Home Blog Page 101

14 Şubat Cuma, TUİÇ Fikir Atölyesi 4: Uluslararası İlişkilerde Güncel Meseleler: Devlet Dışı Silahlı Örgütler

0

14 Şubat Cuma günü saat 18:30’da TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde uluslararası ilişkilerin önemli aktörlerinden biri haline gelen devlet dışı silahlı örgütleri tartışacağız. Bu konuya ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.

Katılım için lütfen başvuru formunu doldurunuz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLScynIPHof3iLTNEUDWEiJeBLeXdAO7o78qXjFkw5iLCVqxjiQ/viewform?vc=0&c=0&w=1

Kaynaklar:

https://orsam.org.tr/tr/suleymani-suikasti-sonrasi-surecte-hasdi-saabinin-gelecegi/

https://dergipark.org.tr/tr/pub/tocd/issue/17220/179883

https://dergipark.org.tr/tr/pub/tocd/issue/48810/585673

https://iramcenter.org/iran-in-afgan-lejyonerleri-fatimiyyun-tugayi/

https://dergipark.org.tr/en/pub/tocd/issue/17161/179407

TUİÇ Ofis Adresi: Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul

Konvansiyonel’den Asimetriğe: Siber Saldırılar

0

Doğukan BİNİCİ – Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler [email protected]

Günümüz dünyasında askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda dijitalleşmek; zahmetli olanı kolaya indirgemek, masraflı olanı masrafsız bir düzeye çekmek, etki ve nüfuz alanını arttırmak çağımızın bir getirisi olan, dünyayı görünmez ağlarla adeta birbirine bağlayan internet ve kullanım şekli ile mümkündür.

Çağlar boyunca gruplar, topluluklar ve devletler arasında yaşanan mücadeleler kendi içerisinde belli bir dönüşüm geçirerek; her uygarlığın kendinden sonra ki topluluklara bıraktığı savaş teknolojisi; silah sistemlerinde ki bilgi/birikimi gelişken bir akış içerisine sokmuştur. Yaydan çıkan oka, tank namlusundan ateşlenen topa ve artık gelişen savaş teknolojisi ile klavyeden çıkan kodlara bir savaş evrimi söz konusudur. Dolayısıyla Konvansiyonel silah sistemlerinden Asimetrik silah sistemlerine geçişin en önemli ayaklarından biri olan Siber Saldırılar; çağımızın maliyeti düşük etki alanı yüksek yeni harp sistemleri olarak değerlendirilmelidir.Siber saldırılar; gerçekleştiren kişi, gerçekleştirildiği mekan ve zaman bağlamında net bir bilgiye ulaşılmasının zor olduğu bir saldırı yöntemi olarak belirmektedir. Bu bağlamda saldırıyı gerçekleştiren devletin, devlet dışı aktörün veya bireyin; saldırı sorumluluğu üstlenmemiş olması, bu yöntemi cazip kılan yönlerinden sadece bir tanesidir. Saldırıya uğrayan devletin ise, kendisine saldıran bireyi, devlet dışı aktörü veya bir başka devleti tespit etmesi halinde buna hangi ölçüde karşılık vereceği, yeni harp sistemini uygulayabilecek kapasiteye sahip olup olmadığı cevap arayan sorulardır.Bu noktada devletlere, kurum ve kuruluşlara uygulanan siber saldırılar ve bu saldırılar neticesinde siber saldırı teknolojisinin geleceği bu yazının ana konusunu oluşturmaktadır.

Dünya Üzerinde ki Siber Saldırılar

”Kesin olarak eminim ki yaylım ateşi ya da hava bombardımanıyla başlayan eskinin büyük savaşlarından farklı olarak bir sonraki savaş askeri kapasiteyi tahrip eden ve elektrik ağları gibi bir temel altyapıyı felce uğratan bir siber saldırı ile başlayacak.”[1]

Siber saldırılar saldırıların niteliği, maliyeti, etkileri ve saldırı yapma kapasitesine sahip aktörlerin kimler olduğu açılarından konvansiyonel saldırılardan farklılık göstermektedir.(Duygulu, 2019, s.84)

Saldırı yapma kapasitesine sahip bir devlet dışı aktörü ele alacak olursak, saldırı uygulayacağı kişi,kurum ve kuruluşlara hava, kara, deniz ve uzay’dan sonra beşinci boyut olarak nitelendirdiğimiz siber saldırılar ile beklenmedik bir etki yaratabilir.

”Siber Vekiller” olarak nitelendirdiğimiz bu devlet dışı aktörler; günümüzün sahada mücadele veren milislerinden pek de farklı değildir. Zira artık sahada silahlı mücadele ile karşı tarafa vereceğiniz hasar, siber saldırı ile verebileceğiniz zararın çok altında kalmıştır. Dolayısıyla siber vekiller aracılığıyla bir ülkenin dijital altyapısını etkisiz hale getirmek askeriyede, ekonomide, sosyal ve kültürel hayatta ciddi olumsuzluklara sebebiyet verebilmektedir.

Siber saldırı ile yapacağınız eylemler neticesinde, bir ülkeyi kamuoyu önünde, toplumu önünde küçük düşürmek ve hükümete karşı bir protesto dalgasını başlatmak; Hegemon güçlerin bölgesel ve küresel stratejilerini hayata geçirmede başvurdukları yıkıcı yöntemlerinden biridir.

Siber vekillerin, devletler tarafından kullanılması farklı yöntemler içerisinde gerçekleşmektedir.

Bu yöntemler Yetkilendirme, Orkestrasyon ve Onaylama olarak sınıflandırılmaktadır. Yetkilendirme, devletin siber vekili üzerinde doğrudan kontrol uyguladığı devlet tarafından tanımlanmış bir görevi yerine getirmek üzere vekili yetkilendirdiği ilişki türüdür. Orkestrasyon, devletin vekilinden talep ettiğinin genel hatlarını çizmesi ve sınırlı lojistik destek sağlayarak doğrudan direktif vermemesidir. Onaylama‘da ise devlet ile vekil arasında doğrudan bir ilişki bulunmamakta, devlet kendisiyle aynı amaca hizmet ettiği sürece bu vekillerin yasa dışı faaliyetlerine göz yummaktadır.[2]

Devletlerin vekiller üzerinde kullandığı bu yöntemler ile uyguladıkları siber saldırıların bir çok örneği mevcuttur. 1999 yılında Kosova savaşında, NATO askeri haberleşme sistemlerine yönelik Sırp ve Rus bilgisayar korsanları tarafından başlatılan siber saldırılar, bu saldırı yönteminin ilk örneklerini oluşturmaktadır.

2000 yılında İsrail askerlerinin Hizbullah tarafından kaçırılmasının ardından Hizbullah ve Hamas’ın internet sitelerine yönelik, İsrail tarafından  siber saldırı başlatılmıştı. Keza Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir bölgesinde ki anlaşmazlık dolayısıyla iki ülkenin bilgisayar korsanları karşılıklı olarak bir Siber Savaş içerisindeydi.

Gerçekleştirilen siber saldırılar içerisinde bu alana ilginin yoğunlaşmasına sebep olan saldırı 2007’de Estonya’nın maruz kalmış olduğu saldırıdır. Sovyetler Birliği zamanında ülkede ki bir meydana yerleştirilen heykelin başka bir bölgeye taşınacağının ilan edilmesinin ardından ülke içinde ki azınlık Ruslar ve Rusya bu olaya büyük bir tepki göstermişti. Ve bu dönemde Avrupa’da ilk e-devlet uygulamasına geçmiş olan Estonya dijitalleşmek için ciddi adımlar içerisindeydi. Rus bilgisayar korsanlarının başlatmış olduğu siber saldırılar, dijitalleşen Estonya’nın adeta tüm yaşamsal fonksiyonlarının durmasına neden olmuştu. Dijitalleşirken diğer bir yandan gelebilecek siber saldırıları hesaba katmamak başka bir deyişle; tedbirsiz dijitalleşmek ülkeler için büyük bir tehdit riski oluşturmaktadır. Bunun en büyük örneğini Estonya 2007’de yaşamıştır. Rusya’nın fail olduğu düşünülen lakin kanıtlanamayan bir diğer siber saldırı ise Güney Osetya bölgesi üzerinde ki anlaşmazlık neticesinde ortaya çıkan Rusya-Gürcistan savaşında, Gürcistan’a yönelik saldırı olmuştur.

Yarı otonom bir şekilde uzak sistemlere nüfuz etmek ve üzerlerinde kontrol sağlamak için tasarlanmış sofistike bir bilgisayar programı olan Stuxnet ile 2010’da İran’ın nükleer tesislerini etkileyen saldırı siber savaşın geleceğin değil günümüzün bir gerçekliği olduğunu gözler önüne sermesi bakımından önemli bir gelişme olmuştur.(Duygulu, 2019, s.91)

Siber vekiller aracılığı ile İran’ın Natanz şehrinde ki nükleer tesise yönelik uygulanan bu siber saldırı; bilgi temelli bir zarar yaratmanın da ötesinde nükleer tesis de fiziksel bir zararın oluşmasına sebebiyet vermiştir.

Şöyle ki; Stuxnet santrifüjlere[3] güç veren elektrik akımı frekansını değiştirerek makinelerin tasarlanmadığı aralıklarla yüksek ve düşük hızlar arasında ileri ve geri gitmelerini sağlayarak tesislerin normal işleyişini sabote etmiştir.(Duygulu, 2019,s.91)

1999 Kosova savaşında uygulanan bilgi temelli zarar vermeyi amaçlayan siber saldırıdan; fiziksel zarar veren siber saldırıya giden süreç içerisinde; siber saldırı teknolojisinin güç dengelerinde önemli bir faktör olacağına kesin gözü ile bakabiliriz.

Yakın bir dönemde Suudi Aramco şirketine yönelik otonom silah teknolojisi kullanarak gerçekleştirilen saldırı öncesinde, 2017 yılında petrol tesisine bir siber saldırının gerçekleştirildiği bilinmektedir. Gerçekleştirilen bu saldırıda İran’da ki saldırıya benzer bir şekilde ”akıllı siber” silah olarak nitelendirebileceğimiz ”TRİTON” adlı kötü amaçlı yazılım kullanılmıştır.

