Ailesi Konsey Başkanlığı görevinde sonrasında 48 yıl boyunca Riyad bölgesi Valiliği, 2011’de de Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı görevlerinde yer almıştır. Son olarak da 2015 yılında Suudi Arabistan’ın 7. Kralı olarak göreve gelmiştir. 3 evlilik yapmıştır. Vahabi geleneğine sıkıca bağlıdır. 

   Kral Selman’ın Suudi Arabistan siyasetinde üst düzey birçok aşiret lideri ve dini liderle iyi ilişkilere sahip olması, herhangi bir sorunun çözümünde müzakereci bir tavır takınmasını da beraberinde getirmiştir. Kral, aynı zamanda politikasında, muhalefetle diyalog oluşturmada diplomatik bir yaklaşım benimsemektedir. Siyasi kalkınmadan çok ekonomik kalkınmayı ön planda tutmaktadır. Halka karşı ılımlı, yumuşak bir politika benimseyen Kral, uzlaşmacı bir tutumla, halk – kral ilişkisine önem verdiğini de belirtmektedir. Yönetime gelmesiyle, Suudi Arabistan siyasetinde “Safları sıklaştıracağı, birlik ve beraberliği koruyacağı, ümmetin davalarını müdafaa edeceğine” dair bir söylem benimsemiştir.  

   Kral Selman, Suudi Arabistan kriterlerince muhafazakar, klasik ve gelenekçi bir lider olarak tanımlanır. 48 yıl boyunca yönettiği Riyad, Arabistan’da en muhafazakar kent olarak bilinmektedir. Sıkı kuralları vardır. Yönetimi sırasında ordunun ve silahların gelişmesine verdiği önemin yanı sıra, polis teşkilatına da önem vermekte, polisin sosyal hayatı düzenlemesi gerektiğini savunmaktadır. Ancak bununla birlikte modernleşmeye önem veren, reformist de bir liderdir. Yakın zamanda bunun en önemli örneği Suudi Arabistan’da kadınların araç kullanmasına izin verilmesidir. Muhafazakar kesimin dikkatini üzerine toplamamak, kendine karşı bir tepki oluşturmamak adına sosyal ve kültürel reformların yavaş ve seyrek bir şekilde yapılmasını öngörmektedir. Salman, Suudi Arabistan’ın ülke dışında daha aktif bir politika izlemesini sağlayan bir liderdir. Bu da devlet bakanlarından ziyade daha çok liderlerle diyalog kurmasına yönelik yorumlanmaktadır. 

   Pragmatik özelliklere sahip, pragmatizmi savunan bir liderdir. Bunun en önemli örneği, 2013’te Mısır’da yaşanan darbede ve sonrasında da Suriye’de İhvan’a karşı olan tepkisidir. Kral Salman aynı zamanda İran’daki radikal rejime ve Şiiliğe ve teröre –özellikle IŞİD- karşıt bir görüş benimsemektedir. İran’ın radikal ideolojisini Suudi Arabistan’a uygulayamayacağını bildiren lider bu konuda Trump ve Netenyahu ile paralel görüş birliği yolunda ilerlemektedir. İran’ın radikal rejimine karşılık nispeten “ılımlı İslam” görüşünü savunmaktadır. Selman ayrıca rüşvet ve yolsuzluk durumunda da agresif bir politika izlemektedir. Ülkede, devletin birçok üst düzey yöneticisinin tutuklanması da bu durumun kanıtıdır.  

 

Ayşenur SARISÜNBÜL

TUİÇ ARM Asistanı

TRANSITIONAL JUSTICE: THE CASE OF CHILE

0

Abstract

Transitional justice refer to an area of ​​activity and research that focuses on the confrontation of societies with past violations of human rights, large-scale massacres or other violent social traumas in order to build justice, a more democratic, fair and peaceful future. Basicly, be confronted to the past, and to be rebuild a new democratic life. Transitional justice be contained the judicial system and punishment, recover the imperfections. It is the model that allows the country to enter into order after authoritarian systems. Chile transitions different than the others. More limited and jurisdiction is more defective than others. This paper included Chiliean transitions, jurisdiction,violations,crimes in Pinochet Era.

Key words: Transitional Justice, policy,authoritarian, conflict

Introduction

   Transitional justice is the model of organizes concepts in which societies can address major human rights violations, collective violence or other forms of severe trauma to revitalize peace in society. “Transitional justice has rapidly grown for a minor area of investigation into a massive inter-disciplinary field of study full of promising  avenues for academic research and practical experimentation.” (Paola Cesarini)  And the Teitel said that the unresolved transitional justice problems were an impact of democracies. This model, about the political variables, were used in  comparative politics.

International Center for Transitional Justice

    According to  the Internal Center for Transitional Justice;

“Establishing responsible institutions and trusting them,
 Ensuring access to justice for the most vulnerable people in society following the violations To ensure that women and marginalized groups play an effective role in seeking a fair society,Respect for the rule of law, Facilitate peace processes and promote lasting resolution of conflicts, Establishing conflict and marginalization,To develop the cause of reconciliation .”(International Center for Transitional Justice)

Transitional Justice  and Transitional Justice Measures

    Transitional justice was understanding norms, differentiates and leads to operationalization and tests.“Transitional justice; All elections and the quality of justice should the new leaders replace the authortarian precursors considered to be responsible for criminal proceedings.” (Siegel,1998)

The words are using synonyms criminal prosecutions of former authoritarian rulers. ( genocide, cleansing, rape,torture e.t.c.) Transitional justice exceeds criminal prosecution.

 Authoritarian record, purges,reperations, transitional and community-based mechanism of resolution include the process.

Democratic and socio-economic reforms prevent future authoritarianism and large-scale persecution.

Teitel said that transitional justice situates to countries experiencing democratic transition. We can say it’s about the regime. We can not impossible to speak totalitarian regime to authoritarian regime, because ıt is not democracy in. This model has not included a positive purpose or good thing, because coming from injustices times. Authoritarian societies rule has not included a good purpose or mercy.

The legitimate elections of post-authoritarian societies do not crush the legacy of the previous oppressive system because they need to build a future based on peace and democracy.

Transitional justice has a redraw boundary about the societies because they divide 2 parts ( good and bad ,victim and aggressor etc)  Hands of the state was using violence to the  public and them massive human rights abuse.

They ultimately determine severely divided society embarks on a path toward pacification and  eventually politically reconciliation

Transitional justice can be restorative and retributive. It depends on the punishment of the perpetrators of the atrocities and the political moral and material rehabilitation of the victims.

It can be restrospective or prospective depends on former past misdeeds. Also It can be exclusive or inclusive depends on the management of victims and civil societies through the cooperation of a limited and isolated decision-makers. Actors can be endogenous or exdogenous depends on entities.

The main solving problem; According to countries strategy, judicial problems and actors. Each country has its own internal and external accountability actors. Latin American transitions were grown in the 1980s to understand contemporary developments accountability.State-level transitions choices about the amnesty. Amnesty used those private actors. Because about the post-transitional accountability postponed.

Key actors were very important for  this issues.  Keys were private actors and national courts. These keys were and help to solve problems They have analyzed the details.

International criminal courts must first consider whether they are involved in domestic policy. Orentlicher speech about this topic;  Domestic policy removed brutal crimes ın the provincal area.

International criminal courts guarantee that they will be impartial, but also equal under the law. But domestic courts is not guarantee.

International jurisdiction may support national punishment transitional justice penalties by forcing national courts in post-authoritarian regimes to address cases of previously prohibited cases.( it happened in Chile)

First and foremost, they claim to be the necessary forerunner of the political order for successful democratization when there is a transitional covenant that rejects justice for past victims of mass atrocities. They cannot see that the revenge drive in the victims will take action and the democratization process will become more difficult.

Criminal transitional justice generally states that institutional reform often contributes to the transition to democracy, or much more than previous leaders and followers. This incident that harms the social structures that the neighbor harms the neighbor. This measures should be taken to correct them.