Triton, dünyanın en büyük petrol şirketi olan Suudi Aramco’da endüstriyel felaketi önlemek üzere süspansiyon görevini üstlenen bilgisayar sistemine saldırmak üzere tasarlanmıştır. FireEye güvenlik şirketinin verilerine göre Triton, Alman Shneider Electric firması tarafından üretilen, Triconex olarak bilinen ve dünyanın her yerinde kullanılan, acil durumlarda sistemi kapatma işlevi sağlayan bir güvenlik sistemine saldırmıştır. Bahsi geçen güvenlik sistemi, olası basınç farklılığı, sıcaklık artışı gibi Suudi Aramco’daki endüstriyel fabrikaların hayati fonksiyonlarının korunmasına yönelik kullanılmaktadır.(Çelik, 2019, s.88)

İran’da ki nükleer tesise ve Suudi Aramco petrol tesislerine yönelik  gerçekleştirilen saldırılar; bizlere siber saldırı teknolojisinin artık bilgi temelli zarar vermenin de ötesinde fiziksel hasarlara yol açabileceğini gösteren en somut kanıtlar olarak belirmiştir. Saldırı yapan kişi, kurum veya devletlerin IP yanıltması olarak tabir edilen yöntemi kullanarak gerçekleştirmiş olduğu saldırıya anonim bir hal kazandırması; saldırının geldiği yerin tespit edilememesi bakımından tüm cezai sorumlulukları ortadan kaldırmaktadır.

 Değerlendirme

Konvansiyonel’den asimetriğe geçiş sürecinde siber teknolojinin dünya ile entegre edilmesi; günümüz savaşlarının sivil alanlara yayılması gibi bir sonucu doğurmuştur.

Devletlerin veya Devlet dışı aktörlerin hedeflerine yönelik  dünyanın herhangi bir noktasından gerçekleştirdikleri siber saldırılar; saldırıda zaman ve mekan kavramını ortadan kaldırmıştır. Amerika kıtasında bilgisayar başından Ortadoğu coğrafyasından bir ülkenin internet altyapısını hedef almak, hedef alınan ülke ile ilgili bilgi hırsızlığı yapmak; ışık hızında gerçekleşebilen ve takip edilmesi zor olan bir duruma dönüşmüştür. Dolayısıyla nüfuz edilebilirlik siber teknolojinin kullanımı ile en üst seviyeye çıkmıştır.

Siber vekiller aracılığıyla icra edilen ve ”Siber Terörizm” olarak adlandırılan siber saldırılar; devletlerin daha az sorumluluk üstlenmelerini sağlamaktadır.

Kaynakça

Duygulu, Ş. (2019). Dönüşen savaşların değişen araçları.SETA. İstanbul: Turkuvaz yayıncılık.

Sönmez, G. (2017, Mart 10). Siber alanda yükselen terör tehdidi ve siber güvenlik. Orsam. https://orsam.org.tr/tr/siber-alanda-yukselen-teror-tehdidi-ve-siber-guvenlik/ adresinden alınmıştır.

İran santraline siber saldırı. (2010). Ntv. https://www.ntv.com.tr/turkiye/iran-santraline-siber-saldiri,AXHxFm9_QkuTRIRoalq78Q adresinden alınmıştır.

Nasıl bulaştırıldığı ortaya çıktı. (2019). Siber Bülten adresinden alınmıştır.

Çelik, E. (2019, Haziran). Siber çatışmalar: kodların silahlaştırılması. Ortadoğu Analiz, 87, 88-89.


[1] BM Genel Sekreteri Antonio Guterrres, 19 Şubat 2018.  Erişim: Khalip, A. ”U.N Chief Urges Global Rules for Cyber Warfare”. Reuters. https://www.reuters.com/article/us-un-guterres-cyber/u-n-chief-urges-global-rules-for-cyber-warfare-idUSKCN1G31Q4  adresinden alınmıştır.

[2] Tim Maurer, Cyber Mercenaries: The State, Hackers and Power,(Cambridge University Press, Cambridge:2018).

[3] Uranyum zenginleştirmede kritik  öneme sahip bir laboratuvar cihazıdır.

TUİÇ Fikir Atölyesi 3, Sonuç Raporu: Uluslararası İlişkilerde Güncel Meseleler: İran Dış Politikası ve ABD Krizi

0
Anadolu Ajansı

1979 Devrimi ve İran Dış Politika Yapım Sürecini Etkileyen Faktörler

Köklü bir tarihsel geçmişe ve imparatorluk mirasına sahip bir ülke olarak İran, küresel siyasette sürekli olarak adından söz ettiren bir ülkedir.Gerek son günlerde meydana gelen Kasım Süleymani suikasti ve ABD ile yaşanan kriz, gerekse Orta Doğu’da yürütmekte olduğu vekalet savaşları sebebiyle İran, uluslararası siyaset gündemini hayli işgal eden bir ülke konumundadır.Ancak genel anlamda İran tarihi, özellikle 1979 yılında gerçekleşen ‘’İslam Devrimi’’ ve elbette İran dış politika yapım sürecini etkileyen faktörler bilinmeden bölgede meydana gelen hadiseler yeterince anlaşılamayacağı gibi,  İran hakkında yapılan analizler de eksik kalacaktır…

“İran’da 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İslam Devrimi bölgesel ve uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı. Soğuk Savaş ve iki kutuplu dünya anlayışının hâkim olduğu dönemde İran’da meydana gelen devrim sadece İran’ın içerisine değil, dış dünyaya dair de yeni söylem ve yaklaşımıyla iki kutubun dışında bağımsız bir dış politika iddiasını güdüyordu. Dış politikasının teorik çerçevesini bu iddia ekseninde “devrimci” bir bakış açısıyla oluşturma gayretine giren İran, özellikle İmam Humeyni döneminde söz konusu söylemi pratize etme yoluna gitti. Sonraki dönemlerde ise her ne kadar teorik açıdan ilk dönem söylemlerinden vazgeçmediyse de pratikte bazı değişimlere uğradı ve bugüne kadar farklı açılımlara girdi.’’1

BBC

“İran, 1979 yılında gerçekleşen İslam devrimi ile yeni bir döneme girerken, bu dönemde dış politika söylemini devrimci bir yaklaşımla yeniden dizayn etmişti. Uluslararasına hâkim iki kutuplu sisteme bir başkaldırı olarak da görülebilecek “Ne Doğu Ne Batı” sloganı, İran’ın üçüncü yolu mümkün gören bir iddiayla uluslararası alana girmesini doğurmuştu. Fakat sonrasında, devrimlerin belki de ortak kaderi olan sonuçla İran da karşılaşmış, devrimci kadroların sistem üzerindeki tam hâkimiyeti sağlandıktan sonra baştaki ideolojik devrimci söylem yeni durumda farklı tevil yollarıyla esnetilerek, devletin bekası ve çıkarına uygun hale getirilmişti. Devrimci söylemlerin yeniden ihya edildiği Ahmedinejad döneminde bile ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda devrimci ilkelerin kolaylıkla tevil edilebileceği İran’ın Suriye politikasına bakıldığında kolaylıkla görülebilir. Bu örnek göstermektedir ki, İran devrimci ideallere sahip bir devletten çok daha fazla kendi çıkarlarını maksimize etmeyi asıl gaye edinmiş modern bir ulus devlet olarak davranmaktadır.’’2

İran 1979 Devrimi’yle birlikte birçok alanda köklü değişimler geçirse de devletler süreklilik arz eden yapılar oldukları için ülkenin dış politikasında etkili olan bazı faktörler  tarihsel olarak aynı kalmaktadır. İran’ın dış politika yapım sürecini jeopolitik konumu, etnik yapısı, ekonomisi, Şiilik inancı gibi birçok faktör etkilemektedir.3

“İran, Avrasya jeopolitiğinde oldukça eski bir geçmişe sahip, karaya dayalı bir imparatorluktur. Bu tarihsel geçmişinden ötürü İran’ın bölgesel ihtirasları, Batı Asya coğrafyasının ötelerine ulaşmaktadır.’’4

“Bölgesel üstünlük arzusu, İran dış politikasının uzun yıllardır var olan bir özelliğidir. Uzun tarihsel geçmişinden ve jeo-stratejik açıdan oldukça önemli olan coğrafyasından ötürü, İran, kendisini Körfez bölgesinin geleceğini belirleyen yegâne güç olarak görmektedir. Diğer yandan İran, kadim medeniyetinden ötürü, kendisini mevcut devlet topraklarının ötesinde etkiye sahip bir aktör olarak algılamaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’nun bölgesel politikasına müdahale etmesi, İranlı siyaset adamları için gayet doğal bir durumdur.’’5

“İran toplum yapısı, etnik açıdan oldukça karmaşıktır. Ülke nüfusunun sadece yüzde 51’ini oluşturan Farisi grup, yine de İran’ın en büyük etnik grubudur. Farisiler, ülkenin orta ve doğu kısımlarında yaşamaktadırlar. İran toplumundaki diğer güçlü toplum ise Türklerdir. Azeri Türkleri, İran toplumunun yüzde 24’üne tekabül etmektedir. İran’ın kuzeybatısında yaşamaktadır ve kuzeyinde Azerbaycan ile komşudur. İran’ın kuzeydoğusunda yaşayan Türkmenler, nüfusun yüzde 2’si kadardır. Ülkede yüzde 3 civarında etnik Araplar bulunmaktadır. Bunlar Belucistan bölgesinde yoğun olarak yaşamaktadır. Ermenilerin oranı ise, yüzde 2’dir.5 İran’ın bu toplumsal, mezhepsel ve etnik bölünmüşlüğü, İranlı yöneticilerin, ülkelerinin, “dış güçler tarafından parçalanması için girişimlerde bulunabileceği” düşüncesine sahip olmasına neden olmakta ve bu grupların, diğer devletler ile işbirliği içerisinde olabileceğini öngörmektedir. O nedenle İran, dış politikasında şüpheci bir tutum edinmektedir.’’6

“İran halkının yüzde 89’u, Şii’dir. İran’ın komşularında ve civarında (Bahreyn, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan ve Körfez ülkeleri) Şii azınlıklar yaşamaktadır. Bu azınlıklar ile Şiilik ortak paydasına dayanarak, İran, yakın ilişkiler kurmaktadır.’’7

“1980’lerde İran’ın yayılmacı Şii anlayışı, bölgenin mevcut dengesini tehdit etmiş ve dolayısıyla Arap komşularını toprak bütünlükleri konusunda endişeye sevk etmiştir.’’8