The proceedings can exclude alternative transitional justice measures, and then remove the flexibility of addressing the country’s complexity from the plight of the authoritarian regime.

Criminal transitional justice does not exterminate the shared problem of guilt.

Samuel Huntington said that “a general amnesty for all provides  a far stronger base for democracy than efforts to prosecute one side to other”.  This comment is difficult to accept for the victims. The brutality of a former authoritarian regime was usually completely legal when applied.

Criminal transitional justice is often reduced to the election of the prosecution of symbolic cases. New elected democratic governments to forgive perpetrators for the collective brutality rather than prosecute them.

International prosecution undermines national extrajudicial reconciliation efforts carried out by a newly democratic society to deal with its questionable past. (Henry Kissinger, 2001)

International Courts created for the high human rights abuses International criminal justice reflects the value of the west, very little or carefree about the methods of resolution of domestic disputes, reflecting western values.

Restorective is based on historic transitional justice. It is main idea comes from the truth of the past regime. It is established for the truth rather than punishment of perpetrators. “Historical judgement with a potential consensus, predicated on truth’s dissemination and acceptance public sphere” (Teitel, 2000, 81-83 emphasis added). The model is based on social truth and national collective memory. Transparencies are  an important thing in its. The purpose is to improve the society and victims and build a new democratic future. “Truth commission”  is supported this model. Focusing on past misdeed and symbolic public rituals and group responsibility, amnesty for petpetrators.national reconciliation.

This model needs to focus on victims, individual cases and reform institutional or cultural for the society. Because healing begins  society.

One of the main objectives of this model is to solve the cases that the system is trying to cover. These mechanisms other aim is recommendation institutional and cultural reform  and  “non-judicial sanctions against named such as banning  them from public positions of authority” ( Hayner, 2002:132)

This mechanism is investigated all sides of atrocities. The truth commission is asked to open a country’s history to reclaim and examine the public. But some parts against the historic transition justice;post-modernists, mental health experts e.t.c.

“Where collective political disasters occurred, institutional intervention was to forget and neutralize.”(Marques  et al, 1997;254-255) He said that what’s the point of this mechanism  because ıt is not helped to heal.

Reparation is an important step for the victims helping them to adapt to their civilian citizenship and joining the public rituals.

Administrative transitional justice, search reinteragte or rehabilitate who had been purged by an authoritarian regime. This regime removed people from almost all sectors

Administrative transitional justice was severely demanded by the victims and opponents of the previous authoritarian regime, as well as by special supporters of democratic reform. This mechanism main idea is helped reestablishing “civic trust” and re-legitimize the institutions and structures.

Redistributive transitional justice is perpetrators social and economic consequences and ramifications. The main goal is provided justice and equalized on the socio-economic position between past and new ones. This one is done for social-economic discrimination in the past authoritarian regime and this mechanism is fixed. An authoritarian system is abused the collective socio-economic dimensions. Redistributive transitional justice,is supplied opportunity of a socio-economic way for the unjustifiable, inequality and be discriminated by the former regime. These measures are about social and economic rights. This model the most radical purpose is social and economic playing field so as to approximate equality.

But this model may create chaos and revenge between elite groups and the public. Because of elite groups against this mechanism. Victims material need is so significant ( health care, education etc.)

According to “Snyder and Vinjamuri” realists are believed that prosecutors should be respected for the former political leader.  According to Walling constructivists said that this problem threatens democracy and abused human rights.

“When democratization results out of a collapse of the authoritarian regime, dictators are severely weakened and in turn, transitional justice is more likely to take place. (Huntington 1968, O’Donnell 1986)

Because both civil society and the international community are opposed to institutionalized amnesia over a long period of time, even the most transitional period is long-term justice during the vulnerable transition period. Chile is the example of that. Many countries used “pacted” democratization but ıt is not a pragmatic. Only state can create a new “democratic” life rather than the keys actors. State can create a new vision and new future for the public.

According to many scholars only state can take the responsibility for the past horrors events and atrocities and provide future human rights abuse.

Traditional political parties are important to the transition, because they play fundamental role in this times. Political organizations are rising in transitional justice  Therefore political parties are supported to transitional justice, Some scholars said that international actor  help the democratization process but  IS ıt  harm  to national sovereignty?

Political scientist are quick to conclude that “there is no strict casual link between measures of a retroactive juctice and natüre of a newly democratic regime” (de Brito et al, 2001:35)

There are factors that are more effective than the country’s choice of transitional justice. Internal and external factors can be affective rather than the transitional justice choice’s.  The choice of transitional justice also affects the democratization process. This can make the situation be  difficult depending on process.

Process is changing to country, some choice’s can be create a revenge or worse.

According to “Cesarini” two stage  approach study to transitional justice’s  in shaping the quality of the post-authoritarian democracies over time. ( Cesarini,2009)

 Transitional Justice “Regime”

A distinctive and permanent set of socially constructed principles, institutions and narratives that have fulfilled the duties of authoritarian actors to fulfill justice in transition in time. The transition period has evolved and settled in countries after a period of time. Transitional justice is contributed to democracy in some countries.

According to the decision of the general opinion,country’s  transitional justice is impacted to democratic consolidation. According to academics, the country’s transitional choice of justice is one of the factors affecting the democratization process, especially in historical ones. Because historical ones are more complex, long-lasting, broad-based and  shifting rather than others. According to scholars, we are perused to factors that push democratic societies to reconsider the transition to justice in the post-decade period after the regime transition. Retributive justice is included judicial and intitutionals expedients. It also reflects the importance of civil and political rights in the current democratization discourse.

This model explain the criminalized  and according to Colleen Murphy; “why punishment is just assume that there is nothing especially suspect or problematic about either criminal law or the state” ( Colleen Murphy , Theorizing Transitional Justice)

Retributive Justice; trials ( domestic, international hybrid according to country). Some countries involved external actors, for example Chile.

CHILE: THE PINOCHET YEARS

The Chilean transitions are considered to be one of the most limited in democratic literature in the literature, compared to Latin American countries where authoritarian inheritance remains more robust in political, legal, institutional and cultural areas. ( Scott Mainwaring, “Transitions to Democracy and Democratic Consolidation; Theoretical and Comparative Issues”, in Issues in Democratic Consolication: the New South American Democracies in Comparatice Perspective, O’Donnell and J.S. Valanzuela, (Notre Dame, IN, Universty of Notre Dame Press,2002)

Chile period; Dictatorship era,repression, organized response, legal strategies, HRO and HRV Introduction of Amnesty Law is debated ; early establishment prevention of human rights by negative judicial judiciary.

Military Cou’p Detat (1973-1990): Human Right Abuses and Violence

General Augusto Pinochet Ugarte ; From 1973 to 1990, the general who ruled Chile with the dictatorship. Pinochet made military coup and overthrew the government and took to power.

The coup direct intervention political process, political right,judiciary, the Catholic church and civillian population.

Chile former President Allende is rulled the country by marxist approach. When Pinochet came into power changed everything.Firstly, he is rulled  anti marxist ideological approach and  ıt is changed to radical neo-liberalist economic approach. Pinochest used to military hierarchy and discipline establish to presidential regime  against rivals. According to Eric Hobsbawma, for the period of Pinochet, “this period of economic ultra-liberalism has been demonstrated, along with its other aspects, has shown that political liberalism and democracy are not a natural part and extension of economic liberalism.” Indeed, the Pinochet era is one of the instructive examples of the self-functioning market (free market) that needs dictatorship, repression and authoritarian political models, and under which it can function more “rationally”. With the Chilean model, the principles of solidarity, intergenerational sharing and publicity, the universal principle of social security, have been eliminated, and individual savings and individual income are introduced. The model is belonged to Chile Socil Security Minister of (1978-1980)Jose Pinara .