“İran’ın uzun ve zengin tarihi mirası ile 19’ncu ve 20’nci yüzyıllarda Batılı ülkelerin işgali altında kalması nedeniyle, İranlı yöneticiler ve halk, oldukça güçlü ve etkili bir Farisi milliyetçiliğe sahiptir ve Batılı ülkelerin bölge politikalarına müdahalelerine karşı aşırı hassastır. Bu duygular, İran halkı arasında milliyetçi söylemlere yönelik bir sempatinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İslam Devrimi sırasında halkın Şah’a karşı çıkmasında bu düşüncelerin de kayda değer etkisi bulunmaktaydı. Çünkü halkın birçoğu için, Şah, Batı’nın kuklası haline gelmiş bir yöneticiydi. 1960’larda ve 70’lerde ortaya çıkan İslami akımlar da benzer temaları işlediler ve açık bir şekilde Batılı ülkelerin içişlerine ve bölge politikalarına müdahale etmesine karşı çıktılar. Sonuçta İran halkı sömürgecilik-karşıtı bir düşünce yapısına sahiptir.’’9

“Petrol gelirleri, İran’ın en önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır. İran toplumunun modernleştirilmesi ve ekonominin sanayileştirilmesi politikaları İran’ın doğal kaynaklara bağımlılığını arttırmıştır. Petrol ekonomisi ve politikası İran’ın dış ve ulusal güvenlik politikalarını etkilemektedir. Petrolün ekonomideki rolünün artması dış politikanın ekonomik boyutunun güçlenmesine (ekonomikleştirilmesine) neden olmuştur.’’10

Bu faktörlerin yanı sıra İran’ın sosyal yapısı, siyasi dinamikleri, siyasal kültürü, kamuoyunun etkisi, liderliğin etkisi (İran’ın devrim sonrasında oluşan yönetim biçimi ve bunun dış politika yapım sürecine etkileri) gibi faktörler de dış politika yapım sürecini etkilemektedir.11

İran ile ABD Arasında Kasım Süleymani Krizi

“ABD, Donald Trump’ın başkan oluşundan itibaren İran’a karşı “maksimum baskı” denilen bir sıkıştırma ve boğma siyasetini uygulamaya başlamıştı. Bu stratejinin ekonomik yaptırımlar, diplomatik izolasyon, sahadaki ajanları ya da desteklediği Halkın Mücahitleri Örgütü gibi İran karşıtı örgütlerin hücre yapılanmaları aracılığıyla sokak eylemlerini kışkırtmak gibi pek çok ayağı bulunuyor. Yine maksimum baskı siyasetinin bileşenlerinden biri de İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) geçtiğimiz yılın Nisan ayında terör örgütü olarak ilan edilmesi ve askeri hedef haline getirilmesiydi. ABD’nin bu siyasetten muradı, İran rejimini çökertmekten çok İran’ın bölgesel nüfuzunu azaltmaktır. Bu doğrultuda, İran’ın kendi içerisindeki protestolara ek olarak bölgesel nüfuzunun yüksek olduğu Irak ve Lübnan gibi bölgelerde geniş çaplı protesto hareketlerinin görülmesi ve Suriye ile Irak’ta İran destekli askeri grupların hava saldırılarına hedef olması şaşırtıcı değildir.’’12

Hürriyet

“Süleymani’nin öldürülmesi, İran’ın dış siyaseti açısından oldukça ağır bir darbeyi ifade ediyor. Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de İran’a bağlı tüm güçleri kontrol ve koordine eden Tümgeneral Süleymani, on yıllardır İran’ın Ortadoğu’daki gücünün simgesiydi. Pakistan ve Afganistan’dan gelen Şii savaşçılar Süleymani’nin komutanlığı altında savaşıyorlardı. Süleymani bir anlamda İran’ın bölgesel siyaseti açısından İran Dışişleri Bakanlığının bile önündeydi.’’13

BBC

“ABD Süleymani suikastıyla İran konusunda ne kadar ileriye gidebileceğini göstermiş oldu. Öte yandan İran’ın “kontrollü gerginlik” stratejisinin de işlemediği anlaşıldı. Bundan sonra ABD İran karşıtı sert siyasetinde ısrar etmeye devam edecektir. Özellikle ABD Başkanı Trump’ın azil sürecinde bu adımı atmış olması anlaşılabilir bir durumdur. Senatodaki cumhuriyetçilerin desteğini kaybetmemek için böylesine şahince bir hamlenin gelmesi anlamlıdır.’’14

“Bu saatten sonra İran’da dış siyasette ABD ve Batı’ya yönelik reform yönünde bir adım beklenmemelidir. ABD’nin tek taraflı olarak çekildiği nükleer anlaşmanın AB ile devam edebilmesi ihtimali de oldukça zayıflamıştır. Kısa vadede İranlılar muhafazakar ya da reformist olmaları fark etmeksizin, ABD’ye karşı birleşeceklerdir. Süleymani’nin ölümüyle zirve yapan ABD’nin maksimum baskı siyaseti sonucunda İran’ın bölgesel siyaseti ve gücü ciddi anlamda zarar görmüştür. Kasım Süleymani gibi karizmatik bir liderin eksikliğinde Kudüs Gücü’nün ve Şii milis kuvvetlerinin eskisi gibi mobilize olabilmeleri oldukça zor olacaktır. Dahası Süleymani, pek çok araştırma ve yoruma göre İran’ın en popüler figürlerinin başında geliyor hatta Cumhurbaşkanı Ruhani’yi bile geride bırakıyordu. Böylesine efsane mertebesine yükseltilmiş bir kişinin kaybı, Şii teolojisindeki kayıp ve mağlubiyet mitleriyle birlikte düşünüldüğünde kısa vadede İran için önemli bir moral-politik sermaye sağlayacaksa da uzun vadede İslam Devrimi anlatısının zayıflamasına sebep olacaktır. Çünkü yeni kuşaklar için devrim anlatısının yeniden inşasında işaret edilecek, devrimi ve İran-Irak Savaşı’nı yaşamış aktüel figürler bir bir eksilmektedirler.’’15

Sonuç olarak İran, bir yandan Batılı ülkelerin ambargoları sebebiyle yaşadığı ekonomik zorluklar , diğer yandan dış politikadaki açmazları sebebiyle 1979 Devriminden itibaren kurmuş olduğu rejimin devamlılığını sağlayamayacak bir konuma gelmiştir.En son yaşanan Süleymani kriziyle birlikte uluslararası toplum İran’ın Batı ve ABD karşıtı söylemlerinin pratiğe dönüşmediğini, sadece ‘’söylem’’ düzeyinde kaldığını net bir şekilde görmüştür.Bahsetmiş olduğumuz devrim sonrasında kurulan düzen çatırdamaya  başlamıştır. Türkiye ise Astana Süreci ve Soçi Mutabakatları’nda görüldüğü üzere Orta Doğu’nun geleceği için önemli adımlar atarak, İran ile birlikte hareket etmiştir.Türkiye İran ile Suriye meselesinde olduğu gibi ortak hareket edebilir ve elbette yüzyıllardır komşusu olan bir ülkeyle iktisadi, bilimsel, teknolojik alanlarda işbirliğine gidebilir.Ancak Türkiye, İran’ın Orta Doğu’da yürüttüğü vekalet savaşları ve mezhepçi dış siyaset anlayışı sebebiyle bölgede barış ve istikrarın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu unutmamalı, bölgeye yönelik stratejisini bu doğrultuda belirlemeli ve bu hadiseleri doğru bir şekilde analiz ederek gerekli adımları soğukkanlı bir şekilde ve aklıselimle hareket ederek atmalıdır…

KEMAL KISA

Kaynakça

  1. ABDULLAH YEĞİN, Devrimin 35. Yılında İran Dış Politikası, SETA Perspektif, Sayı:32, Şubat 2014
  2. A.g.m.
  3. Ertan EFEGİL, İran’ın Dış Politika Yapım Sürecini Etkileyen Unsurlar, ORSAM Ortadoğu Analiz, Cilt:4, Sayı:48, Aralık 2012
  4. A.g.m.
  5. A.g.m.
  6. A.g.m.
  7. A.g.m.
  8. A.g.m.
  9. A.g.m.
  10. A.g.m.
  11. A.g.m.
  12. Mustafa Caner, 5 Soru: Kasım Süleymani’nin Öldürülmesi İran İçin Ne İfade Ediyor?, 3 Ocak 2020, www.setav.org
  13. A.g.m.
  14. A.g.m.
  15. A.g.m.

24 Ocak Cuma, TUİÇ Fikir Atölyesi 3: Uluslararası İlişkilerde Güncel Meseleler: İran Dış Politikası ve ABD Krizi

0
BBC

ABD ve İran ilişkilerindeki gerginlik Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle birlikte artarak bölgedeki tansiyonun yükselmesine neden oldu. Yaşanan bu gelişmeler İran’ın sınır komşusu olan Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

24 Ocak Cuma günü saat 18:30’da TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde İran’ın dış politikasını inceleyecek ve yaşanan son gelişmelerle birlikte ABD krizini tartışacağız. Bu konulara ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.

Katılım için lütfen başvuru formunu doldurunuz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSf2kJ_kNC2QEcp7-c_88LKP5SzS3zn-zGxKaP7gbjLoOrBWWQ/viewform?vc=0&c=0&w=1

Kaynaklar

https://orsam.org.tr/tr/abd-iran-gerginliginin-bolgeye-yansimalari-ve-turkiyeye-etkileri-oytun-orhan-08012020/

http://ehamedya.com/dusman-kardesler-iran-ve-israil_13269.html

https://ankasam.org/iranin-guvenlik-politikalarinda-devrim-muhafizlari-ordusunun-yeri/

https://www.setav.org/iranin-cikmazi/

https://www.setav.org/iran-amerika-gerilimi-2/

https://www.setav.org/iran-atese-iraki-atacak/

https://www.iramcenter.org/iran-devlet-akli-rasyonel-davranabilecek-mi/

TUİÇ Ofis Adresi: Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul

Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar: Putin Dönemi Rusya’sı ve Avrasyacılık Fikir Atölyesi: Sonuç Raporu

0

Avrasya Coğrafyası ve Avrasyacılık

“Avrasya kelime olarak Avrupa ile Asya kelimelerinin birleşiminden, yani “avr” ile “Asya” sözcüklerinin birleşmesinden oluşur ve Avrupa kıtası ile Asya kıtasını kapsayan coğrafi bölgeye verilen isimdir. Avrasya, belirtildiği üzere büyük bir alanın adıdır ve siyasi tarihi uzun bir geçmişe dayanır. Avrasya bir siyasi coğrafya olarak dünya hâkimiyetinin belirlendiği bir alandır. “Avrasya” deyimi Alman Von Humbolt tarafından literatüre sokulmuştur. “Humbolt’un geliştirip adlandırdığı bu kavram, Asya-Avrupa coğrafî bileşenini tanımlamaktadır.  Bugünkü AB, liderliğini Almanya’nın yaptığı bir Roma-Germen İmparatorluğu projesidir, denilebilir.