(World Bank, World Tables)  Chile economic’s table in 1974-1977

The regime can also be legally legal and can be completed to ensure that the suppression and oversight of some institutional formalities are ready for use. The government recognized new constitution in 1980 to  “protected” democracy. Political and sociocultural transformation is in 1980.

Many people are diseapeared, tortured, exiled and died for this era. Human rights abuses are rise in these times. Many people suffered in this time.

17 years people suffered, because of authoritarian regime. Former President Allende died but they did no surely know about  the cause of death. Some people have taken refuge in North America or other country. Some cult was established and they were experimented on people “Colonia Dignidad” It’s a  remote place surrounded with high barbed-wire and Armed guards and attack dogs 24 hours, nobody came or left. Child abuse and psychological and physical torture normal in this place.  Paul Schafer is a leader of the cult.( Former Nazi Soldier)

According to O’Donnell; The Chilean case  may be the threat level and the initial pressure level is too hight. They can be first level” (O’Donnell, 1982)

The Rettig Report said that between September to December in 1973 over half of recognized killings or disapearances . It was a “ınternal war”. They have terrorized the civilian population.

Military Junta approved bylaw an  Amnesty law, for  1973-1978 years to cover the crimes committed. Amnesty laws are protected to criminals responsible author, accomplice or liability of all persons who commit an implicit crime from the day of the coup, 11 September 1973 – 10 March 1978 siege status removed. During the 17-year military dictatorship period, The judiciary did not consider the “habeas corpus” provided by the relatives of the persons detained or lost;the judiciary refused to investigate these cases.

It was the place where the victims could bring their relatives’ demands and testimony. The name is “Vicaría de la Solidaridad,” and The Peace Committee,lawyers are received and classified all available information in these institutions about human rights abuses. They are prepared files them.

The army-designed a constitution was approved by a fake plebiscite in 1980. According to a program created in this constitution, a new popular vote was held. In 1988, Pinochet was held in order to determine the permanence of the army in power. The elections for a series of constitutional reforms, including 8 more years, or promptly making free calls. and they had 2 choices, “yes and no” . “NO” option won a significant majority.

Transition Justice in Chile

Parliamentary elections were held in 1989. A broad left-coalition is won the election. President was becoming Patricio Aylwin, he had supported to Pinochet coup against the Allende. Public voting and elections followed the program designed by the army. The transition to democracy in Chile was a negotiated transition in which the army held power level actual and corporate privileges.

Human rights violation investigation separate two parallel way;

1- The Judicial Way

2- Truth a Reconciliation Way

1- National Truth and Reconciliation Commission was established in 25th of  April 1990;

1- Documented and named victims of disappearance and fatal political violence.

2- Could not name perpetrators.

3- Passed information to the courts about illegal burial or cases.

The aim was not to criticize the process. The procedure for communicating with investigations but done nothing. Because of former dictatorship and judiciary pretty close.

Truth Commission was a way of overcoming the absence of a criminal investigation. Historical official account to create about human rights violations. Judiciary was left to the tribunals and closed cases and began the amnesties without investigations. Rettig Commission gathered information about criminal persons and they sent to confidential report about the violations to the judiciary.

 “To publicly restore the good name of those who perished from the stigma of having been falsely accused as enemies of state” Truth and Reconciliation Commission recommended that ( Teitel,)

President Patricio Aylwin apoligized to the victims  in the stadium for government wrongdoing in the same time he read diseapearence addresses.

It’s a good step for healing process to victims, government should help their public. The first step is to empathize in such events. It is a wave of political transformation.

Shortly after participating in the Rettig Commission, Chilean human rights lawyer José Zalaquett wrote that “political situations are far from static, and if the new government consistently follows the best possible approach“ and new possibities can be opened away. (Jose Zalaquett)

The National Corporation of Reparations and Reconciliation was established in 1992. The Commision helped the persons exonerated from public offices for political reasons and It was established to help relatives who died and were executed.

The National Corporation of Reparations and Reconciliation gave the recommendiations to Reggit Commission about reperations for victims. The purposes are to ensure compensation for victims of human rights violations. The establishment was failed about the disappearence but they were ensured reperations to victims.

The process is about the rehabilitation to victims according to “Teitel” table. This step was helping to victims for normalization process.  So they feel good and joined to crowd events. Reintegration and heal for aggrieved.

Law No. 19,123 has awarded compensation  Pensions for relatives of victims of human rights violations committed by dictatorship. It provided medical and educational benefits to the victims.

The government does not take the responsibility of wrongdoing in the process of prolonging the rehabilitation process of the people. People wants to deserves to government, and Criminal should take responsibility and be punished in public-eye. Wrongdoers to sanctions to vindicate victims.

The Corporation “”decentralized public service subject to the supervision of the President of the Republic through the Ministry of the Interior” (Law 19,123, Volume III of Neil Kritz, 1995. It was supposed two years 1992-1994 but extended to 1996. 1,005 composed  the “Program of Continuity of Law 19,123 former National Corporation of Reparations and Reconciliation”, (1996-2000). The Corporation taken to generic name of Human Rights Ofiice in the Ministry of the Interior.

“Involvement in legal investigations was a duty of the Corporation. The law said that “It is declared that the location of the disappeared detainees, as well as that of the bodies of the executed persons and the circumstances of said disappearance or death, constitute an inalienable right of the victim’s families and of the Chilean society”. (Article 6, Law 19,123 Volume III of Neil Kritz, 1995)

Therefore, this institutions were supporting role in human rights investigations to carried out by the judiciciary.18 lawyers gathered information from witnesses, responded to requests from judges and extra-judicial,investigations,It was ended evidences and reports to courts. These evidences and reports discussed for further forensic investigations.

According Article 6 of Law 19-123, they had right to know about death’s and how did they die? So they were started excavation for found bodies, Human Rights of The Minister of Interior created budget US$ 772,000 ($540 million pesos) for judiciary process support to  excavations.

Some scholar criticized this process of Chile’s, They said that; It was a audacious step after the military regime. Because they did a democratic election after autoriatarin regime.

But the main problem was, perpetrators still in the government or powerfull place in the Chile’s. They can capable thing in there. Pinochet arrested in London. Pinochet fate’s in external actors. Chile’s government rejected his trial. Because he was a ex-leader and former head of state and they said; It was harmfull for national sovereignty. Spanish courts did not allow the extraterritorial jurisdiction to Pinochet. Chilean Government negotiated diplomation reprisals to Spain and U.K. The Chiliean government started provoked and political fights to Spain.Socialist Party publicly supported the Pinochet. Defenders appealed to the district court.

District Court gave the decisions, exempt from punishment and extradition and he has impunity of these crimes.He relaised in bail.

After the arrested of Pinochet, Spanish Judge Baltasar Garzon had significant ramifications to Chilean political and domestic judicial institutions and society. It was a general verdict. It was a catalysed 3 types, achieve truth, justice and reconciliation

After that Chiliean transition was changed and re-started the dealing with past. People and government against each other after the conditions, public oblivion was tore down.

New solutions were founded from past problems, created new strategies. The Prosecutions against the former perpetrators, they restarted wide range attempts. They established new reforms.

In fact, this event divides the institution into two.commission  was different approach after arrested Pinochet. Why did differently approach after that? Before this event, they were follow a different path.

Minister of Defense Edmundo Perez, Yoma  builded new  “table”  “Mesa De Dialogo”

Dialog table: Military, church representatives and  lawyers met government authorities to recover information about the remaining dissapeared. The table achieved agreement from military about dissapearence. But some relatives of victims and communist party rejected. They considered the close cases about deathto certify.The 200 cases  were avaliable but result was dissapointing. There were many excuses about dissappereance. Violators provided political protection and It falled by the wayside.

Dialog Table recommendation special judges for human right violation and dissappearence.Than appointed to 9 special human rights judges And Supreme Court decree criminal judges procedding cases about human rights abuses. Therefore 9 special judges focused to dissappearence These judges be succeed this process but  they were bad results to finding to victims bodies.