Şekil 1: Avrasya Coğrafya Alanı (Avrasya İncelemeleri Merkezi)

Avrasya, tarih boyunca toplumların hâkimiyet mücadelesine şahit olan ve döneminin güçlü devletleri tarafından öncelikle ele geçirilmeye çalışılan bir coğrafyadır. Ayrıca, eski dünyanın merkezi olan Avrasya, tüm büyük dinlerin ve kadim felsefelerin ortaya çıktığı bir bölgedir. Avrasya, sadece Rusya ve Kafkasları içine alan bir toprak parçasını içermez, aynı zamanda Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan bölgeyi de kapsayan çok geniş bir kıtadır.  Avrasya kıtası zamanla siyasallaşarak “Avrasyacılık” kavramı olarak lanse edilmeye başlanmıştır. Avrasyacılık yaklaşımını ortaya atan ilk aydınlar Avrasyacılık siyasi vizyonunu tüm yönleriyle açıkça ifade etmeye çalışmışlardır. Avrasya, Avrupa ve Asya’nın birleştiği bölgedir. “Viyana hattından başlayarak Avrupa’nın doğusu ile Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Anadolu, Orta Asya Avrasya kıtasının bölgeleridir. Bütün bölgeleri içine alan geniş alana, coğrafya dilinde ve dünya politikasında “Avrasya” denilmektedir.  Avrasyacıların gerçekliği mekân ve tarih üzerine kurulmuştur, denilebilir.

Avrasya, dünya GSMH’ sinin % 60’ına ve dünyanın bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Avrasya’nın omurgasını ise Türk dünyası meydana getirmektedir. Avrasya’da nüfus, coğrafi büyüklük, jeostratejik bölgeler ve geçiş güzergâhları Türk dünyasına hizmet etmektedir. Türk dünyası Avrasya’da ağacın kökleri ve gövdeleri gibidir. Bununla beraber günümüzde aynı dili konuşan, dine inanan, kültüre sahip ve ortak tarih bilinci olan Türk dünyasıyla ilişkiler istenen seviyeye ulaşamamıştır. Avrasya günümüz dünyasında jeopolitik önemini yitirmemiş, aksine dünya tarihinin en önemli jeopolitik ekseni ve jeopolitiği haline gelmiştir.

Avrasya yerkürenin en büyük kıtasıdır ve jeopolitik olarak eksendir. Avrasya’ya hükmeden bir güç, dünyanın en ileri ve ekonomik olarak en verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edecektir. Dünya nüfusunun yaklaşık % 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve dünya fiziksel zenginliklerinin çoğu, hem yatırımlar hem de zenginlikler bakımından burada bulunmaktadır. Avrasya dünya GSMH’ sinin % 60’ına ve dünyanın bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Avrasya aynı zamanda siyasal olarak dünyanın en iddialı ve dinamik devletlerinin bulunduğu yerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra en büyük altı ekonomi ve en büyük altı silah alıcısı Avrasya’da bulunmaktadır.

21. yüzyıla girerken yapılan bütün jeopolitik ve stratejik değerlendirmelerde, Avrasya’nın yeniden bir yıldız gibi parladığını ve yüzyılımızın jeopolitik kalbinin Avrasya olacağı anlaşılmaktadır. Küresel hâkimiyet için mücadele eden Amerika’dan sonra dünyanın gelecekteki süper güç adayları arasında bu kıtada hâkimiyet kurmak için kıyasıya bir yarış olacaktır. Türkiye, bu satranç tahtasında oyunun kaderini, gidişatını ve seyrini değiştirebilecek çok önemli bir oyuncudur. Güç dengeleri arasında Türkiye, jeopolitik konumu, kültürel ve dinsel kimliğiyle bu kıtada vazgeçilmez bir stratejik ve bölgesel güç olacaktır. Geleceğin küresel güç adayları arasında, Türkiye yerini almalıdır. Türkiye bağımsız ve jeopolitik eksenli politikalar oluşturursa, yakın gelecekte bölgesinin lider devlet pozisyonunu pekiştirecektir.  Türkiye Avrasya’da kaderi belirlenen bir ülke değil, kendi kaderini belirleyen bir ülke olmalıdır.” (Özder, 2013: 66-73)

Klasik Avrasyacılık ve Neo-Avrasyacılık

“Yeni Avrasyacı hareket, klasik Avrasyacılığa göre çok büyük sayıda taraftar toplamıştır. Hareketin içinde jeopolitikçiler, monarşistler, Rus Ortodoks kilisesi, aşırı milliyetçiler, Stalinciler gibi alt gruplaşmalar mevcuttur. Yeni Avrasyacılar, Klasik Avrasyacılar gibi kültürel ve coğrafi bütünsellikten hareket ederek, Avrasyacı düşünceyi jeo-stratejik ve jeopolitik bir unsur olarak Rus dış politikasına ve uluslararası ilişkiler sistemi içerisine bir olgu ve kuramsal yapı olarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Yeni Avrasyacılar’ın temel hareket noktaları, Sovyet sonrası dönemde Moskova yönetiminin Batı ile iyi ilişkiler kurmak pahasına ülkenin tarihi, coğrafi ve kültürel kimliğine aykırı politikalar yürüttüğü, ulusal çıkarlarını göz ardı ettiği, iddiası idi.

Yeni Avrasyacılar Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası sisteme hâkim olan ekonomik sistemden rahatsızdırlar. Sovyet sonrası dönemde oluşan jeo-politik ve jeo-ekonomik boşluğun Trans Atlantik merkezli kapitalizm tarafından doldurulmaya çalışılması; teknolojik ve ekonomik araçlarla ABD’nin siyasal ve kültürel hegemonyasının sürdürülmesi, uluslararası sistemin geneli ve Avrasya coğrafyası için büyük bir tehdit olarak görülmektedir. Yeni Avrasyacılar, Realistler gibi güç dengesi ekseninde şekillenen uluslar arası politikanın “sürekli dostluk” değil, “sürekli çıkar” olgusu doğrultusunda belirlendiğini iddia etmektedirler. Rus ulusal çıkarlarının korunabilmesinin ise, uluslararası sistemde Rusya’nın konumunun yeniden tanımlanmasına ve siyasal ve askeri gücünün restore edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadırlar. Yeni Avrasyacılara göre jeopolitik, siyasal güç ve “büyük devlet” statüsünün vazgeçilmez bir unsurudur.  Klasik Avrasyacıların çalışmalarında yer alan ortak Avrasya kültürüne yönelik çalışmalar, Yeni Avrasyalıların araştırmalarında da göze çarpmaktadır. Avrasya birliğinin, en önemli gerekçelerinden birisi de, bu coğrafyada yaşayan toplumların, tarihsel süreç içerisinde etkileşimleri sonucunda ortak bir kültür oluşturmuş olmalarıdır. Bölgesel ölçekte Slav-Turan, kıtasal ölçekte ise büyük dinlerin ve Uzakdoğu felsefelerinin etkileşiminden ortaya çıkan Avrasya kültür birliği oluşmuştur.

Yeni Avrasyacı ekolün üzerinde hassas olduğu en temel konulardan birisi de eski Sovyet coğrafyasının yanı sıra, Orta ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın göz önüne alınmamasıdır. Yeni Avrasyacılar ayrıca Sovyet çözülmesini geçici bir şok olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda Avrasya’da “uluslar üstü” yapıda kurulacak, etkin ve güçlü bir Rus devleti, hem iç hem de dış politikada önemli bir hedef olarak gösterilmektedir. Yeni Avrasyacılar Ortodoksluk ve jeopolitik konumu gibi özelliklerinden dolayı batı medeniyetinden tamamen farklı olan Rusya’nın özgün bir uygarlık olduğuna inanmaktadırlar. Bu uygarlık Anglo-Saksonların aksine; bireyci ve çatışmacı değil, dayanışmacı ve toplumcudur

Yeni Batıcıları ütopik ve idealist olmakla suçlayan Yeni Avrasyacılar, Rus dış politikasının demokrasi ve insan hakları gibi nosyonları barındırmasına karşı çıkmaktadırlar. Demokrasi ve insan hakları gibi batılı değerlere dayanan çoğulculuk yerine; doğrudan devlet tarafından belirlenen, ulusal çıkarlara dayalı ‘tekil’ bir dış politikayı savunmaktadırlar. Yeni Avrasyacılara göre; Sovyetler Birliği, ekonomik ya da siyasi bir başarısızlık sonucu değil, Rus askeri gücüne karşı duyulan korku ve Rus doğal kaynaklarına olan ihtiyaç gibi nedenlerden dolayı, Batı’nın komploları sonucu dağılmıştır.

Rusya’nın jeopolitikçilerinden biri kabul edilen Aleksandr Gelyeviç Dugin, aynı zamanda Yeni Avrasyacılık akımının en önemli temsilcisidir.  Dugin çalışmalarında Batı Dünyasına karşı mücadele yöntemlerini ortaya koymaktadır. Çalışmalarında Liberalizm ve Batı karşıtlığı ön plana çıksa da, Amerika asıl hedef olarak gösterilmekte, Avrupa ile ise müttefik olunabileceği belirtilmektedir. Dugin’in Jeopolitik bakış açısı, Rusya’nın federal yapılanmasında da kendini göstermektedir. Dugin’e göre Avrasyacı federalizmin temelinde toprak/teritori değil, etnos yer almalıdır. Bu sistemde bölgeler merkeze sıkı bir şekilde bağlı olmalılar. Ancak bunlara, dini ve kültürel alanlarda serbestlik verilmelidir.

Klasik Avrasyacı akım ile Yeni Avrasyacı akımın görüşleri arasında bazı farklılıklar söz konusudur. Klasik Avrasyacıların çalışmalarında felsefe, kültür, etnografya ve tarih felsefesi ve yazımı; yenilerde ise kısmen felsefi ve kültürolojik bakışın hâkim olduğu jeopolitik bilim öne çıkmaktadır. Batı, Klasik Avrasyacılarda Avrupa ile özdeşleşirken, yeni Avrasyacılarda buna Amerika eklenmekte ve Almanya veya Avrupa Birliği ile ittifak kurulabileceği önerilirken, ABD asıl hedef konumuna getirilmektedir. Dolayısıyla, yeni Avrasyacılıkta Avrupa Rusya için “tehdit” olmaktan çıkarılmış, bu sıfat Amerika’ya devredilmiştir. Bundan dolayı Yeni Avrasyacılık düşüncesinde Amerikan merkezli küreselleşme ve onun getirdiği meydan okumalara karşı, jeopolitik düşünce ve şemalarla tepki verilmektedir. Klasik Avrasyacılarda Doğu ülkeleri için kapsamlı araştırmalar yapılmazken, Yeni Avrasyacıların çalışmalarında “Doğu”nun özel bir yeri vardır. Ayrıca Klasik Avrasyacılıkta açık bir şekilde öne çıkan dindarlık veya Ortodoksluk vurgusu, yeni Avrasyacılıkta genel itibariyle fazla görülmemektedir. Son olarak Klasik Avrasyacılık çalışmalarında yeterince yer verilmeyen İslam ve Müslüman dünyası; Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan özel koşullar nedeniyle Yeni Avrasyacılık çalışmalarının önemli konulardan biri haline gelmiştir.” (Sönmez, 2010: 78-84)

Putin Dönemi ve Avrasyacılık

“Sovyetlerin çökmesiyle dağılmayla karşı karşıya kalan Rusya, önce Atlantik (NATO ülkeleri) ile ilişkilerini geliştirmek istese de, Batı’ya duyulan güvensizlik ve Rus iç dinamiklerinin zorlaması Yeni Avrasyacılığın canlanmasına zemin hazırlamıştır. Boris Yeltsin Döneminde izlenen Batıcı Atlantikçi yaklaşım Yevgeni M. Primakov’un Başbakanlığı Döneminde (Ocak 1996-Ağustos 1998) terk edilmiştir. Bu dönemde Avrasyacıların etkinliği artmış ve Avrasyacılık jeopolitik açıdan ABD hegemonyasına karşı bir platform olarak algılanmıştır. Boris Yeltsin’i takiben iktidara gelen Vladimir Putin, Yeni Avrasyacılık akımından etkilenerek müreffeh ve güçlü Rusya’yı yeniden canlandırma politikasını hayata geçirmiştir.


Şekil 2: (businessinsider.com)

Rusya Devlet Başkanlığı koltuğuna ilk kez 7 Mayıs 2000’de oturan Vladimir Putin, Avrasyacılık politikasının koruyucusu ve uygulayıcısı olarak önemli politik adımlar atmıştır. Putin’in iktidarı döneminde ani gelişen uluslararası siyaset ve çıkar çatışmaları, Rusya’nın Orta Asya, Kafkasya, Doğu Avrupa vd. coğrafyalarda istediği gibi hareket etmesini engellemiştir. Putin, politikasını desteklemek için eski Sovyet Cumhuriyetlerini içine alan bir Gümrük Birliği hedefi kapsamında Avrasya Birliği projesine girişmiştir. Putin, 2001 yılı başında eski Sovyet ulusal marşını tekrar kabul ederek sözlerini yeniletmiştir. Ayrıca Çarlık Rusya’sı bayrağı devlet bayrağı olarak kabul edilmiştir. Putin aslında hem Rus Çarlığının hem de Sovyet Rusya’nın mirasını üstlenerek, Büyük Rusya hayalini yeniden canlandırmaya girişmiştir. Putin’e göre Rusya’nın temel dış politikası çok kutuplu dünya tezine dayanmaktadır. Putin’in temellerini attığı Ulusal Güvenlik Doktrini (10 Ocak 2000) ve Rusya Federasyonu Dış Politika Doktrini (10 Temmuz 2000) göre Rusya, klasik güç dengesi politikasından vazgeçerek Atlantik İttifakı ve yakın çevre bölge ülkeleriyle ilişkileri yeniden düzenlemiştir. Buna göre BDT ile ortaklığın ulusal güvenliğin de bir garantisini oluşturduğu dikkate alınarak uzmanlaşmış bölgesel kuruluşların önemine değinilmiştir. Yeni Avrasyacılık akımının açık etkilerinin görüldüğü söz konusu dış politika doktrini Putin tarafından uygulamaya konulmuştur.

Putin siyasal söylemlerinde, “güçlü devlet”, “vatanseverlik” ve “toplumsal dayanışma” gibi Rus değerlerini sıkça kullanmaktadır. Aslında bu söylemler Yeni Avrasyacılık düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Putin birçok resmi konuşmasında Rusya’nın bir Avrasya ülkesi olduğunun altını çizmektedir. Ayrıca NATO’nun genişleme stratejisini devreye sokarak Ukrayna, Gürcistan vb. ülkelerle ilişkilerini artırmıştır. Bir kısım eski Doğu Bloku ülkeleri AB’ye katılmıştır. ABD ve AB’nin uyguladığı bu politikalar Rusya’yı tedirgin etmiş ve yakın çevresine daha fazla ilgi göstermesine yol açmıştır. Rusya, ABD ve Batı ile rekabet içinde olduğu alanları korumak güdüsüyle dış politika önceliklerini belirlemeye başlamıştır. Yeni Avrasyacılık yaklaşımı kapsamında Putin, eski Sovyet coğrafyası ve yakın çevre ülkeleriyle ilişkilerini artırmıştır.” (Yılmaz, 2015: 113-116)

Avrasya Jeopolitiği, Türkiye ve Türk Dünyası

“Kültürel ve etnik bir birlik olarak ifade edilebilecek Türk Dünyası kavramı; kamuoyunda yaygın olarak 11.2 milyon km2’yi aşan büyük bir coğrafi alanı adlandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Bu alan, Adriyatik Denizi kıyılarından başlayıp Çin’in başkenti Pekin’in yakınında yer alan Çin Seddine kadar uzanır.  Türk Dünyası şeklinde kavramsallaştırılan coğrafya, Asya ve Avrupa kıtalarının neredeyse merkezi kısmını oluşturmaktadır. Biraz daha detaylandırmak gerekirse batıda Balkanlardan doğuda Büyük Okyanus’a, kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden güneyde Tibet’e kadar olan saha yerkürede Türklerin yoğunlukla yaşadıkları yerler olarak kabul görmektedir. Bu coğrafyada 20 farklı siyasi birim Türklerden teşekkül etmiştir. Bunlardan 7 tanesi bağımsız devlettir. Bu devletler; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan’dır. Diğerleri ise özerk cumhuriyet ve muhtar vilayet olarak adlandırılan siyasi birimlerdir. Bunlar; Başkurdistan, Çuvaş Dağıstan, Gagavuz, Kabarday-Balkar, Karakalpak, Nahçıvan, Saha, Tuva (Yakut), Uygur (DoğuTürkistan) olmak üzere 10 özerk cumhuriyet ve Dağlık Altay, Hakas ve Karaçay-Çerkes olmak üzere 3 muhtar vilayettir.


Şekil 3: Türk Devletleri Coğrafyası

Sovyetler Birliği’nin dağılması ise uluslararası sistemin yeniden inşasına sebebiyet teşkil ettiği gibi Avrasya jeopolitiği bakımından da önemli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda öncelikle SSCB bünyesi içerisinde yer alan siyasal birimler bağımsızlıklarını ilan ederek ulus devlet kimlikleriyle uluslararası ilişkilerin yeni aktörleri olarak sistemde yer almışlardır. 21. yüzyılda Avrupa ve ABD’nin petrol ve gaz ihtiyacını karşılamada Avrasya içerisinde yer alan Hazar bölgesindeki petrol ve doğalgazın ne denli önemli olduğu bu alanda yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Avrasya jeopolitiğinin geleceğini etkileme kapasitesi olan potansiyel aktör ve olaylara bakıldığında aktör olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti gibi küresel güç veya adayları ile Türkiye, İran gibi bölgesel güçler ve doğal olarak söz konusu coğrafyada yer alan devletler ele alınmalıdır. Yeni İpek Yolu olarak da kabul edilen “Kuşak-Yol” projesi bağlamında ekonomik girişimler ile Avrasya bütünleşmesine yönelik siyasi ve ekonomik entegrasyon veya işbirliği modelleri yer almaktadır.

Türkiye ve Türk Dünyası’nın diğer aktörleri ise bir yandan Avrasya’nın en önemli coğrafi bölgeleri üzerinde siyasal otorite tesis etmeleri diğer yandan Avrasya jeopolitiği üzerinden çift yönlü etkileşimin aktörü olmaları bakımından önem arz etmektedir. Türkiye ve diğer devletler için Avrasya jeopolitiğine dair yaklaşım ve projeksiyonlar ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından söz konusu olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası sistemde yapısal bir değişiklik meydana getirmiş ve Soğuk Savaş döneminin de sona erdiğini simgelemiş olmakla beraber Avrasya jeopolitiği ve Türk Dünyası açısından da önemli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu süreçte Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlıklarını ilan eden Türk devletleri yeni siyasal birimler olarak Avrasya jeopolitiğinde yer almıştır. Bu noktada gerek Türkiye gerekse Türk Dünyası bağlamında öne çıkan örgüt ya da girişimler ise; Şanghay İşbirliği Örgütü, Türk Keneşi ve “Kuşak-Yol” Projesidir.