Pinochet losted the priviliges as a senator. This provided for standing trials. “Death Caravan”, the military group killed  Chilliean political prisoners. Many civil servants have participated in human rights cases. The contribution of these negotiations,for the first time, his army was considered to be the custody of the crimes, killing and covering up at least 200 cases. Supreme Court assigned by the Government judges for “Death Caravan”

“The National Commission of Truth and Reconciliation and the Reparation and Reconciliation Corporation reported 3,196 victims of political violence. Of these, 1,185 were disappeared and 1,720 dead by the dictatorship.” (Fasic)[1]  The military was responsible 304 people and  139 death reported to political violence. President Ricardo Lagos said that military to accepted their crimes. They had thrown political opponents to rivers and to the sea.(2000-2006)

Many of them disappeared and some of them executed ( shot or law of escape). “Death Caravan” solved from 1993 to 2000. The stories are changed and many of them founded and identified bodies in  the different part of countries.

The most important factor in transitional justice is “justice” “judiciary”. Chile’s justice has many barriers. The judiciary still loyalty to military. Military courts have superpower even individual cases and “Amnesty Law” in 1978.

Judges denied proved to relatives prisoners and disappeared. Chile needed to the  new judiciary for legislative. Because It did no purged in the judiciary or public service. Former Minister of Justice Francisco Cumplido added new laws “Cumplido Laws”. It was about “transferred to civil court cases where the accused and the affected part were civilians” . There were pieces of evidences against to military.

Judges have failed for years and It was a wide reform in criminal system. Judiciary to let promotion to new judges for Supreme Court and other lower courts. Finally tribunals ready to prosecute the military. Judges willingly provided to human rights in their countries. Transitional justice advanced to democracy step by step.

The Criminal code depended to judges in Chile. The case began with a denunciation and It was no investigation before written  If no one attacked about anything the case “sleep” until a case is written to court.

This system main problem’s was magistracy. They were so-called “objective” .They did everything about case; investigation,elaboration, hypothesis. Then they gave a decision “objectively”.

Then they started reform this system. Public Ministry was new institution in Chile. Judges only duty was judge the case. The reform began the stage to the geographical way in the country. The system approved and developed by President Frei and put in practice by President Ricardo Lagos.

Some policies and army air forces had been acuised to kidnapping in 2002. After that Police and Security services wanted to testify criminal’s officers.  Some officers prisoned by pre-processed crime. But Amnesty Law covered them. Appeal Courts temporarily closed the case for Pinochet mental health. After that decision,  Alfonso Insunza investigates the decision  requested to Supreme Court. The request rejected to declare unconstitutional the closing case. General Pinochet mental health’s was not stable, so Supreme Court ended the case.12 former military offices prisoned for killing Union Leader of Tupacel Jimenez.  Amnesty law did not cover special situations such as; Emilio Cheyre was killed, two kids. This crime can not cover by Amnesty Law. Some decisions rejected by Supreme Court because under the immunity to Amnesty Law. Appeals court accepted the Amnesty Law. It was not interference because law protected “the crimes”. The criminal bench of the Supreme Court, however, maintained its line on Amnesty International law by the criticism from the army. Disappeared is ongoing crime and not covered by Amnesty Law. The genocide charges are at the court for the court’s intention.

Amnesty International law still in Chile and It is motivating political crimes and violate human rights. The operation of DL 2,191 is to withdraw the responsibility of crimes. It was decided between 1973 and 1978.  Homicide, terrorist and passport falsification, assassination foreign minister and ambassador Orlando Leitelier, international terrorist action not included of Amnesty Law. In the late 1990s, kidnapping was accepted as a crime of continuing execution. Disapparence case leading several investigations should be identified, identified and the case must become one of the first-degree murder.  It was unless the location of the victim is known, no amnesty, nor limiting provisions apply. Forward presentation of corpses lost in fear of future justice, It became a retroactive tool to investigate cases of human rights violations.

State compensation for victims of human rights violations to takes prevention measures from rehabilitation and reparations.  In this perspective, “To restore the current condition compensation will be provided. Before human rights or international humanitarian law violations. Among other things, compensation, restoration of liberty, family life, citizenship, requires the return of the person. residence and restoration of work or property.  Because some people lost their jobs for political reasons, or home or citizenship. It has happened in the civil war in  a dictatorship era. That time was military captured of people’s property. Congress approved a bill in 1997. Properties given by their owners. ( house,Office,etc.) Other cases gave monetary reparations granted. The law has established limit in time, to receive compensation seizure victims.  Political prisoners released within the restoration of liberty, some of them forced or voluntarily left the country. The UN document states that in any economic compensation will be provided to damaged ones from human rights violations or international humanitarian law; mental and physycially health,distress, lost education’s opportunities, economic damage, harm to dignity, medicine and medical rights lost. The law 19,123 granted to monthly reparations to victims and relatives. The Chilean government decided to provide 28.459 registered victims or relatives with life-long compensation (about USD 200 per month) and free education, housing and health care in 2005

The law said that; It was never repeated again, victims have several rights to getting dignity and other things, official announcement the truth,reparations, educations, human right abuses, crime. The law protected to their people and granting rights back to people.

International Human Rights Court declared the amnesty provisions violated the international law.(1998) International Criminal Tribunal explained that; domestic amnesties covered to crimes and tortures. 30 years after the coup, the old and the present army has now been interrogated and interrogated the courts in the preventive prison.

Conclusion

The Chilean case is very defective ones. Many facts affected countries. Retroactive law, covered law, unstabilized political actors and military officers. Actually, these things affected to democracy. It was a non-transparency between government-people. Furthermore, crimes can provide by law.  It was really interesting case.

The Chilean commission did not share everything to media just shared two tasks about transitions and past crimes. Commission has taken the truth by unilateral. After the Dialog table, the military accepted some crimes. It was not an entried to democracy, It was a self-pardon unilateral the perpetrator. Amnesty was a disaster and all the institutions accepted that. In practice, the application of a pardon was left to courts in Chile.

Suddenly associating with symbols, figures, reasons, lifestyle an unusual degree is associated with a political past that is still a present experience of a large part of the population. Political elites are almost obsessed with the underlying consensus of violence and a sense of injustice in the Chilean community remains hidden.

Political time and changes despite strong institutional and political constraints as in the judiciary, the context also expanded Chile’s limited justice They did reform  in judiciary, facilitated the introduction of young judges, the interpretation of a new amnesty provided for the investigation before the completion of the case and special assignment decided to investigate human rights cases.

Rettig Commission failed some situations. People expected to legitimize to hidden truth, human right violations clarified, prevented to denial of crimes and violations.

In the beginning to transitions Judges were loyal to the military. The regime still moved in the judiciary. Because of the Amnesty Law, violators did no get the deserved. The main obstacles were Amnesty Law (1978) for a  transition to democracy. Chile has a negotiation character. The military predicted that the rules would ultimately come back from the beginning. And they declared Junta is a temporary government. They created a new system substitute politacal party system, political confrontation is a sickness. They designed a  new constitution, new arm forces, new institutional and new electoral system. Most of them protected in negotiations for transitions. The Rettig Commission decreased to lies in public speech.

Some good things happened in Chile. Fear reduced, judiciary reform support positive role in justice.İnvestigations increased and reparations to victims to state-sponsored. Big steps forward to justice in Chile.

Most of the perpetrators retired from the armed forces or intelligence until the time they join the crimes. Some have died elderly before punishment even knowing their crimes. But retired and some active officials are still in danger of being prosecuted for human rights violations in a dictatorship. After the detention of Pinochet in London, new judicial impulse progress has been made in reopened cases and investigations. Truth and compensation, orientations, helped Chile’s reason for not playing against it, in the end, where the perpetrators had advanced despite the extremely low penalty.

Pinochet gets home detention in Chile and he died without any punishment in 2006.

The Chilean case extremely different case. Many people died, some of them disappeared some of them did not find. The military damaged to a country and the people.Unbelievably way,the  law protected the criminals and violators. Everybody knows even judiciary know they are criminal, but law protected the most of them. Thus Chiliean transitions are closed one, Many African countries had an investigation. They were more open rather than Chile. Democracy had wounded. The first democratic election did not do many things for transition. Most of the thing rise after the arrested of Pinochet. His arrested process was very interesting. He has underestimated followers.The  most interesting one was socialist parties support his in Spain. According to Teitel table, There were all stages in Chile. It took to long.

Commission have been classified confidential has kept a secret to testimonies in 50  years.It is potential evidence.

Chile Congress to accepted 20.405. It was creating to Instute for Human Rights in 2009. Former Presindent Michelle Bachelet created task to advisory commission about characteristics of victims of torture and of prisoners of conscience, as well as persons killed by extrajudicial executions of missing prisoners.[2] The Memory and Human Rights Museum opened in 2010 in Santiago Chile.

Tuçe  Genç

[email protected]

                                   BIBLIOGRAPHY

CATH COLLINS, Post-transitional Justice: Human Rights Trials in Chile and El Salvador,2010

Ruti Teitel Global Transitional Justice

Elin Skaar, Jemima Garcia-Godos, Cath Collins  Transitional Justice in Latin America

Paloma Aguliar, Alexandra Barahona De Brito, Carmen Gonzalez Enriquez, The Politics of Memory: Transitional Justice in Democratizing Societies

Todd Landman, Neil Robinson The SAGE Handbook of Comparative Politics

(Zalaquett 1992, p. 1435)

Correa Sutil, Jorge in collaboration with Francisco Jiménez. 1997. “‘No Victorious Army has Ever Been Prosecuted… ’: The Unsettled Story of Transitional Justice in Chile”. In Transitional Justice and the Rule of Law in New Democracies. Edited by A. James McAdams. University of Notre Dame Press, USA.

Boraine, Alex. (Paper) South African Truth and Reconciliation Commission: The Third Way. Correa Sutil, Jorge in collaboration with Francisco Jiménez. 1997. “‘No Victorious Army has Ever Been Prosecuted… ’: The Unsettled Story of Transitional Justice in Chile”. In Transitional Justice and the Rule of Law in New Democracies. Edited by A. James McAdams. University of Notre Dame Press, USA. Gahona, Yuri. April 2002. Reparación por Violaciones de Derechos Humanos: ¿Qué reparan las medidas, leyes y políticas de reparación?. Dissertation, M.A. in Social Sciences, Universidad de Chile. Hayner, Priscilla. 2002 Unspeakable Truths: Facing the Challenge of Truth Commissions. New York, Routledge

Zalaquet, José. April 17, 1991. “The Ethics of Responsibility: Truth and Reconciliation in Chile”. Transcript of a seminar with José Zalaquett Daher. Washington Office on Latin America (WOLA), Issues in Human Rights, Washington DC.

Luis Martin Cabrera Radical Justice: Spain and the Southern Cone Beyond Market and State 

The Oxford Handbook of International Political Theory Buckley-Zistel, Susann

Ellen Lutz and Kathryn Sıkkink, “ The Justice Cascadade: The Evolution and Impact of Foreign Human Rights Trials in Latin America” 2001 Chicago Journal Law 2,1

Anite Ferrera Assessing the Long Term Impact of Truth Commissions ,The Chilean truth and reconciliation commission in historical perspective,

Ruti G. Teitel Transitional Justice

http://www.archivochile.com/Derechos_humanos/com_valech/Informe_complementario.pdf (The original documents   The Valech Commission)

Nino, Carlos Santiago. 1996. Radical Evil on Trial. Yale University Press, USA.

Pinochet, Augusto. London, December 1998. Carta a los Chilenos (“Letter to the

Chilean”) http://www.movimientovitalicio.terra.cl/carta.htm

Tepperman, Jonathan “Truth and Consequences”. March / April 2002. Foreign Affairs,

Volume 81, Number 2 (pages 128-145).

Van Boven, Theo. 1997. Basic principles and guidelines on the right to reparation for

victims of violations of human rights and international humanitarian law (revised). U.N.

Economic and Social Council (ECOSOC). E/CN.4/1997/104

Wilde, Alexander. 1999. “Irruptions of Memory: Expressive Politics in Chile’s Transition

to Democracy” Journal of Latin American Studies, No. 31. Cambridge University Press, UK.

Zalaquet, José. April 17, 1991. “The Ethics of Responsibility: Truth and Reconciliation in

Chile”. Transcript of a seminar with José Zalaquett Daher. Washington Office on Latin

America (WOLA), Issues in Human Rights, Washington DC.

Zalaquett, José. August 1992. “Balancing Ethical Imperatives and Political Constraints:

The Dilemma of New Democracies Confronting Past Human Rights Violations”.

Hastings Law Journal Volume 43, Number 6. University of California.

Commission of Inquiry: Chile 03


YAPISAL ŞİDDET TEORİSİ VE VENEZUELA ÖRNEĞİ

0

ÖZET

Bu çalışmanın amacı Venezuela’nın uzun yıllardır süre gelen iç çatışmasında,  toplumsal yapısını sosyal, siyasi ve ekonomik konularda analiz ederek, ülkenin güvenlik tehditlerini yapısal şiddet teorisi ile açıklanmasıdır. Çalışma Venezuela’nın tarihsel süreçte iktidar yapısını incelerken, Hugo Chavez  ile Nicola Maduro’nun iktidar dönemlerini içeren 1998-2019 yıllarına odaklanmaktadır. Tümevarım yöntemiyle yapılan bu araştırmada, bir ülkenin en büyük güvenlik sorunlarından birinin ülke içindeki ekonomik, sosyal ve siyasi istikrarsızlıklar sonucu ortaya çıkan çatışmalar ve kutuplaşmaların, ülke bütünlüğünü tehdit eden en büyük güvenlik sorunlarından biri olduğu sonucuna varılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Venezuela, Yapısal Şiddet Teorisi, Çatışma, Kutuplaşma, Güvenlik Politikaları

Giriş

‘Uçların ülkesi’ olarak adlandırılan Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti; Latin Amerika kıtası içinde yer alan, zengin yer altı kaynaklarına sahiptir ve aynı zamanda coğrafyasının meydana getirdiği, benzersiz bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Fakat Venezuela bunlara ek olarak suç oranlarının yüksekliği ile dikkat çeker ve gecekondulaşma oranlarının fazla olduğu şehirlere sahiptir.

Venezuela 2014’te protestolar başlamış, bununla birlikte ekonomik kriz daha da kötüleşerek günümüzde hiper enflasyon yaşanmıştır. Ekonominin kötüleşmesine ek olarak ülkede; yolsuzluk, suç oranlarında artış ve tüm bunlara ek olarak yağmalamalar, karaborsaya düşen tüketim malları (gıda, ilaç temizlik ürünleri vb.) , ülkede paranın değer kaybetmesi de çatışma ortamının oluşup, körüklenmesine sebep olmuştur.

Bu çalışmada toplumsal kutuplaşmanın nedenlerine, tarihsel süreç ile incelenerek Chavez ve Maduro hükümetlerinin politikaları incelenecektir. Şu anda Venezuela’da yaşanan olayların yapısal şiddet teorisi ile incelendiğinde, bir ülkenin yaşayabileceği en önemli güvenlik sorunlarından birinin, ülkenin iç huzursuzluklarından meydana gelebileceği sonucuna varılmaktadır.

Çalışmada öncelikle Venezuela’nın toplumsal yapısı; ekonomik ve nüfus konuları açısından ele alınacaktır. Daha sonra ülkedeki kutuplaşmalar ve çatışmanın sebepleri incelenecek ve güvenlik teorilerinden biri olan yapısal şiddet teorisi ile Venezuela örneği açıklanacaktır.