Şekil 4: Kuşak Yol Projesi Haritası (ANKASAM)

Orta Asya Türk Devletleri bir yandan Rus hegemonyasını kırmak diğer yandan hem Rusya’ya hem Batı’ya hem de birbirlerine karşı bir denge unsuru ve platformu olarak gördükleri örgüte üye olmuşlardır. Ayrıca birtakım bölge bazlı dış politika sorunlarının çözümünde örgütün etkisi olduğu da ifade edilebilir. Türk Keneşi olarak ifade edilen, resmi adı Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin kuruluş serüveni ise Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında başlamıştır. Türk Dünyası’nın aktörleri açısından yeniden tanışma ve kavuşma ortamının oluşmasıyla birlikte bahse konu devletler bir yandan bağımsızlık sonrası ulus-devletlerini inşa etmeye çalışırken diğer yandan ise birbirileriyle ikili ve çok aktörlü ilişkiler kurmaya çalışmışlardır. 1992 yılında Türkçe Konuşan Devlet Başkanları Zirvesi’nin ilki düzenlenmiş ve bu zirveler 2010 yılına kadar sürmüştür. Bu kapsamda 3 Ekim 2009 tarihinde Nahçıvan Anlaşması ile kurulan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin, 16 Eylül 2010 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen son Türk Dili Konuşan Devletler Devlet Başkanları zirvesiyle kuruluşu resmen ilan edilmiştir. Konseyin üyeleri; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye’dir. Söz konusu devletlerin ortak platformlarda bir araya gelme çabaları hem Türk Dünyası’nın bütünleşmesini hem de Avrasya jeopolitiğinin merkezinde yer alan Türk Dünyası’nın Rusya ve Çin arasındaki sıkışmışlığının kırılmasını sağlamaktır.

Modern İpek Yolu olarak adlandırılan Kuşak-Yol Projesi 65 ülkeyi ilgilendirmektedir.  Çin’i Orta Asya üzerinden Avrupa’ya bağlayacak olan projenin 21 milyar dolarlık bir ekonomik alanı kapsadığı ifade edilmektedir. Projenin ana amacı; kara, deniz ve demir yolları ulaşımında entegrasyon sağlanarak ulaşım maliyetlerinin düşürülmesidir. Bunun yanında Asya, Avrupa ve Afrika’da altyapı yatırımları yapılması da amaçlanmaktadır. Böylece proje ile medeniyetler ve toplumlararası bir etkileşim imkanına kavuşmak hedeflenmektedir. Bu devasa projenin temelinde ise ABD’nin küresel hegemonyasına özellikle de ekonomik anlamda meydan okuyan Çin’in Avrasya üzerinden bir açılımla ekonomik dev olma iddiası yatmaktadır. Proje gerek Türkiye gerekse Türk Dünyası’nın diğer aktörleri tarafından da desteklenmektedir. Bu desteğin temelinde ABD merkezli ilişkilerin daha çok aktörlü olması ve buradan hareketle daha bağımsız yürütülmesi amaçlanmaktadır.” (Erol, 2018: 324-335)

Kaynakça

Yılmaz, Salih. (2015) Yeni Avrasyacılık ve Rusya, Sosyal Ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi, Sayı 34, S.114-116

Özder, Adem. (2013) Avrasya Kavramı ve Önemi, Avrasya İncelemeleri Dergisi (AVİD), Sayı 2, S. 66-73

Sönmez, Sait. (2010) Yeni Batıcılık ve Yeni Avrasyacılık Akımları Bağlamında Yeltsin Yönetimi’nin Doğu Batı Politikalarının Analizi, Cilt 3, Sayı 6, S. 78-84

Erol, Mehmet. (2018) Avrasya’nın Değişen Jeopolitiğinde Türk Dünyası Ve Türkiye: Nasıl Bir Gelecek, TESAM 3. Sosyal Bilimler Kongresi, S. 324-335

8 Ocak 2020: Erdoğan-Putin Ortak Açıklaması

0

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, TürkAkım doğal gaz boru hattının açılış törenine katılmak üzere Türkiye’ye geldi. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile gerçekleştirdikleri görüşme sonrası iki lider ortak açıklama yayınladı. Açıklamanın başında iki ülkenin karşılıklı saygı temelinde geniş bir yelpazede yapıcı ikili ilişkiler geliştirdikleri ve bugün İstanbul’da açılışını gerçekleştirdikleri TürkAkım Doğalgaz projesinin bu ilişkilerin somut örneği olduğu vurgulandı.

LİBYA
Açıklamada İran, Suriye ve Libya özel başlıklar olarak ele alındı. Dikkat çeken nokta Libya başlığı altında her iki liderin 12 Ocak 00.00 itibariyle Libya’da çatışan tarafları ateşkese davet etmesi oldu. Libya’nın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne atıf yapılan açıklamada 2015 tarihli Libya Siyasi anlaşması ve BMGK’nın 2259 sayılı ve ilgili kararlarına dayanılarak Libya’da BM himayesinde kapsamlı bir siyasi sürecin başlamasının önemine ve bunun önceliği olarak ateşkesin sağlanmasına çağrı yapıldı.

İRAN
İki liderin ortak açıklamasında İran başlığı altında ABD ile İran arasında artan gerilimin Irak’taki yansımalarından endişe duyulduğu ve ABD’nin İran’lı Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve beraberindekilere 3 Ocak 2020’de gerçekleştirdiği hava operasyonunun bölgedeki güvenlik ve istikrarı olumsuz etkilediği belirtildi. İran’ın ABD üslerine yönelik Irak’ta gerçekleştirdiği balistik füze saldırılarına yönelik ise, hangi taraftan yapılırsa yapılsın saldırıların Ortadoğu’nun karmaşık sorunlarına çözüm üretmeyeceği ve aksine istikrarsızlığı körükleyerek herkesin çıkarına zarar vereceği ifade edildi.

Erdoğan ve Putin TürkAkım Doğalgaz Proje Açılışında

SURİYE
Putin ve Erdoğan Suriye konusunda ise ülkenin toprak bütünlüğü, bağımsızlığı ve siyasi birliğine bağlılıklarını sürdürdüklerini, terörizmin her şekliyle mücadele etme kararlılıklarını ve Suriye’deki ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma yönündeki inançlarını koruduklarını belirtti. Bu bağlamda 17 Eylül 2018 ve 22 Ekim 2019 muhtıralarının tüm unsurlarıyla hayata geçmesinin önemine atıf yapıldı. İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde sükunetin, İdlib’le ilgili tüm anlaşmaların bütün unsurlarıyla aktif edilmesinin önemine vurgu yapıldı.

Hırvatistan Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini Merkez Solun Adayı Zoran Milanovic Kazandı

0

Hırvatistan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turunda merkez sağ Hırvat Demokrat Birliği (HDZ) öncülüğündeki ittifakın adayı mevcut Cumhurbaşkanı Kolinda Grabar Kitarovic ile Sosyal Demokrat Parti (SDP) öncülüğündeki ittifakın adayı eski Başbakan Zoran Milanovic yarıştı.

Devlet Seçim Komisyonunun (DIP) açıkladığı resmi olmayan sonuçlara göre oyların yüzde 98’inin sayımı tamamlandı. Sayılan oyların yüzde 52,7’sini alan Milanovic seçimi kazanmayı garantiledi. Mevcut Cumhurbaşkanı Kitarovic ise oyların yüzde 47,3’ünü aldı. DIP verilerine göre, seçime katılım ise yüzde 55 civarında oldu.

Zagreb’te kendisini destekleyen kalabalığa konuşan Milanovic, “Bu az farklı ama adil ve temiz zafer insanlarımıza biraz inanç ve ruh getirdiyse ben mutlu bir adamım ve buna hep birlikte sevinebiliriz” dedi.

Mevcut Cumhurbaşkanı Grabar Kitarovic’in yarışta favori gözükmesine rağmen Milanovic’in cumhurbaşkanlığını kazanması bu yıl sonunda yapılacak parlamento seçimleri öncesinde hem Kitarovic’e hem de partisi merkez sağ Hristiyan Demokratik Birliği’ne (HDZ) bir darbe oldu.

Bu sonuç HDZ lideri  ve Başbakan Andrej Plenkovic için de ters bir zamanda gerçekleşti. Önümüzdeki günlerde Hırvatistan Avrupa Birliği dönem başkanlığını alacak ve 6 aylık bu dönemde Brexit, Avrupa Birliği iç reformu ve birliğin önümüzdeki yedi senelik bütçesi gibi zorlu konularda önemli roller üstlenecek.

Hırvatistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Milanovic aslında politikada yeni bir yüz değil. 2011-2015 döneminde ülkenin en genç başbakanlığı görevini yürüten Milanovic, Sosyal Demokrat kimliğe sahip. Hırvatistan’da cumhurbaşkanı her ne kadar seremonik bir role sahip olsa da dış politika ve silahlı kuvvetler konseyi başkanlığı gibi görevleri Başbakanla paylaşıyor. Milanovic yaptığı açıklamada, “Bu ülkeyi iyi niyetle yöneten herkesle birlikte çalışırım, ben de Başbakanlık pozisyonunda bulundum ve iktidarla ilgili herhangi bir ön yargım yok.” dedi.

9 Ocak Perşembe, 18:00, TUİÇ Fikir Atölyesi 2: Uluslararası İlişkilerde Güncel Meseleler, Putin Dönemi Rusya-Türkiye İlişkileri ve Avrasyacılık

0

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yıkılıp Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte “tarihin sonu” tezi işlenmiş ve dünyanın liberal-demokratik değerler çerçevesinde şekilleneceği iddia edilmişti ancak 2000’li yıllarda başlayan Vladimir Putin’in iktidarıyla birlikte Rusya uluslararası politikada her geçen gün daha da aktif bir küresel güç olma konumunu sürdürmüştür.  Rusya – Türkiye ilişkilerinin başlangıcı ise 15. Yüzyıla, Çarlık Rusyası ile Osmanlı Devleti ilişkilerine kadar götürülebilir derin bir geçmişe sahiptir. Türkiye’nin kurtuluş mücadelesi sırasında Sovyet Rusya ile kurduğu ilişkiler Soğuk Savaş döneminde Komünizm tehlikesiyle iki ülkenin farklı bloklarda yer aldığı ve son yıllarda ise yaşanan uçak düşürme krizine rağmen S-400 anlaşmasıyla neredeyse ittifak boyutuna ulaşmıştır.

9 Ocak Perşembe günü 18:00-20:00 arasında TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde Putin dönemi Rusya ve Türkiye ilişkilerini tartışacak, Avrasyacılık fikrini inceleyeceğiz. Bu konulara ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.