  1. Geçmişten Bugüne Tarihsel Süreçte Venezuela Toplumsal Yapısı

Venezuela 19. Yüzyıla kadar İspanya İmparatorluğu sömürgesi halindeyken Amerika’nın kuruluşu, Fransız Devrimi ve Napolyon tarafından İspanya’nın işgali gibi olaylar bağımsız hareketlerinin ülkede başlamasına sebep olur. Venezuela diktatörler tarafından yönetilen sayısız siyasi kargaşa dönemini atlatarak en sonunda General ve siyasetçi Simon Bolivar önderliğinde  1958’ de bağımsız olur. Diğer Latin Amerika devletleriyle karşılaştırılırsa erken bir dönemde bağımsızlığını kazanmıştır. 1958’den 2002’de Bolivarcı sosyalist Devlet Başkanı Hugo Chavez’e yönelik 48 saat süren darbe haricinde, demokratik bir yönetim tarzını devam ettirmiştir ve 1990 yılına kadar Amerika tarafından Latin Amerika ülkeleri arasından model ülke olarak sunulmuştur.[1]

Temelleri sömürge dönemine dayanan keskin sınıflaşma yapısı ile birlikte Venezuela’nın sosyo-ekonomik yapısının doğurduğu sorunlar Chavez döneminde ‘21.yy Sosyalizmi’ dediği plan çerçevesinde aşılmaya çalışıldı. İktidara gelmesi ile birlikte ekonomik ve siyasi olarak birçok değişikliğe gitmiştir. Bunlar arasında yeni bir anayasa ile görev süresini uzatmak, yetkilerini artırmak, senato ve temsilciler meclisli iki kanatlı yapı yerine Millet Meclisli tek yapıya geçmek yanında ülke adını Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti olarak değişmek de yer almaktadır.  Chavez ayrıca petrol ve doğalgaz işletmeciliğini devlet bünyesinden yapmak isteyerek PDSA (Petroleos de Venezuela S.A.) bünyesinde kendi elini güçlendirmiştir. [2] Chavez’in bu kamulaştırma eğilimli politikaları ile sosyal devlet ekonomi politikaları ise ülkedeki ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen elit kesimin tepkisine neden olmuştur. Böylece ülkede orta sınıfla birleşen üst sınıf kesim ile alt sınıf kutuplaşmalarının keskinliği  yavaş yavaş netleşmeye başlamıştır. Chavez son dönemlerinde otoriterlikle ve kötü yönetimle suçlanmıştır.

Nicalas Maduro ise Chavez’in 14 yıllık politikaları sonrası 2013’de göreve gelmiş ve göreve başladığı tarih itibariyle ülkede ekonomi kötü durumda, işsizlik ve enflasyon rakamlarının ciddi duruma ulaştığı bir ekonomik durum söz konusuyken, toplumda da çatışmaların başlangıcının temelleri atılmaktaydı. 

2.1.Venezuela Ekonomisi

20.yüzyılın sonlarına kadar Latin Amerika’da en büyük ekonomilerinden biri olan refah ve varlık içinde yaşayan ülkelerinden biriydi, Venezuela. Ülke, 2011 verileri itibariyle dünyada kanıtlanmış en büyük petrol rezervlerine sahiptir. [3] OPEC verilerine göre, dünya petrol rezervinin %24,8’lik payına sahiptir. [4] ABD ve OPEC ülkelerinin önemli petrol tedarikçileri arasında yer almakta olup ekonomisine en büyük katkıyı petrol rezervlerinden sağlamaktadır. Petrol gelirlerine bu kadar bağlı olan bir ekonomi ise kırılgan olmaya mahkumdur.

Hugo Chavez döneminde (1993-2013) yılları arasında ekonomi yüksek petrol fiyatları ile iyiye giderken, Chavez sonrasında, Maduro hükümeti ile, 2014’den beri yaşanan iktisadi sorunlar, Venezuela ekonomisinin 2018-2019 yıllarında %23 küçültmüştür ve  işsizlik rakamlarını 2019 yılında % 37 olarak beklenmesine sebep olmuştur. [5]

Enflasyon oranları 2013 yılı itibariyle her yıl artarak üç haneli ve dört haneli olarak düzenli artmış, 2018 yılında ise bu hiper enflasyon rakamlarına ulaşarak, Temmuz ayı enflasyon rakamı %83.000 olmuştur ve bu rakamın daha da artacağı öngörüsü yapılmaktadır. [6]

Ülkede uygulanan makro-ekonomik politikalar, yoğun devletleştirme uygulaması ve kambiyo rejimi, yatırımcıların ihtiyacını karşılayamamaktadır. Tüm bunlar ülkeye yeni ve yabancı yatırım girişimlerini de engellemektedir. 

Ülkede özellikle son iki yıldır döviz darboğazı hissedilmektedir ve ekonomi uzmanlarınca ülkedeki siyasi istikrarsızlıklar, suç oranları, artan enflasyon ve işsizlik rakamları,  döviz kurunun kontrol edilemeyişi, petrol üretimindeki düşmeler, tahkime giden davalar dış borçların ödenememesi gibi sorunlar daha da katlanarak devam edecektir.  [7]

Ekonomik faaliyetlerin kötüye gidişi ile ülkede elektrik kesintileri yaşanmakta, sağlık hizmetleri aksamakta, ulaşım, güvenlik gibi temel kamusal hizmetler gerçekleştirilememektedir. Halk tüm bu durumlar karşısında, en temel hak ve özgürlüklerinden yararlanamamakta ve Venezuela’dan başka ülkelere yoğun bir şekilde göç yapmaktadır.

2.2.Venezuela’da Nüfus Yapısı

Latin Amerikalı halklar karmaşık bir yapıya geçmişten gelen sebeplerden ötürü sahiptir. Bölgede yerli halk ve onlara ek olarak Afrika’dan gelmiş olan köleler ve kıtaya göç etmiş beyazlar bulunmaktadır. Üç ayrı melez halk türüne sahiptir, bunlar; yerliler ile beyazlar (mestizos), beyazlar ile Afrikalılar (mulattos) siyahi ve yerli ve siyahi (zambos)  halklardır.[8] Bu üç halk tiplerinin birleşimi ile de kültür ve din karışımı da eklenerek melez yapılı bir sosyo-kültürel yapı meydana gelmektedir.

Soğuk Savaş sonrası köyden kente göç önemli miktarda artmış ve nüfusun %93’ü şehirlerde yaşamaktadır. 29 milyonluk nüfusun yarısından fazlası melezdir. [9] Yerliler ve sömürgecilik döneminde Afrika’dan gelen etnik gruplarla karışmayanların oranı ise diğer Latin Amerika ülkelerine göre oldukça düşüktür. Çoğunluğu İspanyol kökenli olan üst sınıf kesimi ile üst-orta sınıf ise günümüzde Bolivarcı Devrime muhaliftir.

Latin Amerikada en belirgin özellik ise zengin ve fakir arasındaki farkın uçurumudur. Bu ayrımın temel sebebi uygulanan yanlış ekonomi politikaları, doğal kaynakların sömürü malzemesi olması, zenginlerin Amerika tarafından desteklenmesi, askeri darbeler, IMF kredileri gibi sebeplerdir. Bir Latin Amerika ülkesi olan Venezuela içinde bu sebepler geçerlidir. Bu politikalarla birlikte ekonomideki kötü gidişat farkir-zengin ayrımını birleştirmiş ve 27 Şubat 1989’da fakir halk bir iç kargaşa yaratır. Caravas Patlaması olarak da bilinen bu olay sonrasında her iki halk tabakası da birbirini tehdit olarak görmeye başlar.

  • Venezuela’da Kutuplaşma ve Çatışmalar

Venezuela’da  şiddet kronikleşmiş bir hal almış durumdadır. Yüksek suç oranları, ekonomideki kötü gidişatlar, ulaşım güvenlik sağlık gibi temel hizmetlerin karşılanmasındaki zorluklar ve gıda gibi temel ihtiyaçlara ulaşılmadaki zorluk tüm bunların sebeplerinden bir kaçıdır. Bunlara tek tek değinecek olursak ilk olarak Latin Amerika kıtasından bahsetmemiz gereklidir.Öncelikle belirttiğimiz gibi Latin Amerika ülkelerinin karakteristik özellikleri halk arasındaki bölünmüşlüklerdir. Baskıcı rejimlere ev sahipliği yapmaları, beyaz-batılı-zengin ayrımlarının oluşu ve tüm bunlara bağlı olarak ülkelerde genel bir siyasi sosyal ve ekonomik birlik bulunmamaktadır.

Bir ikinci unsur ise Chavez hükümetinin izlediği politikalardır. 14 yıllık iktidarlığında radikal politikalar ile köklü değişiklikler uygulamıştır. Tüm bunlar orta kesimi tehlikeye atarak zengin kesimin pastadaki payının azalacağı korkusunu bu halk kitlelerine yansıtmıştır. Bu durum zamanla ülkede kutuplaşma ve gruplaşmayı beraberinde getirerek artan bir şekilde hızlandırmıştır. Maduro hükümeti ise faşist ve darbeci gruplar ile bunları destekleyen Amerikan politikalarını sorumlu tutmaktadır. [10]

Venezuela başkent bölgesi olan Caracas 89’daki olaylar sonrasında günümüzde de  toplumun farklı kesimlerinin meydana getirdiği kutuplaşmalar sonucu  çeşitli şiddet unsurlarını barındırmaktadır. Bölgenin Caravas Metropoliten Bölgesi batısında suç çetelerini barındırırken,  üst-orta kesimin bulunduğu doğu kısmı özel güvenlik şirketlerince korunmaktadır. [11]

Ülkedeki bu toplumsal ve siyasi kutuplaşmaya ek olarak komşu ülkelerde yaşanan uyuşturucu  ticaretinin yaratmış olduğu çatışma ortamı ile silah edinmek  kolaydır. Bu durumda genç kuşakta silah kültürü oluşumuna sebep olarak Venezuela’da varolan şiddetti tetiklemektedir. [12]

Ülkede genel anlamda bir güvensizlik ortamı mevcuttur ve kriminal şiddet ile siyasi şiddeti ayrımak zorlaşmaktadır.

  • Yapısal Şiddet Teorisi ile Venezuela

Yapısal şiddet teorisine göre güvenlik sadece ülke dışından gelebilecek bir saldırı değil, aynı zamanda bir devletin kendi içindeki sosyal, ekonomik ve kültürel yapılar üzerinden sorgulanmalıdır.  Devletin ulusal bütünlüğüne tehdit olabilecek unsurlar böylece daha öznelleştirilerek, devletin içine odaklanır.

Yapısal şiddet; insanın teknik olarak istemeden maruz kaldığı olaylar ve bundan etkilendiği durumlarda ortaya çıkar.[13]  Savaş dahil, aslında insanın varlığının tehdit altında olduğu her durum, Johan Galtung tarafından şiddet olarak kabul edilmiştir.[14] En önemli görülen şiddet ise aslında sosyal yapı içindeki adaletsizlikler ve yoksulluklardır.

Yapısal şiddetin nedenleri arasında; toplumun ürettiği ya da var olan kaynakların belli bir kişi veya sınıfın içinde toplanması ve bu kaynakların başka amaçlara yönelmesidir. Ekonomik sınıfların oluşumu ile sınıflar arasındaki uçurumların ortaya çıkışı ise, bir yapısal şiddeti ortaya çıkarmaktadır.

Bu noktaya kadar yukarıda anlatılanlardan hareketle Venezuela’da halk yapısal şiddette mahrum bırakılmıştır. Doğrudan şiddet bir olay halinde meydana gelmekteyken; halk hem doğrudan şiddeti kendi içindeki çatışmalarla yaşamakta hem de  bunlara ek olarak, bir süreç halinde ortaya çıkan yapısal şiddet etkisini zaman içinde hissetmiş ve en sonunda kendini bu süreç içinde bulmuştur. Venezuela’da İktidarların uyguladığı politikalar, belli bir ekonomi modelinin işlemeyişi ve çevresel unsurlarında etkisiyle çeşitli sosyal ve ekonomik sorunların doğmasına neden olmuştur.  Venezuela’da potansiyel yaşam beklentilerine uygun bir yaşam, mevcut değildir.

Sonuç

Venezuela ‘zengin toprağın yoksul insanı’ olmak artık insanları bunaltmaktadır. Şu anda ülkede var olan iç siyasi istikrarsızlıklar toplumsal kutuplaşmalar meydana getirmektedir. Demokrasi koşulları kötü durumdadır. Muhalefet istediği gibi hareket edememekte, medya unsurlarının objektifliği muammadır. Ekonominin iyileştirilmesi amaçlı getirilen kısıtlamalar, halkın özgürlüğünü ister istemez kısıtlar niteliktedir. Orduyu arkasına alan yönetim; halk, üzerinde psikolojik bir baskı unsuru oluşturmaktadır. Devlet kurumlarının yapısı bozulmuş ve işleyemez durumdadır. Var olan bu kötü sosyal ekonomik ortamda, elektrik kesintileri beraberinde sağlık hizmetlerinin karşılanamaması, gıda ürünleri, çeşitli ilaçların ülkede bulunamaması ya da satın alınamaması gibi durumları beraberinde getirmektedir. Bu durumlar ülkede yağmalamalar ve toplumsal olayların ortaya çıkışını beraberinde getirmektedir. Halk tüm bu yaşananlar karşısında temel ihtiyaçlarını karşılayamamakta ve bu şartlardan kurtulma amaçlı ülkeden göç etmeye başvurmaktadır. Tüm bunlar yapısal şiddeti meydana getirmiştir. Böylece bir devletin güvenlik sorunu olarak yalnızca başka bir devletin değil, kendi içindeki sosyo-ekonomik durumlarında ciddi güvenlik tehditlerine nedeni olabileceğini göstermekteyiz.

Tüm bu sorunların çözümü için ülke içinde toplumsal gerginliği azaltıp  uzlaşıyı sağlamaya çalışacak politikalar izlemelidir. Komşu devletler ve uluslar arası toplum içinde ilişkilerini iyileştirmeli, petrol üretimini yeniden artırmak için çalışmalar yapmalı ve ekonomiyi petrol üretimi odaklı olmaktan çıkarıp yeni sektörlerin ortaya çıkması için çaba sarf etmelidir. Mali disiplin oluşturulup ülkeye yabancı yatırım çekebilecek politikalar üretmeli özel sektör ve mülkiyet güvencesi sağlamalıdır. 

*Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Öğrencisi.

 E-posta: [email protected]

KAYNAKÇA

AKGEMCİ, E, ‘’Venezuela’da Şiddeti Anlamak’’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi SBF Dergisi, Sayı:69, s.217-226.

BİRDİŞLİ, F,  Teori ve  Pratikte Uluslararası Güvenlik Kavram- Teori – Uygulama, Seçkin Yayınları, Ankara, 2019.

Baser, A. (2011, 11 Temmuz) Bolivarcı Devrim, TUİÇ Akademi, https://www.tuicakademi.org/bolivarci-devrim/ , (Erişim Tarihi: 04.04.2019)

Baser, A. (2014, 19 Mart )  Venezuela’da Kutuplaşma ve Eylemler, TUİÇ Akademi, https://www.tuicakademi.org/venezuelada-kutuplasma-ve-eylemler/ Erişim Tarihi: (04.04.2019)

KAYA, E,  ‘’Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:31, Isparta Nisan 2014, s.293-208.

OPEC Dünya Petrol Rezervlerinin Paylaşımı 2017,  OPEC, https://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm (Erişim Tarihi: 24.03.2019)

Ülke Profili; Venezuela, (2013, 13 Aralık), Aljazeera Turk, , http://aljazeera.com.tr/ulke-profili/ulke-profili-venezuela (Erişim Tarihi: 24.03.2019)

T.C. Ticaret Bakanlığı, (2019, 1 Nisan), Venezuela Genel Ekonomik Durum, https://ticaret.gov.tr/yurtdisi-teskilati/guney-amerika/venezuela/ulke-profili/ekonomik-gorunum/genel-ekonomik-durum (Erişim Tarihi: 04.04.2019)

Venezuela Milyonlarca Kişiyi Göçe Zorlayan Ekonomik Krize Nasıl Girdi, (2018, 24 Temmuz) BBC, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45285445 (Erişim Tarihi:24.03.2019)


[1] Ülke Profili; Venezuela, Aljazeera Turk, 13.12.2013, http://www.aljazeera.com.tr/ulke-profili/ulke-profili-venezuela Erişim Tarihi: 24.03.2019.

[2] Ülke Profili; Venezuela, Aljazeera Turk.

[3] Emre Kaya, ‘’Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2014, S:31, s.293.

[4] OPEC Dünya Petrol Rezervlerinin Paylaşımı 2017, https://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm , Erişim Tarihi: 24.03.2019.

[5] T.C. Ticaret Bakanlığı, Venezuela Genel Ekonomik Durum, 01.04.2019, https://ticaret.gov.tr/yurtdisi-teskilati/guney-amerika/venezuela/ulke-profili/ekonomik-gorunum/genel-ekonomik-durum Erişim Tarihi: 04.04.2019.

[6] Venezuela Milyonlarca Kişiyi Göçe Zorlayan Ekonomik Krize Nasıl Girdi, BBC, 24.078.2018.,  Erişim Tarihi:24.03.2018. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45285445

[7] T.C. Ticaret Bakanlığı, a.g.m.

[8] Aslıhan Baser, ‘’Bolivarcı Devrim’’, TUİÇ Akademi, 11.07.2011, https://www.tuicakademi.org/bolivarci-devrim/ , Erişim Tarihi: 04.04.2019.

[9] Ülke Profili; Venezuela, Aljazeera Turk.

[10]Aslıhan Baser, ‘’Venezuelada Kutuplaşma ve Eylemler’’, TUİÇ Akademi, 19.03.2014, https://www.tuicakademi.org/venezuelada-kutuplasma-ve-eylemler/ Erişim Tarihi: 04.04.2019.

[11] Esra Akgemci, ‘’Venezuela’da Şiddeti Anlamak’’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi SBF Dergisi, S.69, s.218

[12] Akgemci, E. A.g.e. s. 221.

[13] Fikret Birdişli, Teori ve Pratikte Uluslar arası Güvenlik Kavram- Teori- Uygulama, Seçkin Yayınları, Ankara, 2019, s.171.

[14] Birdişli, a.g.e. s.171.

Seminer Duyurusu: Sırbistan – Kosovo Toprak Değişimi ve Sırbistan’da 1od5Miliona Protestoları

0
Rada Trajkovic 29 Mart Cuma günü İstanbul’da Sırbistan-Kosova Toprak Değişimi ve 1od5Miliona Protestoları Konulu Seminer Verecek

TUİÇ Akademi Balkan Araştırmaları Masası 29 Mart Cuma günü saat 10.30’da “Sırbistan-Kosovo Toprak Değişimi ve Sırbistan’da #1od5Miliona Protestoları” konu başlığında gerçekleştireceği seminere Kosova’lı Sırp Politik Aktivist Rada Trajkovic konuşmacı olarak katılacak. Seminer Boğaziçi Mezunları Derneği –BÜMED Niche‘de gerçekleştirilecek.

Etkinlik Dışarıdan Katılıma Açıktır Kayıt İçin:

Etkinliğe katılmak isteyenler [email protected]adresine mail atarak isim-soyisim, iletişim bilgisi (telefon numarası) ve öğrenci ise üniversite ve bölüm bilgilerini paylaşarak kayıt yaptırmalıdır.

NOT: Rada Trajkovic sunumunu Sırpça yapacak ve Sırpça’dan Türkçeye tercüme edilecektir.

Etkinlikte Rada Trajkovic genel bir çerçeve çizerek Sırbistan ve Kosova arasındaki toprak değişimi konusunu ve Sırbistan’da devam eden protesto gösterilerini anlatacak, akabinde ise katılımcıların soru-yorum ve görüşleri alınarak toplantı tamamlanacaktır.

Rada Trajkovic’in Kısa Biyografisi

Meslek olarak tıp doktoru olan Rada Trajkovic 1980’li yıllardan beri bilinen bir politik aktivist ve kanaat önderidir. 1999 Sırbistan-Kosovo savaşından sonra Birleşmiş Milletler Kosova Geçici Misyonu (UNMİK) bünyesinde görev alan ilk Sırp temsilci olan Trajkovic, savaş sonrası etnik diyalog geliştirilmesine dahil olan ilk isimlerdendir.

Sonrasında Kosova Meclisinin 1. ve 4. yasama dönemlerinde milletvekili olarak görev yapan Rada Trajkovic, doğum yeri olan Gracanica (Kosova) merkezli Kosova ve Metohija Sırpları Avrupa Hareketi isimli sivil toplum kuruluşunu yönetmektedir.

TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği -TUİÇ- 2011 yılında platformdan tüzel kişiliğe geçerek İstanbul’da kurulmuştur. Öğrenci temelli bir sivil toplum kuruluşu olan TUİÇ bünyesinde farklı bölgeleri analiz eden araştırma merkezleri bulundurmaktadır. Bunlardan biri olan Balkan Araştırmaları Merkezi daha önce Balkan Ekonomi Zirvesi, Balkanları Tahayyül Etmek Çalıştayı ve çeşitli yuvarlak masa toplantılarında bölgeden Milos Solaja, Milivoje Pantovic, Nazım Rashidi, Senada Selo Sabic, gibi önemli uluslararası ilişkiler analistlerini ve Balkan çalışmaları yürüten Jens Bastian, William Bartlet gibi alanın önde gelen isimlerini ağırlamıştır.

Son dönemde dünya medyasının dikkatlerini üstüne çeken Sırbistan-Kosova ilişkilerinde toprak değişimi konusu Türk medyasında yeterince işlenmemiştir. Sırbistan ile Kosova arasında kökleri 1980’lerin sonuna dayanan ve 1999’da NATO müdahalesi ile şekil değiştiren sorun 2008 yılında Kosova’nın tek taraflı bağımsızlığı ile bambaşka bir boyuta evrilmişti. Kosova’nın bağımsızlığı yaklaşık 100 ülke tarafından tanınsa da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Rusya ve Çin’in vetosu ile karşılaşmış, Sırbistan’ın ise hiç bir zaman Kosova’yı tanımayacağını ilan etmesi ile kriz farklı bir boyutta bugünlere ulaşmıştır. Avrupa Birliği kolaylaştırıcılığında 2011 yılında başlayan Belgrad-Priştine görüşmeleri geçtiğimiz aylarda “toprak değişimi” iddiaları ile yeniden gündeme oturdu. Sırbistan’ın güneyinde yer alan Preşevo vadisi ile Kosova’nın kuzey bölgesindeki toprakların değişimi ile sorunun çözülmesi ve iki ülkenin normal ilişkiler geliştirmesi beklentisi ABD ve AB’den destek görürken, Rusya’nın da iki ülke arasındaki sorunu çözen bir anlaşmayı destekleyeceği iddia edildi. Bölgede ve dünyada gözler bu ihtimale çevrilmişken Kasım ayında Sırbistan’da iktidara karşı gösteriler başladı ve gösteriler kısa zamanda geniş kitlelere yayılarak her Cumartesi günü devam ediyor. Protestocuların iktidarın otoriter tavrından şikayet ettikleri ve muhalefete medyada yeterli ilginin gösterilmesini istedikleri biliniyor.