Katılım için lütfen linkteki başvuru formunu doldurunuz:

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSfCWCKom7g769DEEebnXdwso9gJPWHAu7mCcvATJ5ZUcXcZOQ/viewform?usp=sf_link

Kaynaklar

  • Saıyaer SAILUMU, Rusya Federasyonu Enerji Politikası (1990-2013) ve Çin – Rusya Enerji İlişkisine Etkisi, T.C. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Aralık 2014
  • Fatih AKGÜL, Rusya’nın Putin Dönemi Avrasya Enerji Politikaları’nın Türkiye – Rusya  İlişkilerine Etkileri, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 2007, Cilt: 3, Sayı: 5, ISSN: 1305-4740, Sayfa Aralığı: 129 – 155

https://trdizin.gov.tr/publication/paper/detail/TnpReE56UTA=

TUİÇ Ofis Adresi: Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul

Doğu Akdeniz Sorununa Genel Bir Bakış: Fikir Atölyesi Sonuç Raporu

0
DAILY SABAH


Kıbrıs Tarihine Genel Bir Bakış

“Kıbrıs Adası, 1571’de Osmanlı egemenliğine girmiş 1878’de ise İngilizlerin kontrolüne geçmiştir. 1878’de Osmanlı-Rus savaşı sırasında Türklerin elinden çıkan Kıbrıs Adası, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflayan konumu ve 1. Dünya Savaşı’nın da etkisi ile adadaki Türklerin aleyhine gelişmelere sahne olmuştur. 1950’lerden itibaren Yunanistan’ın da desteği ile adada siyasi olayların yanında terör olayları da çıkarmaya başlamıştır.  Rumların Megola İdea ve Enosis hayallerinin yarattığı bu çalkantılı dönemde, özellikle 1960’lı yıllardaki terör olaylarında yüzlerce Türk hayatını kaybederken Türkiye, adadaki Türklerin varlığını korumak için çeşitli defalar müdahalelerde bulunmak zorunda kalmıştır. Yunanlıların Megola İdea ve Enosis çerçevesinde adanın Yunanistan’a dâhil olmasını istemesine karşın Türkler de adanın iki toplumlu ve iki devletli bir yapıya dönüştürülmesini öngören Taksim Tezi’ni ileri sürmüştür. Tarafların isteklerinin örtüşmemesi ve Yunanistan’ın çabalarıyla uluslararası toplumun da desteğini alan Rumların uzlaşmaz ve çatışmacı tutumu nedeniyle adada bir türlü çözüme ulaşılamamıştır. Yunanistan’ın fiili desteğini alan Rumların adadaki silahlı eylemlerini artırması karşısında Türkler de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) çatısı altında örgütlenerek saldırılara karşılık vermeye çalışmıştır. 1960’lardan itibaren adadaki problemin Türkler için tam bir var oluş mücadelesine dönüşmesine bağlı olarak olaylar karşılıklı olarak daha da sertleşmiş, Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş önderliğindeki Kıbrıslı Türklerin çabalarının yetersiz kalması karşısında Türkiye, 1974’te iki ayrı Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek adadaki Türklerin varlığını güvence altına almıştır.

Şekil:1 Doğu Akdeniz Haritası

Türkiye’nin garantörlük haklarına bağlı olarak Kıbrıs Sorunu’nun doğrudan tarafı olması ve bunun getirdiği ilişkiler ağı, Yunanistan’ın 1983’te Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’na tam üye olması ile birlikte daha fazla tarafın dâhil olduğu ve Türkiye için yeni zorlukların ortaya çıktığı bir sürecin önünü açmıştır. Türkiye’nin de daha sonra adı Avrupa Birliği (AB) olarak değişen birliğe üye olmak istemesi, tam üyelik hakkını elde etmiş olan Yunanistan’ın Kıbrıs Sorunu’nu masaya sürerek problem çıkarmasına imkân yaratmıştır. Rumların AB üyeliği ile gerçekleşirken diğer yandan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimi ile Kıbrıs Müzakereleri’ne devam edilmiştir. Çeşitli müzakere ve düzeltmelerin ardından 24 Nisan 2004’te adadaki iki tarafta da ayrı ayrı oylamaya sunulan planı Rumlar reddederken (% 76 hayır oyu) Türkler, önemli toprak kayıplarına rağmen % 65 evet oyu ile kabul etmişlerdir. Annan Planı, iki kurucu devletten oluşan bir federasyon öngörmesi bakımından adadaki Türklerin Rumlarla eşitliğini sağlayan bir özelliğe sahiptir Türkiye, çok konuşulan jeopolitik konumu nedeniyle birçok sorunla yüz yüze bir ülkedir.” (Orhun, 2017: 37-40)

Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Jeopolitiği

“Doğu Akdeniz’de bulunan Ada, aslında tüm Akdeniz’in jeopolitiğinde yadsınamaz bir stratejik öneme sahiptir. NATO’nun “choke-point” diye adlandırdığı ‘düğüm noktalarından en hayatileri Akdeniz’de yer alır; Cebelitarık Boğazı, Sicilya Kanalı, Türk Boğazları ve Süveyş Kanalı. Bu dar deniz geçitlerini de kullanan ve enerji gereksinimi nedeniyle her geçen gün artan yoğun gemi trafiği, doğal olarak Akdeniz’i stratejik yönden daha da önemli bir duruma getirmiştir. Kıbrıs, Türkiye’nin bölgedeki deniz ve hava sahaları alaka ve menfaatleri için hayatidir. Zira bugün adada ihdas edilen deniz ve hava üsleri vasıtasıyla, Kıbrıs’ın bütün çevresi etki ve kontrol altına alınabilmektedir. Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya’dan sonra üçüncü büyük adası olan Kıbrıs, böylesine önemli, aktif ve stratejik değeri olan bir denizin doğusunda, Doğu Akdeniz’de, gerek deniz, gerek havayollarını kontrol edebilen bir konuma sahiptir. Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yolları üzerinde yer alması, tarihin bilinen ilk devirlerinden itibaren Kıbrıs’ın önem kazanması ve bu önemin sürekli olması neticesini doğurmuştur. Kıbrıs adası tarih boyunca bölgede etkin durumda olan ve Orta Doğu’yu kontrol altında tutmak isteyen başat güçlerin cazibe merkezi olmuştur.” (Keser, Ak, 2018: 95-107)


Şekil:2 Doğu Akdeniz Bölgesinde Son Dönem Keşfedilen Doğalgaz Rezervi
(İNSAMER, 2016: 3)

Deniz Alanlarının Hukuki Statüsü

“Deniz alanlarının hukuki bir statüye kavuşturulmasına konusunda atılan ilk somut adım 28 Nisan 1958 tarihinde düzenlenen Cenevre Deniz Hukuku Konferansı’dır. Cenevre’de gerçekleştirilen I. Deniz Hukuku Konferansı sonucunda, “Karasuları ve Bitişik Bölge Konvansiyonu”, “Açık Deniz Konvansiyonu”, “Kıta Sahanlığı Konvansiyonu” ve “Balıkçılık ve Açık Denizlerin Canlı Kaynaklarının Korunmasına Dair Konvansiyon” kabul edilmiştir. 1973 yılında görüşmeleri başlayan III. Deniz Hukuku Konferansı 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile sona ermiştir. Anlaşma, 1994 yılında kabul edilip 1996 yılında yürürlüğe girerek literatüre “Münhasır Ekonomik Bölge”, “Arkeolojik Bitişik Bölge”, ‘Deniz Hukuku Mahkemesi’ gibi kavramları getirmiştir.

a) Karasuları: Ortaya çıkışı itibarıyla yetki alanları içerisinde en eski geçmişe sahip alan karasularıdır. Gelgit zamanlarındaki en düşük su seviyesinden başlayarak esas hattan itibaren 6-12 mil arasından kabul edilen genişlikteki sular karasuları olup devletin ülkesel egemenliği altında bulunan alanlardır. Zaman içerisinde mesafe olarak değişikliğe uğramakla birlikte 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile kesinleştirilmiş olup Sözleşmenin “Karasuları ve Bitişik Bölge” başlıklı bölümünün 3. maddesinde; “Her devlet karasularının genişliğini tespit etme hakkına sahiptir; bu genişlik işbu Sözleşmeye göre tespit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

b) Bitişik Bölge:  Karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren en fazla 24 mil genişliğinde bir alan olan bitişik bölge karasularının en çok 12 mil genişlikte olması durumunda en fazla 12 mil olarak hesaplanabilecektir. Bir devletin Bitişik Bölge’ye sahip olabilmesi ilana bağlı bir durumdur. Teamül olarak sadece su tabakası üzerinde yetkiler veren bitişik bölge ilanı gümrük, maliye, sağlık ve göç konularında kıyı devlete yetkiler verebilmektedir.

c) Kıta Sahanlığı: Özü itibarıyla jeolojik bir kavram olan kıta sahanlığı bir kara ülkesinin denizin altında uzanan doğal parçalarına verilen isimdir. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ne göre kıta sahanlığı deniz yüzeyi ile deniz tabanı arasındaki derinliğin 200 metre olduğu alandır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, kıta sahanlığının deniz derinliğinin 200 metre olduğu noktaya kadar esas alınmasıdır. Karasuları veya bitişik bölgedeki gibi esas hat değil deniz derinliği temel alınmaktadır.

d) Münhasır Ekonomik Bölge: Münhasır Ekonomik Bölge, bir kıyı devletinin karasuları esas çizgisinden başlayarak 200 mile kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır haklar ve yetkiler tanınan denizalanıdır. Buradaki tanımdan yola çıkarak, söz konusu yetki alanının esas çizgiden itibaren en fazla 200 mile kadar uzanabilen ve karasuları bittiği noktadan başlayan bir bölge olduğu yorumuna varılabilir.  Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, Münhasır Ekonomik Bölgedeki kıyı devletinin hak ve yetkilerini 56. Madde kapsamında düzenleyerek kıyı devletine deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yatağında ve toprak altındaki canlı ve cansız doğal kaynaklar üzerinde araştırma, işletim, muhafaza ve yönetim hakkı vermektedir. Münhasır Ekonomik Bölge konusunda münhasır yetkilerin verildiği bir alandır. Sonuç olarak, kıta sahanlığında hak kendiliğinden var olup egemenlik ilkesinin ayrılmaz bir parçası iken Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ilana dayanan ve kıyı devletine belirli bir derinliğe kadar yetki tanıyan bir alandır.


Şekil 3: Türkiye’nin gözüyle MEB Alanı   – Rumların gözüyle MEB Alanı


e) Türkiye’nin Deniz Yetki Alanları:  Türkiye’nin karasuları genişliği Ege Denizi’nde 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz’de 12 mildir. Karadeniz’de kıta sahanlığının belirlenmesine dair ilk anlaşma Türkiye ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında 23 Haziran 1978’de Moskova’da imzalanan Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan’ın sonrasında halef olduğu “Karadeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması” anlaşmasıdır. Daha sonra bu anlaşmaya yapılan ekler ile kıta sahanlığı sınırının aynı zamanda Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi sınırı olarak da kabul edilmesine karar verilmiştir (Birleşmiş Milletler, 2001: ss. 22-23). Ancak Türkiye, Ege ve de Akdeniz’de diğer kıyıdaş devletlerle kıta sahanlığı oluşturabilmiş değildir. Ayrıca Türkiye’nin ne 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ne ne de 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olduğunu belirtmek gerekmektedir.” ( Peker, Oktay ve Şensoy, 2019: 87-91)

Doğu Akdeniz’deki Petrol ve Doğalgaz Kaynakları ve Türkiye

“Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sadece KKTC ile sınırlandırma antlaşması vardır. Bunun dışında hiçbir devletle bu konuda antlaşması bulunmamaktadır. Yalnız Yunanistan ile dar sınırlandırma antlaşması yapmıştır ancak bu antlaşma da kıta sahanlığına ilişkin değildir. Türkiye BMDHS’ye taraf değildir. Yerel mevzuatında da kıta sahanlığına ve MEB’ine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Karasularının genişliği ise Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mil, Ege’de 6 mildir. Türkiye, öncelikle 02.07.1974’te TPAO’ya Rodos adasının güney bölgesinde petrol arama ruhsatı vermiştir. Bu işlem ile bahsi geçen bölgenin Türkiye’nin karasuları dışında olmasına karşın kıta sahanlığı içerisinde olduğu mesajı verilmek istenmiştir.19 Türkiye, 2007 yılında yine TPAO’ya, güneyde Mısır ve Anadolu kıyıları arasındaki ortay hatta ve 32 16 18 meridyenine dayanan bölgede arama ruhsatı vermiştir. Bu sayede Türkiye, zımni olarak bahsi geçen bölgede bir kıta sahanlığı ve MEB ilan etmiştir. Belirtilen parsel, GKRY’nin ilan ettiği parsellerin bazıları ile de çakışmaktadır. Bu yolla Türkiye, GKRY’nin ilanını tanımadığını da fiili olarak göstermiştir. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları sınırlandırılması konusunda oldukça pasif davranmıştır. Bölge devletlerinin birbirleriyle yapmış olduğu sınırlandırma antlaşmalarına sadece notalar ile tepki göstermekle yetinmiş, kendisi bir antlaşma yapma teşebbüsünde bulunmamıştır. Neticede de sadece KKTC ile sınırlandırma antlaşması yapabilmiş ve bölgedeki tüm denklemlerden soyutlanmış bir ülke konumuna düşmüştür. Petrol-doğalgaz arama faaliyetlerinin denizlerde çok ciddi maliyetler taşıması, bu işin ancak ortaklıklar vasıtasıyla yapılabileceğini ortaya koymuştur. Bu tip ortaklıklar ise ticari amaç taşıyacağından, yatırım bölgelerinde siyasi istikrar da aramaktadır. Hal böyle olunca KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat sahalarında, TPAO’nun etkin arama faaliyetlerine girebilmesi için ortaklara ihtiyacı vardır.

Türkiye, tüm bu hususlar doğrultusunda Doğu Akdeniz’deki haklarını koruyabilmek için şu iddiaları savunmalıdır:

 Sınırlandırmada anlaşmanın temel ilke olması,

 Kıta sahanlı sınırlandırmasında doğal uzantı esasının temel ilke olması,

 Sınırlandırmada hakkaniyet prensiplerine dayanılması,

 Sınırlandırmada eşit uzaklık kaidesinin mutlak surette uygulanır olmaması,

 Adaların özel nitelikte olması,

 Sınırlandırmanın hakkaniyete uygun olarak yapılması,

 Doğu Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olması.” ( Kütükçü ve Kaya, 2016: 92-94)

Şekil 4: Doğu Akdeniz’de Hidrokarbon Arama Çalışmaları (Anadolu Ajansı)

Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları ve Türkiye-Libya Mutabakatının Önemi

“Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti 27 Kasım 2019’da iki ülkenin uluslararası hukuktan doğan haklarının muhafazası için “Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalamıştır. Mutabakat iki ülkenin Akdeniz’de karşılıklı kıyıları arasında deniz yetki alanları sınırını belirlemiştir. Türkiye’nin son yıllarda Doğu Akdeniz’deki uluslararası hukuktan kaynaklı haklarının korunması konusunda hem hukuken hem de fiilen yaptığı çalışmaların bir sonucu olduğu söylenebilecek bu mutabakat muhtırasına dair onaylamayı uygun bulma yasası, Aralık 2019’da TBMM’de kabul edilmiş, 6 Aralık 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve 7 Aralık 2019’da Resmi Gazete’de yayımlanarak Türkiye açısından yürürlüğe girmiştir.

Mutabakatın ifadesiyle “Akdeniz’de kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırları” mutabakat metnine eklenmiş bir haritada koordinatlarıyla gösterilmektedir. Söz konusu haritada gösterilen A noktasından B noktasına kadar yaklaşık 30 kilometre uzunluğunda bir sınır belirlenmiştir. Ayrıca mutabakatta “ortay hat” olarak ifade edilen sınırın konumunun belirlenmesinde esas alınan karşılıklı kıyı hatlarının koordinatları da verilmiştir. Türkiye ve Libya’nın deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir mutabakat imzalamalarının siyasi ve hukuki önemli bazı sonuçları da bulunmaktadır.

Şekil 5: Türkiye-Libya Mutabakatı ve Doğu Akdeniz (SETA)

Yunanistan’ın Ege Denizi’nin güney ve güneydoğu kesiminde bulunan adalarına ve Meis Adası’na sınırlandırmada hakkaniyet gereği deniz yetki alanı verilmemesi gerektiğine dair Türkiye’nin yaklaşımı bu mutabakatla devam ettirilmiş ve bu yaklaşım Libya tarafından da kabul görmüş durumdadır. Tutarlı ve ısrarlı yaklaşımların hukuki kazanımlara yol açtığı düşünüldüğünde bu mutabakatın Türkiye açısından ilerleyen süreçlerde olumlu yansımaları olacağını değerlendirmek gerekir. Mutabakatın bir başka önemli yansıması ise Türkiye’nin söz konusu bölgede doğal kaynak arama ve işletme faaliyetlerinin meşru bir zemin kazanmasını sağlamış olmasıdır. Söz konusu mutabakatla belirlenmiş sınır iki devlet arasında imzalanmış bir antlaşma olması hasebiyle bu tür faaliyetler için hukuki zemin teşkil edebilecektir.” (SETA, 2019: S: 7-15)

Kaynakça

Keser, Ulvi ve Ak, Gökhan. (2018) Kıbrıs Sorunu ve Deniz Hukuku Bağlamında Doğu Akdeniz’de Yapılması Gerekenler, Kıbrıs Araştırmaları ve İncelemeleri Dergisi, S: 95-107.

Orhun, Fatma. (2017) Doğu Akdeniz Enerji Kaynaklarının Kıbrıs Sorununa Muhtemel Etkileri, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2,  S: 37-40.

Peker, Hasan, Oktay, Kübra ve Şensoy, Yavuz. (2019) Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Ve Enerji Kaynakları Çerçevesinde Türkiye’nin Enerji Güvenliği, Güvenlik Bilimleri Dergisi, Cilt:8 Say:1, 85-106.

İNSAMER, (2016) Doğu Akdeniz Enerji Rekabeti, Araştırma Raporu, S.4

Kütükçü, Mehmet ve Kaya, İslam. Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’deki Petrol ve Doğalgaz Kaynakları ile Türkiye’nin Hukuki Durumu, Yaşam Bilimleri Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2/1, S: 92-94

SETA (2019), Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Ve Türkiye-Libya Mutabakatı, Sayı: 101, S: 7-15.

23 Aralık Pazartesi, 18:00 TUİÇ Fikir Atölyesi: Uluslararası İlişkilerde Güncel Meseleler: Doğu Akdeniz

0

Zengin enerji kaynaklarına sahip olan Doğu Akdeniz, bölge ülkeleriyle birlikte dünyanın güçlü devletlerinin de odağında olan bir yerdir ve bu kaynakların devletler arasında nasıl paylaşılacağı sorusu bölgeyi yeni bir kriz ve mücadele merkezi haline getirmiştir. Ülkemiz bölgedeki ana aktörlerden olduğundan Doğu Akdeniz’de yaşanan bütün gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

Bu nedenle 23 Aralık Pazartesi günü 18:00-20:00 arasında TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde Doğu Akdeniz meselesi ile ilgili bir fikir atölyesi gerçekleştireceğiz. Bu toplantımızda bölge devletlerinin benimsediği tutum, yaşanan son gelişmeler, Türkiye’nin bölgede oynadığı roller ve izlediği politikalar tartışılacaktır. Uluslararası güncel sorunlarla özellikle de ülkemiz için büyük bir önem taşıyan Doğu Akdeniz Sorunu ile ilgilenen tüm öğrencileri aramızda görmekten mutluluk duyacağız.

Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.

Katılım için lütfen başvuru formunu doldurunuz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLScLZ7M-uBCkhUqgJ0CnjfO1fCqnL-sOc1GD6Wupx-iGxuhZQg/viewform?vc=0&c=0&w=1

Kaynaklar:

https://www.setav.org/prof-dr-kemal-inat-dogu-akdeniz-mutabakatini-bozmak-ne-bmnin-ne-de-yunanistanin-isi/

https://insamer.com/rsm/icerik/dosya/dosya_366.pdf

https://orsam.org.tr//d_hbanaliz/Analiz_236_tr.pdf

http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/verda-ozer/iha-ussu-turkiye-6103258

https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/jeopolitik-teoriler-temelinde-dogu-akdeniz-ve-turkiye/1113793

https://www.academia.edu/6824174/Do%C4%9Fu_Akdeniz_Enerji_Jeopoliti%C4%9Finde_K%C4%B1br%C4%B1s%C4%B1n_Artan_%C3%96nemi1?auto=download

https://www.academia.edu/39555706/DO%C4%9EU_AKDEN%C4%B0Z_H%C4%B0DROKARBON_POL%C4%B0T%C4%9E%C4%B0

TUİÇ Ofis Adresi: Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul