14 Şubat Cuma günü saat 18:30’da TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde uluslararası ilişkilerin önemli aktörlerinden biri haline gelen devlet dışı silahlı örgütleri tartışacağız. Bu konuya ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.
Doğukan BİNİCİ – Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler [email protected]
Günümüz
dünyasında askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda dijitalleşmek; zahmetli
olanı kolaya indirgemek, masraflı olanı masrafsız bir düzeye çekmek, etki ve
nüfuz alanını arttırmak çağımızın bir getirisi olan, dünyayı görünmez ağlarla adeta
birbirine bağlayan internet ve kullanım şekli ile mümkündür.
Çağlar
boyunca gruplar, topluluklar ve devletler arasında yaşanan mücadeleler kendi
içerisinde belli bir dönüşüm geçirerek; her uygarlığın kendinden sonra ki topluluklara
bıraktığı savaş teknolojisi; silah sistemlerinde ki bilgi/birikimi gelişken bir
akış içerisine sokmuştur. Yaydan çıkan
oka, tank namlusundan ateşlenen topa ve artık gelişen savaş teknolojisi ile
klavyeden çıkan kodlara bir savaş evrimi söz konusudur. Dolayısıyla
Konvansiyonel silah sistemlerinden Asimetrik silah sistemlerine geçişin en
önemli ayaklarından biri olan Siber Saldırılar; çağımızın maliyeti düşük etki
alanı yüksek yeni harp sistemleri olarak değerlendirilmelidir.Siber saldırılar;
gerçekleştiren kişi, gerçekleştirildiği mekan ve zaman bağlamında net bir
bilgiye ulaşılmasının zor olduğu bir saldırı yöntemi olarak belirmektedir. Bu
bağlamda saldırıyı gerçekleştiren devletin, devlet dışı aktörün veya bireyin; saldırı
sorumluluğu üstlenmemiş olması, bu yöntemi cazip kılan yönlerinden sadece bir
tanesidir. Saldırıya uğrayan devletin ise, kendisine saldıran bireyi, devlet
dışı aktörü veya bir başka devleti tespit etmesi halinde buna hangi ölçüde
karşılık vereceği, yeni harp sistemini uygulayabilecek kapasiteye sahip olup
olmadığı cevap arayan sorulardır.Bu noktada devletlere, kurum ve kuruluşlara
uygulanan siber saldırılar ve bu saldırılar neticesinde siber saldırı
teknolojisinin geleceği bu yazının ana konusunu oluşturmaktadır.
Dünya Üzerinde ki Siber Saldırılar
”Kesin
olarak eminim ki yaylım ateşi ya da hava bombardımanıyla başlayan eskinin büyük
savaşlarından farklı olarak bir sonraki savaş askeri kapasiteyi tahrip eden ve
elektrik ağları gibi bir temel altyapıyı felce uğratan bir siber saldırı ile
başlayacak.”[1]
Siber
saldırılar saldırıların niteliği, maliyeti, etkileri ve saldırı yapma
kapasitesine sahip aktörlerin kimler olduğu açılarından konvansiyonel
saldırılardan farklılık göstermektedir.(Duygulu, 2019, s.84)
Saldırı
yapma kapasitesine sahip bir devlet dışı aktörü ele alacak olursak, saldırı
uygulayacağı kişi,kurum ve kuruluşlara hava, kara, deniz ve uzay’dan sonra
beşinci boyut olarak nitelendirdiğimiz siber saldırılar ile beklenmedik bir
etki yaratabilir.
”Siber Vekiller”
olarak nitelendirdiğimiz bu devlet dışı aktörler; günümüzün sahada mücadele
veren milislerinden pek de farklı değildir. Zira artık sahada silahlı mücadele
ile karşı tarafa vereceğiniz hasar, siber saldırı ile verebileceğiniz zararın
çok altında kalmıştır. Dolayısıyla siber vekiller aracılığıyla bir ülkenin dijital
altyapısını etkisiz hale getirmek askeriyede, ekonomide, sosyal ve kültürel
hayatta ciddi olumsuzluklara sebebiyet verebilmektedir.
Siber
saldırı ile yapacağınız eylemler neticesinde, bir ülkeyi kamuoyu önünde,
toplumu önünde küçük düşürmek ve hükümete karşı bir protesto dalgasını
başlatmak; Hegemon güçlerin bölgesel ve küresel stratejilerini hayata geçirmede
başvurdukları yıkıcı yöntemlerinden biridir.
Siber vekillerin, devletler tarafından kullanılması farklı yöntemler içerisinde gerçekleşmektedir.
Bu
yöntemler Yetkilendirme, Orkestrasyon ve Onaylama olarak sınıflandırılmaktadır.
Yetkilendirme, devletin siber vekili
üzerinde doğrudan kontrol uyguladığı devlet tarafından tanımlanmış bir görevi
yerine getirmek üzere vekili yetkilendirdiği ilişki türüdür. Orkestrasyon, devletin vekilinden talep
ettiğinin genel hatlarını çizmesi ve sınırlı lojistik destek sağlayarak
doğrudan direktif vermemesidir. Onaylama‘da
ise devlet ile vekil arasında doğrudan bir ilişki bulunmamakta, devlet
kendisiyle aynı amaca hizmet ettiği sürece bu vekillerin yasa dışı
faaliyetlerine göz yummaktadır.[2]
Devletlerin
vekiller üzerinde kullandığı bu yöntemler ile uyguladıkları siber saldırıların
bir çok örneği mevcuttur. 1999 yılında Kosova savaşında, NATO askeri haberleşme
sistemlerine yönelik Sırp ve Rus bilgisayar korsanları tarafından başlatılan
siber saldırılar, bu saldırı yönteminin ilk örneklerini oluşturmaktadır.
2000
yılında İsrail askerlerinin Hizbullah tarafından kaçırılmasının ardından
Hizbullah ve Hamas’ın internet sitelerine yönelik, İsrail tarafından siber saldırı başlatılmıştı. Keza Hindistan
ve Pakistan arasında Keşmir bölgesinde ki anlaşmazlık dolayısıyla iki ülkenin
bilgisayar korsanları karşılıklı olarak bir Siber Savaş içerisindeydi.
Gerçekleştirilen
siber saldırılar içerisinde bu alana ilginin yoğunlaşmasına sebep olan saldırı
2007’de Estonya’nın maruz kalmış olduğu saldırıdır. Sovyetler Birliği zamanında
ülkede ki bir meydana yerleştirilen heykelin başka bir bölgeye taşınacağının
ilan edilmesinin ardından ülke içinde ki azınlık Ruslar ve Rusya bu olaya büyük
bir tepki göstermişti. Ve bu dönemde Avrupa’da ilk e-devlet uygulamasına geçmiş
olan Estonya dijitalleşmek için ciddi adımlar içerisindeydi. Rus bilgisayar
korsanlarının başlatmış olduğu siber saldırılar, dijitalleşen Estonya’nın adeta
tüm yaşamsal fonksiyonlarının durmasına neden olmuştu. Dijitalleşirken diğer bir yandan gelebilecek siber saldırıları hesaba
katmamak başka bir deyişle; tedbirsiz
dijitalleşmek ülkeler için büyük bir tehdit riski oluşturmaktadır. Bunun en
büyük örneğini Estonya 2007’de yaşamıştır. Rusya’nın fail olduğu düşünülen
lakin kanıtlanamayan bir diğer siber saldırı ise Güney Osetya bölgesi üzerinde
ki anlaşmazlık neticesinde ortaya çıkan Rusya-Gürcistan savaşında, Gürcistan’a
yönelik saldırı olmuştur.
Yarı
otonom bir şekilde uzak sistemlere nüfuz etmek ve üzerlerinde kontrol sağlamak
için tasarlanmış sofistike bir bilgisayar programı olan Stuxnet ile 2010’da
İran’ın nükleer tesislerini etkileyen saldırı
siber savaşın geleceğin değil günümüzün bir gerçekliği olduğunu gözler önüne
sermesi bakımından önemli bir gelişme olmuştur.(Duygulu, 2019, s.91)
Siber
vekiller aracılığı ile İran’ın Natanz şehrinde ki nükleer tesise yönelik
uygulanan bu siber saldırı; bilgi temelli bir zarar yaratmanın da ötesinde
nükleer tesis de fiziksel bir zararın oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Şöyle
ki; Stuxnet santrifüjlere[3]
güç veren elektrik akımı frekansını değiştirerek makinelerin tasarlanmadığı
aralıklarla yüksek ve düşük hızlar arasında ileri ve geri gitmelerini
sağlayarak tesislerin normal işleyişini sabote etmiştir.(Duygulu, 2019,s.91)
1999
Kosova savaşında uygulanan bilgi temelli zarar vermeyi amaçlayan siber
saldırıdan; fiziksel zarar veren siber saldırıya giden süreç içerisinde; siber
saldırı teknolojisinin güç dengelerinde önemli bir faktör olacağına kesin gözü
ile bakabiliriz.
Yakın
bir dönemde Suudi Aramco şirketine yönelik otonom silah teknolojisi kullanarak
gerçekleştirilen saldırı öncesinde, 2017 yılında petrol tesisine bir siber
saldırının gerçekleştirildiği bilinmektedir. Gerçekleştirilen bu saldırıda
İran’da ki saldırıya benzer bir şekilde ”akıllı siber” silah olarak
nitelendirebileceğimiz ”TRİTON” adlı kötü amaçlı yazılım kullanılmıştır.
Triton,
dünyanın en büyük petrol şirketi olan Suudi Aramco’da endüstriyel felaketi
önlemek üzere süspansiyon görevini üstlenen bilgisayar sistemine saldırmak
üzere tasarlanmıştır. FireEye güvenlik şirketinin verilerine göre Triton, Alman
Shneider Electric firması tarafından üretilen, Triconex olarak bilinen ve
dünyanın her yerinde kullanılan, acil durumlarda sistemi kapatma işlevi
sağlayan bir güvenlik sistemine saldırmıştır. Bahsi geçen güvenlik sistemi,
olası basınç farklılığı, sıcaklık artışı gibi Suudi Aramco’daki endüstriyel
fabrikaların hayati fonksiyonlarının korunmasına yönelik
kullanılmaktadır.(Çelik, 2019, s.88)
İran’da
ki nükleer tesise ve Suudi Aramco petrol tesislerine yönelik gerçekleştirilen saldırılar; bizlere siber
saldırı teknolojisinin artık bilgi temelli zarar vermenin de ötesinde fiziksel
hasarlara yol açabileceğini gösteren en somut kanıtlar olarak belirmiştir. Saldırı
yapan kişi, kurum veya devletlerin IP yanıltması olarak tabir edilen yöntemi kullanarak
gerçekleştirmiş olduğu saldırıya anonim bir hal kazandırması; saldırının
geldiği yerin tespit edilememesi bakımından tüm cezai sorumlulukları ortadan
kaldırmaktadır.
Değerlendirme
Konvansiyonel’den
asimetriğe geçiş sürecinde siber teknolojinin dünya ile entegre edilmesi;
günümüz savaşlarının sivil alanlara yayılması gibi bir sonucu doğurmuştur.
Devletlerin veya
Devlet dışı aktörlerin hedeflerine yönelik
dünyanın herhangi bir noktasından gerçekleştirdikleri siber saldırılar;
saldırıda zaman ve mekan kavramını ortadan kaldırmıştır. Amerika kıtasında
bilgisayar başından Ortadoğu coğrafyasından bir ülkenin internet altyapısını
hedef almak, hedef alınan ülke ile ilgili bilgi hırsızlığı yapmak; ışık hızında
gerçekleşebilen ve takip edilmesi zor olan bir duruma dönüşmüştür. Dolayısıyla
nüfuz edilebilirlik siber teknolojinin kullanımı ile en üst seviyeye çıkmıştır.
Siber vekiller
aracılığıyla icra edilen ve ”Siber Terörizm” olarak adlandırılan siber
saldırılar; devletlerin daha az sorumluluk üstlenmelerini sağlamaktadır.
Kaynakça
Duygulu, Ş. (2019). Dönüşen savaşların değişen araçları.SETA. İstanbul: Turkuvaz yayıncılık.
Sönmez, G. (2017, Mart 10). Siber alanda yükselen terör
tehdidi ve siber güvenlik. Orsam. https://orsam.org.tr/tr/siber-alanda-yukselen-teror-tehdidi-ve-siber-guvenlik/
adresinden alınmıştır.
İran santraline siber saldırı. (2010). Ntv.
https://www.ntv.com.tr/turkiye/iran-santraline-siber-saldiri,AXHxFm9_QkuTRIRoalq78Q
adresinden alınmıştır.
Nasıl bulaştırıldığı ortaya çıktı. (2019). Siber Bülten adresinden alınmıştır.
[1] BM Genel
Sekreteri Antonio Guterrres, 19 Şubat 2018.
Erişim: Khalip, A. ”U.N Chief Urges Global Rules for Cyber Warfare”.
Reuters. https://www.reuters.com/article/us-un-guterres-cyber/u-n-chief-urges-global-rules-for-cyber-warfare-idUSKCN1G31Q4 adresinden alınmıştır.
[2] Tim
Maurer, Cyber Mercenaries: The State,
Hackers and Power,(Cambridge University Press, Cambridge:2018).
[3] Uranyum zenginleştirmede
kritik öneme sahip bir laboratuvar
cihazıdır.
1979 Devrimi ve İran Dış Politika Yapım Sürecini Etkileyen Faktörler
Köklü bir tarihsel geçmişe ve imparatorluk mirasına sahip bir ülke olarak İran, küresel siyasette sürekli olarak adından söz ettiren bir ülkedir.Gerek son günlerde meydana gelen Kasım Süleymani suikasti ve ABD ile yaşanan kriz, gerekse Orta Doğu’da yürütmekte olduğu vekalet savaşları sebebiyle İran, uluslararası siyaset gündemini hayli işgal eden bir ülke konumundadır.Ancak genel anlamda İran tarihi, özellikle 1979 yılında gerçekleşen ‘’İslam Devrimi’’ ve elbette İran dış politika yapım sürecini etkileyen faktörler bilinmeden bölgede meydana gelen hadiseler yeterince anlaşılamayacağı gibi, İran hakkında yapılan analizler de eksik kalacaktır…
“İran’da 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İslam Devrimi bölgesel ve uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı. Soğuk Savaş ve iki kutuplu dünya anlayışının hâkim olduğu dönemde İran’da meydana gelen devrim sadece İran’ın içerisine değil, dış dünyaya dair de yeni söylem ve yaklaşımıyla iki kutubun dışında bağımsız bir dış politika iddiasını güdüyordu. Dış politikasının teorik çerçevesini bu iddia ekseninde “devrimci” bir bakış açısıyla oluşturma gayretine giren İran, özellikle İmam Humeyni döneminde söz konusu söylemi pratize etme yoluna gitti. Sonraki dönemlerde ise her ne kadar teorik açıdan ilk dönem söylemlerinden vazgeçmediyse de pratikte bazı değişimlere uğradı ve bugüne kadar farklı açılımlara girdi.’’1
“İran, 1979 yılında gerçekleşen İslam devrimi ile yeni bir döneme girerken, bu dönemde dış politika söylemini devrimci bir yaklaşımla yeniden dizayn etmişti. Uluslararasına hâkim iki kutuplu sisteme bir başkaldırı olarak da görülebilecek “Ne Doğu Ne Batı” sloganı, İran’ın üçüncü yolu mümkün gören bir iddiayla uluslararası alana girmesini doğurmuştu. Fakat sonrasında, devrimlerin belki de ortak kaderi olan sonuçla İran da karşılaşmış, devrimci kadroların sistem üzerindeki tam hâkimiyeti sağlandıktan sonra baştaki ideolojik devrimci söylem yeni durumda farklı tevil yollarıyla esnetilerek, devletin bekası ve çıkarına uygun hale getirilmişti. Devrimci söylemlerin yeniden ihya edildiği Ahmedinejad döneminde bile ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda devrimci ilkelerin kolaylıkla tevil edilebileceği İran’ın Suriye politikasına bakıldığında kolaylıkla görülebilir. Bu örnek göstermektedir ki, İran devrimci ideallere sahip bir devletten çok daha fazla kendi çıkarlarını maksimize etmeyi asıl gaye edinmiş modern bir ulus devlet olarak davranmaktadır.’’2
İran 1979 Devrimi’yle birlikte birçok alanda köklü
değişimler geçirse de devletler süreklilik arz eden yapılar oldukları için
ülkenin dış politikasında etkili olan bazı faktörler tarihsel olarak aynı kalmaktadır. İran’ın dış
politika yapım sürecini jeopolitik konumu, etnik yapısı, ekonomisi, Şiilik
inancı gibi birçok faktör etkilemektedir.3
“İran, Avrasya jeopolitiğinde oldukça eski bir geçmişe sahip, karaya dayalı bir imparatorluktur. Bu tarihsel geçmişinden ötürü İran’ın bölgesel ihtirasları, Batı Asya coğrafyasının ötelerine ulaşmaktadır.’’4
“Bölgesel üstünlük arzusu, İran dış politikasının uzun yıllardır var olan bir özelliğidir. Uzun tarihsel geçmişinden ve jeo-stratejik açıdan oldukça önemli olan coğrafyasından ötürü, İran, kendisini Körfez bölgesinin geleceğini belirleyen yegâne güç olarak görmektedir. Diğer yandan İran, kadim medeniyetinden ötürü, kendisini mevcut devlet topraklarının ötesinde etkiye sahip bir aktör olarak algılamaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’nun bölgesel politikasına müdahale etmesi, İranlı siyaset adamları için gayet doğal bir durumdur.’’5
“İran toplum yapısı, etnik açıdan oldukça karmaşıktır. Ülke nüfusunun sadece yüzde 51’ini oluşturan Farisi grup, yine de İran’ın en büyük etnik grubudur. Farisiler, ülkenin orta ve doğu kısımlarında yaşamaktadırlar. İran toplumundaki diğer güçlü toplum ise Türklerdir. Azeri Türkleri, İran toplumunun yüzde 24’üne tekabül etmektedir. İran’ın kuzeybatısında yaşamaktadır ve kuzeyinde Azerbaycan ile komşudur. İran’ın kuzeydoğusunda yaşayan Türkmenler, nüfusun yüzde 2’si kadardır. Ülkede yüzde 3 civarında etnik Araplar bulunmaktadır. Bunlar Belucistan bölgesinde yoğun olarak yaşamaktadır. Ermenilerin oranı ise, yüzde 2’dir.5 İran’ın bu toplumsal, mezhepsel ve etnik bölünmüşlüğü, İranlı yöneticilerin, ülkelerinin, “dış güçler tarafından parçalanması için girişimlerde bulunabileceği” düşüncesine sahip olmasına neden olmakta ve bu grupların, diğer devletler ile işbirliği içerisinde olabileceğini öngörmektedir. O nedenle İran, dış politikasında şüpheci bir tutum edinmektedir.’’6
“İran halkının yüzde 89’u, Şii’dir. İran’ın komşularında ve civarında (Bahreyn, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan ve Körfez ülkeleri) Şii azınlıklar yaşamaktadır. Bu azınlıklar ile Şiilik ortak paydasına dayanarak, İran, yakın ilişkiler kurmaktadır.’’7
“1980’lerde İran’ın yayılmacı Şii anlayışı, bölgenin mevcut dengesini tehdit etmiş ve dolayısıyla Arap komşularını toprak bütünlükleri konusunda endişeye sevk etmiştir.’’8
“İran’ın uzun ve zengin tarihi mirası ile 19’ncu ve 20’nci yüzyıllarda Batılı ülkelerin işgali altında kalması nedeniyle, İranlı yöneticiler ve halk, oldukça güçlü ve etkili bir Farisi milliyetçiliğe sahiptir ve Batılı ülkelerin bölge politikalarına müdahalelerine karşı aşırı hassastır. Bu duygular, İran halkı arasında milliyetçi söylemlere yönelik bir sempatinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İslam Devrimi sırasında halkın Şah’a karşı çıkmasında bu düşüncelerin de kayda değer etkisi bulunmaktaydı. Çünkü halkın birçoğu için, Şah, Batı’nın kuklası haline gelmiş bir yöneticiydi. 1960’larda ve 70’lerde ortaya çıkan İslami akımlar da benzer temaları işlediler ve açık bir şekilde Batılı ülkelerin içişlerine ve bölge politikalarına müdahale etmesine karşı çıktılar. Sonuçta İran halkı sömürgecilik-karşıtı bir düşünce yapısına sahiptir.’’9
“Petrol gelirleri, İran’ın en önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır. İran toplumunun modernleştirilmesi ve ekonominin sanayileştirilmesi politikaları İran’ın doğal kaynaklara bağımlılığını arttırmıştır. Petrol ekonomisi ve politikası İran’ın dış ve ulusal güvenlik politikalarını etkilemektedir. Petrolün ekonomideki rolünün artması dış politikanın ekonomik boyutunun güçlenmesine (ekonomikleştirilmesine) neden olmuştur.’’10
Bu faktörlerin yanı sıra İran’ın sosyal yapısı, siyasi dinamikleri, siyasal kültürü, kamuoyunun etkisi, liderliğin etkisi (İran’ın devrim sonrasında oluşan yönetim biçimi ve bunun dış politika yapım sürecine etkileri) gibi faktörler de dış politika yapım sürecini etkilemektedir.11
İran ile ABD Arasında Kasım Süleymani Krizi
“ABD, Donald Trump’ın başkan oluşundan itibaren İran’a karşı “maksimum baskı” denilen bir sıkıştırma ve boğma siyasetini uygulamaya başlamıştı. Bu stratejinin ekonomik yaptırımlar, diplomatik izolasyon, sahadaki ajanları ya da desteklediği Halkın Mücahitleri Örgütü gibi İran karşıtı örgütlerin hücre yapılanmaları aracılığıyla sokak eylemlerini kışkırtmak gibi pek çok ayağı bulunuyor. Yine maksimum baskı siyasetinin bileşenlerinden biri de İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) geçtiğimiz yılın Nisan ayında terör örgütü olarak ilan edilmesi ve askeri hedef haline getirilmesiydi. ABD’nin bu siyasetten muradı, İran rejimini çökertmekten çok İran’ın bölgesel nüfuzunu azaltmaktır. Bu doğrultuda, İran’ın kendi içerisindeki protestolara ek olarak bölgesel nüfuzunun yüksek olduğu Irak ve Lübnan gibi bölgelerde geniş çaplı protesto hareketlerinin görülmesi ve Suriye ile Irak’ta İran destekli askeri grupların hava saldırılarına hedef olması şaşırtıcı değildir.’’12
“Süleymani’nin öldürülmesi, İran’ın dış siyaseti açısından oldukça ağır bir darbeyi ifade ediyor. Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de İran’a bağlı tüm güçleri kontrol ve koordine eden Tümgeneral Süleymani, on yıllardır İran’ın Ortadoğu’daki gücünün simgesiydi. Pakistan ve Afganistan’dan gelen Şii savaşçılar Süleymani’nin komutanlığı altında savaşıyorlardı. Süleymani bir anlamda İran’ın bölgesel siyaseti açısından İran Dışişleri Bakanlığının bile önündeydi.’’13
“ABD Süleymani suikastıyla İran konusunda ne kadar ileriye gidebileceğini göstermiş oldu. Öte yandan İran’ın “kontrollü gerginlik” stratejisinin de işlemediği anlaşıldı. Bundan sonra ABD İran karşıtı sert siyasetinde ısrar etmeye devam edecektir. Özellikle ABD Başkanı Trump’ın azil sürecinde bu adımı atmış olması anlaşılabilir bir durumdur. Senatodaki cumhuriyetçilerin desteğini kaybetmemek için böylesine şahince bir hamlenin gelmesi anlamlıdır.’’14
“Bu saatten sonra İran’da dış siyasette ABD ve Batı’ya yönelik reform yönünde bir adım beklenmemelidir. ABD’nin tek taraflı olarak çekildiği nükleer anlaşmanın AB ile devam edebilmesi ihtimali de oldukça zayıflamıştır. Kısa vadede İranlılar muhafazakar ya da reformist olmaları fark etmeksizin, ABD’ye karşı birleşeceklerdir. Süleymani’nin ölümüyle zirve yapan ABD’nin maksimum baskı siyaseti sonucunda İran’ın bölgesel siyaseti ve gücü ciddi anlamda zarar görmüştür. Kasım Süleymani gibi karizmatik bir liderin eksikliğinde Kudüs Gücü’nün ve Şii milis kuvvetlerinin eskisi gibi mobilize olabilmeleri oldukça zor olacaktır. Dahası Süleymani, pek çok araştırma ve yoruma göre İran’ın en popüler figürlerinin başında geliyor hatta Cumhurbaşkanı Ruhani’yi bile geride bırakıyordu. Böylesine efsane mertebesine yükseltilmiş bir kişinin kaybı, Şii teolojisindeki kayıp ve mağlubiyet mitleriyle birlikte düşünüldüğünde kısa vadede İran için önemli bir moral-politik sermaye sağlayacaksa da uzun vadede İslam Devrimi anlatısının zayıflamasına sebep olacaktır. Çünkü yeni kuşaklar için devrim anlatısının yeniden inşasında işaret edilecek, devrimi ve İran-Irak Savaşı’nı yaşamış aktüel figürler bir bir eksilmektedirler.’’15
Sonuç olarak İran,
bir yandan Batılı ülkelerin ambargoları sebebiyle yaşadığı ekonomik zorluklar ,
diğer yandan dış politikadaki açmazları sebebiyle 1979 Devriminden itibaren
kurmuş olduğu rejimin devamlılığını sağlayamayacak bir konuma gelmiştir.En son
yaşanan Süleymani kriziyle birlikte uluslararası toplum İran’ın Batı ve ABD
karşıtı söylemlerinin pratiğe dönüşmediğini, sadece ‘’söylem’’ düzeyinde
kaldığını net bir şekilde görmüştür.Bahsetmiş olduğumuz devrim sonrasında
kurulan düzen çatırdamaya başlamıştır.
Türkiye ise Astana Süreci ve Soçi Mutabakatları’nda görüldüğü üzere Orta
Doğu’nun geleceği için önemli adımlar atarak, İran ile birlikte hareket
etmiştir.Türkiye İran ile Suriye meselesinde olduğu gibi ortak hareket edebilir
ve elbette yüzyıllardır komşusu olan bir ülkeyle iktisadi, bilimsel, teknolojik
alanlarda işbirliğine gidebilir.Ancak Türkiye, İran’ın Orta Doğu’da yürüttüğü
vekalet savaşları ve mezhepçi dış siyaset anlayışı sebebiyle bölgede barış ve
istikrarın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu unutmamalı, bölgeye
yönelik stratejisini bu doğrultuda belirlemeli ve bu hadiseleri doğru bir
şekilde analiz ederek gerekli adımları soğukkanlı bir şekilde ve aklıselimle
hareket ederek atmalıdır…
KEMAL KISA
Kaynakça
ABDULLAH YEĞİN, Devrimin
35. Yılında İran Dış Politikası, SETA Perspektif, Sayı:32, Şubat 2014
A.g.m.
Ertan EFEGİL, İran’ın Dış
Politika Yapım Sürecini Etkileyen Unsurlar, ORSAM Ortadoğu Analiz, Cilt:4,
Sayı:48, Aralık 2012
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
A.g.m.
Mustafa Caner, 5 Soru:
Kasım Süleymani’nin Öldürülmesi İran İçin Ne İfade
Ediyor?, 3 Ocak 2020, www.setav.org
ABD ve İran ilişkilerindeki gerginlik Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle birlikte artarak bölgedeki tansiyonun yükselmesine neden oldu. Yaşanan bu gelişmeler İran’ın sınır komşusu olan Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
24 Ocak Cuma günü saat 18:30’da TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde İran’ın dış politikasını inceleyecek ve yaşanan son gelişmelerle birlikte ABD krizini tartışacağız. Bu konulara ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.
“Avrasya kelime olarak Avrupa ile Asya kelimelerinin birleşiminden, yani “avr” ile “Asya” sözcüklerinin birleşmesinden oluşur ve Avrupa kıtası ile Asya kıtasını kapsayan coğrafi bölgeye verilen isimdir. Avrasya, belirtildiği üzere büyük bir alanın adıdır ve siyasi tarihi uzun bir geçmişe dayanır. Avrasya bir siyasi coğrafya olarak dünya hâkimiyetinin belirlendiği bir alandır. “Avrasya” deyimi Alman Von Humbolt tarafından literatüre sokulmuştur. “Humbolt’un geliştirip adlandırdığı bu kavram, Asya-Avrupa coğrafî bileşenini tanımlamaktadır. Bugünkü AB, liderliğini Almanya’nın yaptığı bir Roma-Germen İmparatorluğu projesidir, denilebilir.
Avrasya, tarih boyunca
toplumların hâkimiyet mücadelesine şahit olan ve döneminin güçlü devletleri
tarafından öncelikle ele geçirilmeye çalışılan bir coğrafyadır. Ayrıca, eski
dünyanın merkezi olan Avrasya, tüm büyük dinlerin ve kadim felsefelerin ortaya
çıktığı bir bölgedir. Avrasya, sadece Rusya ve Kafkasları içine alan bir toprak
parçasını içermez, aynı zamanda Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan bölgeyi de
kapsayan çok geniş bir kıtadır. Avrasya
kıtası zamanla siyasallaşarak “Avrasyacılık” kavramı olarak lanse edilmeye
başlanmıştır. Avrasyacılık yaklaşımını ortaya atan ilk aydınlar Avrasyacılık
siyasi vizyonunu tüm yönleriyle açıkça ifade etmeye çalışmışlardır. Avrasya,
Avrupa ve Asya’nın birleştiği bölgedir. “Viyana hattından başlayarak Avrupa’nın
doğusu ile Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Anadolu, Orta Asya Avrasya kıtasının
bölgeleridir. Bütün bölgeleri içine alan geniş alana, coğrafya dilinde ve dünya
politikasında “Avrasya” denilmektedir. Avrasyacıların
gerçekliği mekân ve tarih üzerine kurulmuştur, denilebilir.
Avrasya, dünya GSMH’
sinin % 60’ına ve dünyanın bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir.
Avrasya’nın omurgasını ise Türk dünyası meydana getirmektedir. Avrasya’da
nüfus, coğrafi büyüklük, jeostratejik bölgeler ve geçiş güzergâhları Türk
dünyasına hizmet etmektedir. Türk dünyası Avrasya’da ağacın kökleri ve
gövdeleri gibidir. Bununla beraber günümüzde aynı dili konuşan, dine inanan,
kültüre sahip ve ortak tarih bilinci olan Türk dünyasıyla ilişkiler istenen seviyeye
ulaşamamıştır. Avrasya günümüz dünyasında jeopolitik önemini yitirmemiş, aksine
dünya tarihinin en önemli jeopolitik ekseni ve jeopolitiği haline gelmiştir.
Avrasya yerkürenin en
büyük kıtasıdır ve jeopolitik olarak eksendir. Avrasya’ya hükmeden bir güç,
dünyanın en ileri ve ekonomik olarak en verimli üç bölgesinden ikisini kontrol
edecektir. Dünya nüfusunun yaklaşık % 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve dünya
fiziksel zenginliklerinin çoğu, hem yatırımlar hem de zenginlikler bakımından
burada bulunmaktadır. Avrasya dünya GSMH’ sinin % 60’ına ve dünyanın bilinen
enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Avrasya aynı zamanda siyasal olarak
dünyanın en iddialı ve dinamik devletlerinin bulunduğu yerdir. Amerika Birleşik
Devletleri’nden sonra en büyük altı ekonomi ve en büyük altı silah alıcısı
Avrasya’da bulunmaktadır.
21. yüzyıla girerken
yapılan bütün jeopolitik ve stratejik değerlendirmelerde, Avrasya’nın yeniden
bir yıldız gibi parladığını ve yüzyılımızın jeopolitik kalbinin Avrasya olacağı
anlaşılmaktadır. Küresel hâkimiyet için mücadele eden Amerika’dan sonra
dünyanın gelecekteki süper güç adayları arasında bu kıtada hâkimiyet kurmak
için kıyasıya bir yarış olacaktır. Türkiye, bu satranç tahtasında oyunun
kaderini, gidişatını ve seyrini değiştirebilecek çok önemli bir oyuncudur. Güç
dengeleri arasında Türkiye, jeopolitik konumu, kültürel ve dinsel kimliğiyle bu
kıtada vazgeçilmez bir stratejik ve bölgesel güç olacaktır. Geleceğin küresel
güç adayları arasında, Türkiye yerini almalıdır. Türkiye bağımsız ve jeopolitik
eksenli politikalar oluşturursa, yakın gelecekte bölgesinin lider devlet
pozisyonunu pekiştirecektir. Türkiye
Avrasya’da kaderi belirlenen bir ülke değil, kendi kaderini belirleyen bir ülke
olmalıdır.” (Özder, 2013: 66-73)
Klasik
Avrasyacılık ve Neo-Avrasyacılık
“Yeni Avrasyacı hareket,
klasik Avrasyacılığa göre çok büyük sayıda taraftar toplamıştır. Hareketin
içinde jeopolitikçiler, monarşistler, Rus Ortodoks kilisesi, aşırı
milliyetçiler, Stalinciler gibi alt gruplaşmalar mevcuttur. Yeni Avrasyacılar,
Klasik Avrasyacılar gibi kültürel ve coğrafi bütünsellikten hareket ederek,
Avrasyacı düşünceyi jeo-stratejik ve jeopolitik bir unsur olarak Rus dış
politikasına ve uluslararası ilişkiler sistemi içerisine bir olgu ve kuramsal
yapı olarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Yeni Avrasyacılar’ın temel hareket
noktaları, Sovyet sonrası dönemde Moskova yönetiminin Batı ile iyi ilişkiler
kurmak pahasına ülkenin tarihi, coğrafi ve kültürel kimliğine aykırı politikalar
yürüttüğü, ulusal çıkarlarını göz ardı ettiği, iddiası idi.
Yeni Avrasyacılar Soğuk
Savaş sonrası dönemde uluslararası sisteme hâkim olan ekonomik sistemden
rahatsızdırlar. Sovyet sonrası dönemde oluşan jeo-politik ve jeo-ekonomik
boşluğun Trans Atlantik merkezli kapitalizm tarafından doldurulmaya
çalışılması; teknolojik ve ekonomik araçlarla ABD’nin siyasal ve kültürel
hegemonyasının sürdürülmesi, uluslararası sistemin geneli ve Avrasya coğrafyası
için büyük bir tehdit olarak görülmektedir. Yeni Avrasyacılar, Realistler gibi
güç dengesi ekseninde şekillenen uluslar arası politikanın “sürekli dostluk”
değil, “sürekli çıkar” olgusu doğrultusunda belirlendiğini iddia etmektedirler.
Rus ulusal çıkarlarının korunabilmesinin ise, uluslararası sistemde Rusya’nın
konumunun yeniden tanımlanmasına ve siyasal ve askeri gücünün restore
edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadırlar. Yeni Avrasyacılara göre jeopolitik,
siyasal güç ve “büyük devlet” statüsünün vazgeçilmez bir unsurudur. Klasik Avrasyacıların çalışmalarında yer alan
ortak Avrasya kültürüne yönelik çalışmalar, Yeni Avrasyalıların araştırmalarında
da göze çarpmaktadır. Avrasya birliğinin, en önemli gerekçelerinden birisi de,
bu coğrafyada yaşayan toplumların, tarihsel süreç içerisinde etkileşimleri
sonucunda ortak bir kültür oluşturmuş olmalarıdır. Bölgesel ölçekte Slav-Turan,
kıtasal ölçekte ise büyük dinlerin ve Uzakdoğu felsefelerinin etkileşiminden
ortaya çıkan Avrasya kültür birliği oluşmuştur.
Yeni Avrasyacı ekolün
üzerinde hassas olduğu en temel konulardan birisi de eski Sovyet coğrafyasının
yanı sıra, Orta ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın göz önüne alınmamasıdır. Yeni
Avrasyacılar ayrıca Sovyet çözülmesini geçici bir şok olarak
değerlendirmektedir. Bu bağlamda Avrasya’da “uluslar üstü” yapıda kurulacak,
etkin ve güçlü bir Rus devleti, hem iç hem de dış politikada önemli bir hedef
olarak gösterilmektedir. Yeni Avrasyacılar Ortodoksluk ve jeopolitik konumu
gibi özelliklerinden dolayı batı medeniyetinden tamamen farklı olan Rusya’nın
özgün bir uygarlık olduğuna inanmaktadırlar. Bu uygarlık Anglo-Saksonların
aksine; bireyci ve çatışmacı değil, dayanışmacı ve toplumcudur
Yeni Batıcıları ütopik ve
idealist olmakla suçlayan Yeni Avrasyacılar, Rus dış politikasının demokrasi ve
insan hakları gibi nosyonları barındırmasına karşı çıkmaktadırlar. Demokrasi ve
insan hakları gibi batılı değerlere dayanan çoğulculuk yerine; doğrudan devlet
tarafından belirlenen, ulusal çıkarlara dayalı ‘tekil’ bir dış politikayı
savunmaktadırlar. Yeni Avrasyacılara göre; Sovyetler Birliği, ekonomik ya da
siyasi bir başarısızlık sonucu değil, Rus askeri gücüne karşı duyulan korku ve
Rus doğal kaynaklarına olan ihtiyaç gibi nedenlerden dolayı, Batı’nın
komploları sonucu dağılmıştır.
Rusya’nın jeopolitikçilerinden
biri kabul edilen Aleksandr Gelyeviç Dugin, aynı zamanda Yeni Avrasyacılık
akımının en önemli temsilcisidir. Dugin
çalışmalarında Batı Dünyasına karşı mücadele yöntemlerini ortaya koymaktadır.
Çalışmalarında Liberalizm ve Batı karşıtlığı ön plana çıksa da, Amerika asıl
hedef olarak gösterilmekte, Avrupa ile ise müttefik olunabileceği belirtilmektedir.
Dugin’in Jeopolitik bakış açısı, Rusya’nın federal yapılanmasında da kendini
göstermektedir. Dugin’e göre Avrasyacı federalizmin temelinde toprak/teritori
değil, etnos yer almalıdır. Bu sistemde bölgeler merkeze sıkı bir şekilde bağlı
olmalılar. Ancak bunlara, dini ve kültürel alanlarda serbestlik verilmelidir.
Klasik Avrasyacı akım ile
Yeni Avrasyacı akımın görüşleri arasında bazı farklılıklar söz konusudur.
Klasik Avrasyacıların çalışmalarında felsefe, kültür, etnografya ve tarih
felsefesi ve yazımı; yenilerde ise kısmen felsefi ve kültürolojik bakışın hâkim
olduğu jeopolitik bilim öne çıkmaktadır. Batı, Klasik Avrasyacılarda Avrupa ile
özdeşleşirken, yeni Avrasyacılarda buna Amerika eklenmekte ve Almanya veya
Avrupa Birliği ile ittifak kurulabileceği önerilirken, ABD asıl hedef konumuna
getirilmektedir. Dolayısıyla, yeni Avrasyacılıkta Avrupa Rusya için “tehdit”
olmaktan çıkarılmış, bu sıfat Amerika’ya devredilmiştir. Bundan dolayı Yeni
Avrasyacılık düşüncesinde Amerikan merkezli küreselleşme ve onun getirdiği
meydan okumalara karşı, jeopolitik düşünce ve şemalarla tepki verilmektedir.
Klasik Avrasyacılarda Doğu ülkeleri için kapsamlı araştırmalar yapılmazken,
Yeni Avrasyacıların çalışmalarında “Doğu”nun özel bir yeri vardır. Ayrıca
Klasik Avrasyacılıkta açık bir şekilde öne çıkan dindarlık veya Ortodoksluk
vurgusu, yeni Avrasyacılıkta genel itibariyle fazla görülmemektedir. Son olarak
Klasik Avrasyacılık çalışmalarında yeterince yer verilmeyen İslam ve Müslüman
dünyası; Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan özel koşullar nedeniyle Yeni
Avrasyacılık çalışmalarının önemli konulardan biri haline gelmiştir.” (Sönmez,
2010: 78-84)
Putin
Dönemi ve Avrasyacılık
“Sovyetlerin çökmesiyle dağılmayla karşı karşıya kalan Rusya, önce Atlantik (NATO ülkeleri) ile ilişkilerini geliştirmek istese de, Batı’ya duyulan güvensizlik ve Rus iç dinamiklerinin zorlaması Yeni Avrasyacılığın canlanmasına zemin hazırlamıştır. Boris Yeltsin Döneminde izlenen Batıcı Atlantikçi yaklaşım Yevgeni M. Primakov’un Başbakanlığı Döneminde (Ocak 1996-Ağustos 1998) terk edilmiştir. Bu dönemde Avrasyacıların etkinliği artmış ve Avrasyacılık jeopolitik açıdan ABD hegemonyasına karşı bir platform olarak algılanmıştır. Boris Yeltsin’i takiben iktidara gelen Vladimir Putin, Yeni Avrasyacılık akımından etkilenerek müreffeh ve güçlü Rusya’yı yeniden canlandırma politikasını hayata geçirmiştir.
Rusya Devlet Başkanlığı
koltuğuna ilk kez 7 Mayıs 2000’de oturan Vladimir Putin, Avrasyacılık
politikasının koruyucusu ve uygulayıcısı olarak önemli politik adımlar
atmıştır. Putin’in iktidarı döneminde ani gelişen uluslararası siyaset ve çıkar
çatışmaları, Rusya’nın Orta Asya, Kafkasya, Doğu Avrupa vd. coğrafyalarda
istediği gibi hareket etmesini engellemiştir. Putin, politikasını desteklemek
için eski Sovyet Cumhuriyetlerini içine alan bir Gümrük Birliği hedefi
kapsamında Avrasya Birliği projesine girişmiştir. Putin, 2001 yılı başında eski
Sovyet ulusal marşını tekrar kabul ederek sözlerini yeniletmiştir. Ayrıca
Çarlık Rusya’sı bayrağı devlet bayrağı olarak kabul edilmiştir. Putin aslında
hem Rus Çarlığının hem de Sovyet Rusya’nın mirasını üstlenerek, Büyük Rusya
hayalini yeniden canlandırmaya girişmiştir. Putin’e göre Rusya’nın temel dış
politikası çok kutuplu dünya tezine dayanmaktadır. Putin’in temellerini attığı
Ulusal Güvenlik Doktrini (10 Ocak 2000) ve Rusya Federasyonu Dış Politika
Doktrini (10 Temmuz 2000) göre Rusya, klasik güç dengesi politikasından
vazgeçerek Atlantik İttifakı ve yakın çevre bölge ülkeleriyle ilişkileri
yeniden düzenlemiştir. Buna göre BDT ile ortaklığın ulusal güvenliğin de bir
garantisini oluşturduğu dikkate alınarak uzmanlaşmış bölgesel kuruluşların
önemine değinilmiştir. Yeni Avrasyacılık akımının açık etkilerinin görüldüğü
söz konusu dış politika doktrini Putin tarafından uygulamaya konulmuştur.
Putin siyasal
söylemlerinde, “güçlü devlet”, “vatanseverlik” ve “toplumsal dayanışma” gibi
Rus değerlerini sıkça kullanmaktadır. Aslında bu söylemler Yeni Avrasyacılık
düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Putin birçok resmi konuşmasında Rusya’nın
bir Avrasya ülkesi olduğunun altını çizmektedir. Ayrıca NATO’nun genişleme
stratejisini devreye sokarak Ukrayna, Gürcistan vb. ülkelerle ilişkilerini
artırmıştır. Bir kısım eski Doğu Bloku ülkeleri AB’ye katılmıştır. ABD ve AB’nin
uyguladığı bu politikalar Rusya’yı tedirgin etmiş ve yakın çevresine daha fazla
ilgi göstermesine yol açmıştır. Rusya, ABD ve Batı ile rekabet içinde olduğu
alanları korumak güdüsüyle dış politika önceliklerini belirlemeye başlamıştır.
Yeni Avrasyacılık yaklaşımı kapsamında Putin, eski Sovyet coğrafyası ve yakın
çevre ülkeleriyle ilişkilerini artırmıştır.” (Yılmaz, 2015: 113-116)
Avrasya
Jeopolitiği, Türkiye ve Türk Dünyası
“Kültürel ve etnik bir birlik olarak ifade edilebilecek Türk Dünyası kavramı; kamuoyunda yaygın olarak 11.2 milyon km2’yi aşan büyük bir coğrafi alanı adlandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Bu alan, Adriyatik Denizi kıyılarından başlayıp Çin’in başkenti Pekin’in yakınında yer alan Çin Seddine kadar uzanır. Türk Dünyası şeklinde kavramsallaştırılan coğrafya, Asya ve Avrupa kıtalarının neredeyse merkezi kısmını oluşturmaktadır. Biraz daha detaylandırmak gerekirse batıda Balkanlardan doğuda Büyük Okyanus’a, kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden güneyde Tibet’e kadar olan saha yerkürede Türklerin yoğunlukla yaşadıkları yerler olarak kabul görmektedir. Bu coğrafyada 20 farklı siyasi birim Türklerden teşekkül etmiştir. Bunlardan 7 tanesi bağımsız devlettir. Bu devletler; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan’dır. Diğerleri ise özerk cumhuriyet ve muhtar vilayet olarak adlandırılan siyasi birimlerdir. Bunlar; Başkurdistan, Çuvaş Dağıstan, Gagavuz, Kabarday-Balkar, Karakalpak, Nahçıvan, Saha, Tuva (Yakut), Uygur (DoğuTürkistan) olmak üzere 10 özerk cumhuriyet ve Dağlık Altay, Hakas ve Karaçay-Çerkes olmak üzere 3 muhtar vilayettir.
Sovyetler Birliği’nin
dağılması ise uluslararası sistemin yeniden inşasına sebebiyet teşkil ettiği
gibi Avrasya jeopolitiği bakımından da önemli gelişmeleri beraberinde
getirmiştir. Bu kapsamda öncelikle SSCB bünyesi içerisinde yer alan siyasal
birimler bağımsızlıklarını ilan ederek ulus devlet kimlikleriyle uluslararası
ilişkilerin yeni aktörleri olarak sistemde yer almışlardır. 21. yüzyılda Avrupa
ve ABD’nin petrol ve gaz ihtiyacını karşılamada Avrasya içerisinde yer alan
Hazar bölgesindeki petrol ve doğalgazın ne denli önemli olduğu bu alanda
yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Avrasya jeopolitiğinin geleceğini etkileme
kapasitesi olan potansiyel aktör ve olaylara bakıldığında aktör olarak Amerika
Birleşik Devletleri (ABD), Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti gibi küresel
güç veya adayları ile Türkiye, İran gibi bölgesel güçler ve doğal olarak söz konusu
coğrafyada yer alan devletler ele alınmalıdır. Yeni İpek Yolu olarak da kabul edilen
“Kuşak-Yol” projesi bağlamında ekonomik girişimler ile Avrasya bütünleşmesine
yönelik siyasi ve ekonomik entegrasyon veya işbirliği modelleri yer almaktadır.
Türkiye ve Türk Dünyası’nın diğer aktörleri ise bir yandan Avrasya’nın en önemli coğrafi bölgeleri üzerinde siyasal otorite tesis etmeleri diğer yandan Avrasya jeopolitiği üzerinden çift yönlü etkileşimin aktörü olmaları bakımından önem arz etmektedir. Türkiye ve diğer devletler için Avrasya jeopolitiğine dair yaklaşım ve projeksiyonlar ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından söz konusu olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası sistemde yapısal bir değişiklik meydana getirmiş ve Soğuk Savaş döneminin de sona erdiğini simgelemiş olmakla beraber Avrasya jeopolitiği ve Türk Dünyası açısından da önemli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu süreçte Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlıklarını ilan eden Türk devletleri yeni siyasal birimler olarak Avrasya jeopolitiğinde yer almıştır. Bu noktada gerek Türkiye gerekse Türk Dünyası bağlamında öne çıkan örgüt ya da girişimler ise; Şanghay İşbirliği Örgütü, Türk Keneşi ve “Kuşak-Yol” Projesidir.
Orta Asya Türk Devletleri
bir yandan Rus hegemonyasını kırmak diğer yandan hem Rusya’ya hem Batı’ya hem
de birbirlerine karşı bir denge unsuru ve platformu olarak gördükleri örgüte
üye olmuşlardır. Ayrıca birtakım bölge bazlı dış politika sorunlarının çözümünde
örgütün etkisi olduğu da ifade edilebilir. Türk Keneşi olarak ifade edilen,
resmi adı Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin kuruluş serüveni ise
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında başlamıştır. Türk Dünyası’nın
aktörleri açısından yeniden tanışma ve kavuşma ortamının oluşmasıyla birlikte bahse
konu devletler bir yandan bağımsızlık sonrası ulus-devletlerini inşa etmeye
çalışırken diğer yandan ise birbirileriyle ikili ve çok aktörlü ilişkiler
kurmaya çalışmışlardır. 1992 yılında Türkçe Konuşan Devlet Başkanları
Zirvesi’nin ilki düzenlenmiş ve bu zirveler 2010 yılına kadar sürmüştür. Bu
kapsamda 3 Ekim 2009 tarihinde Nahçıvan Anlaşması ile kurulan Türk Dili Konuşan
Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin, 16 Eylül 2010 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen
son Türk Dili Konuşan Devletler Devlet Başkanları zirvesiyle kuruluşu resmen
ilan edilmiştir. Konseyin üyeleri; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Türkiye’dir. Söz konusu devletlerin ortak platformlarda bir araya gelme
çabaları hem Türk Dünyası’nın bütünleşmesini hem de Avrasya jeopolitiğinin
merkezinde yer alan Türk Dünyası’nın Rusya ve Çin arasındaki sıkışmışlığının
kırılmasını sağlamaktır.
Modern İpek Yolu olarak
adlandırılan Kuşak-Yol Projesi 65 ülkeyi ilgilendirmektedir. Çin’i Orta Asya üzerinden Avrupa’ya bağlayacak
olan projenin 21 milyar dolarlık bir ekonomik alanı kapsadığı ifade
edilmektedir. Projenin ana amacı; kara, deniz ve demir yolları ulaşımında
entegrasyon sağlanarak ulaşım maliyetlerinin düşürülmesidir. Bunun yanında
Asya, Avrupa ve Afrika’da altyapı yatırımları yapılması da amaçlanmaktadır.
Böylece proje ile medeniyetler ve toplumlararası bir etkileşim imkanına
kavuşmak hedeflenmektedir. Bu devasa projenin temelinde ise ABD’nin küresel
hegemonyasına özellikle de ekonomik anlamda meydan okuyan Çin’in Avrasya üzerinden
bir açılımla ekonomik dev olma iddiası yatmaktadır. Proje gerek Türkiye gerekse
Türk Dünyası’nın diğer aktörleri tarafından da desteklenmektedir. Bu desteğin temelinde
ABD merkezli ilişkilerin daha çok aktörlü olması ve buradan hareketle daha
bağımsız yürütülmesi amaçlanmaktadır.” (Erol, 2018: 324-335)
Kaynakça
Yılmaz, Salih. (2015)
Yeni Avrasyacılık ve Rusya, Sosyal Ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi,
Sayı 34, S.114-116
Özder, Adem. (2013)
Avrasya Kavramı ve Önemi, Avrasya İncelemeleri Dergisi (AVİD), Sayı 2, S. 66-73
Sönmez, Sait. (2010) Yeni
Batıcılık ve Yeni Avrasyacılık Akımları Bağlamında Yeltsin Yönetimi’nin Doğu
Batı Politikalarının Analizi, Cilt 3, Sayı 6, S. 78-84
Erol, Mehmet. (2018) Avrasya’nın
Değişen Jeopolitiğinde Türk Dünyası Ve Türkiye: Nasıl Bir Gelecek, TESAM 3.
Sosyal Bilimler Kongresi, S. 324-335
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, TürkAkım doğal gaz boru hattının açılış törenine katılmak üzere Türkiye’ye geldi. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile gerçekleştirdikleri görüşme sonrası iki lider ortak açıklama yayınladı. Açıklamanın başında iki ülkenin karşılıklı saygı temelinde geniş bir yelpazede yapıcı ikili ilişkiler geliştirdikleri ve bugün İstanbul’da açılışını gerçekleştirdikleri TürkAkım Doğalgaz projesinin bu ilişkilerin somut örneği olduğu vurgulandı.
LİBYA Açıklamada İran, Suriye ve Libya özel başlıklar olarak ele alındı. Dikkat çeken nokta Libya başlığı altında her iki liderin 12 Ocak 00.00 itibariyle Libya’da çatışan tarafları ateşkese davet etmesi oldu. Libya’nın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne atıf yapılan açıklamada 2015 tarihli Libya Siyasi anlaşması ve BMGK’nın 2259 sayılı ve ilgili kararlarına dayanılarak Libya’da BM himayesinde kapsamlı bir siyasi sürecin başlamasının önemine ve bunun önceliği olarak ateşkesin sağlanmasına çağrı yapıldı.
İRAN İki liderin ortak açıklamasında İran başlığı altında ABD ile İran arasında artan gerilimin Irak’taki yansımalarından endişe duyulduğu ve ABD’nin İran’lı Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve beraberindekilere 3 Ocak 2020’de gerçekleştirdiği hava operasyonunun bölgedeki güvenlik ve istikrarı olumsuz etkilediği belirtildi. İran’ın ABD üslerine yönelik Irak’ta gerçekleştirdiği balistik füze saldırılarına yönelik ise, hangi taraftan yapılırsa yapılsın saldırıların Ortadoğu’nun karmaşık sorunlarına çözüm üretmeyeceği ve aksine istikrarsızlığı körükleyerek herkesin çıkarına zarar vereceği ifade edildi.
SURİYE Putin ve Erdoğan Suriye konusunda ise ülkenin toprak bütünlüğü, bağımsızlığı ve siyasi birliğine bağlılıklarını sürdürdüklerini, terörizmin her şekliyle mücadele etme kararlılıklarını ve Suriye’deki ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma yönündeki inançlarını koruduklarını belirtti. Bu bağlamda 17 Eylül 2018 ve 22 Ekim 2019 muhtıralarının tüm unsurlarıyla hayata geçmesinin önemine atıf yapıldı. İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde sükunetin, İdlib’le ilgili tüm anlaşmaların bütün unsurlarıyla aktif edilmesinin önemine vurgu yapıldı.
Hırvatistan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci
turunda merkez sağ Hırvat Demokrat Birliği (HDZ) öncülüğündeki ittifakın adayı
mevcut Cumhurbaşkanı Kolinda Grabar Kitarovic ile Sosyal Demokrat
Parti (SDP) öncülüğündeki ittifakın adayı eski Başbakan Zoran
Milanovic yarıştı.
Devlet Seçim Komisyonunun (DIP) açıkladığı resmi olmayan
sonuçlara göre oyların yüzde 98’inin sayımı tamamlandı. Sayılan oyların yüzde
52,7’sini alan Milanovic seçimi kazanmayı garantiledi. Mevcut Cumhurbaşkanı
Kitarovic ise oyların yüzde 47,3’ünü aldı. DIP verilerine göre, seçime katılım
ise yüzde 55 civarında oldu.
Zagreb’te kendisini destekleyen kalabalığa konuşan Milanovic, “Bu az farklı ama adil ve temiz zafer insanlarımıza biraz inanç ve ruh getirdiyse ben mutlu bir adamım ve buna hep birlikte sevinebiliriz” dedi.
Mevcut Cumhurbaşkanı Grabar Kitarovic’in yarışta favori
gözükmesine rağmen Milanovic’in cumhurbaşkanlığını kazanması bu yıl sonunda
yapılacak parlamento seçimleri öncesinde hem Kitarovic’e hem de partisi merkez
sağ Hristiyan Demokratik Birliği’ne (HDZ) bir darbe oldu.
Bu sonuç HDZ lideri ve Başbakan Andrej Plenkovic için de ters bir
zamanda gerçekleşti. Önümüzdeki günlerde Hırvatistan Avrupa Birliği dönem
başkanlığını alacak ve 6 aylık bu dönemde Brexit, Avrupa Birliği iç reformu ve
birliğin önümüzdeki yedi senelik bütçesi gibi zorlu konularda önemli roller
üstlenecek.
Hırvatistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Milanovic aslında politikada yeni bir yüz değil. 2011-2015 döneminde ülkenin en genç başbakanlığı görevini yürüten Milanovic, Sosyal Demokrat kimliğe sahip. Hırvatistan’da cumhurbaşkanı her ne kadar seremonik bir role sahip olsa da dış politika ve silahlı kuvvetler konseyi başkanlığı gibi görevleri Başbakanla paylaşıyor. Milanovic yaptığı açıklamada, “Bu ülkeyi iyi niyetle yöneten herkesle birlikte çalışırım, ben de Başbakanlık pozisyonunda bulundum ve iktidarla ilgili herhangi bir ön yargım yok.” dedi.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin
(SSCB) yıkılıp Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte “tarihin sonu” tezi işlenmiş ve
dünyanın liberal-demokratik değerler çerçevesinde şekilleneceği iddia edilmişti
ancak 2000’li yıllarda başlayan Vladimir Putin’in iktidarıyla birlikte Rusya
uluslararası politikada her geçen gün daha da aktif bir küresel güç olma
konumunu sürdürmüştür. Rusya – Türkiye
ilişkilerinin başlangıcı ise 15. Yüzyıla, Çarlık Rusyası ile Osmanlı Devleti ilişkilerine
kadar götürülebilir derin bir geçmişe sahiptir. Türkiye’nin kurtuluş mücadelesi
sırasında Sovyet Rusya ile kurduğu ilişkiler Soğuk Savaş döneminde Komünizm
tehlikesiyle iki ülkenin farklı bloklarda yer aldığı ve son yıllarda ise
yaşanan uçak düşürme krizine rağmen S-400 anlaşmasıyla neredeyse ittifak
boyutuna ulaşmıştır.
9 Ocak Perşembe günü 18:00-20:00 arasında TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde gerçekleştirilecek fikir atölyemizde Putin dönemi Rusya ve Türkiye ilişkilerini tartışacak, Avrasyacılık fikrini inceleyeceğiz. Bu konulara ilgi duyan herkesi aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyacağız. Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.
Katılım için lütfen linkteki başvuru formunu doldurunuz:
Saıyaer SAILUMU, Rusya Federasyonu Enerji
Politikası (1990-2013) ve Çin – Rusya Enerji İlişkisine Etkisi, T.C. Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Aralık 2014
Fatih AKGÜL, Rusya’nın Putin Dönemi Avrasya
Enerji Politikaları’nın Türkiye – Rusya
İlişkilerine Etkileri, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 2007, Cilt:
3, Sayı: 5, ISSN: 1305-4740, Sayfa Aralığı: 129 – 155
Seval
Şahin,Rusya’nın Yeni-Avrasyacılık İdeolojisi Bağlamında Türk Dış
Politikası,T.C. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans
Tezi,Ağustos 2018,Muğla https://tez.yok.gov.tr/
Abdurrahman
Külünk,Avrasyacılık Düşüncesi ve Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikasına
Etkisi,T.C. Bahçeşehir Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi,İstanbul,2017
“Kıbrıs Adası, 1571’de Osmanlı egemenliğine girmiş 1878’de ise İngilizlerin kontrolüne geçmiştir. 1878’de Osmanlı-Rus savaşı sırasında Türklerin elinden çıkan Kıbrıs Adası, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflayan konumu ve 1. Dünya Savaşı’nın da etkisi ile adadaki Türklerin aleyhine gelişmelere sahne olmuştur. 1950’lerden itibaren Yunanistan’ın da desteği ile adada siyasi olayların yanında terör olayları da çıkarmaya başlamıştır. Rumların Megola İdea ve Enosis hayallerinin yarattığı bu çalkantılı dönemde, özellikle 1960’lı yıllardaki terör olaylarında yüzlerce Türk hayatını kaybederken Türkiye, adadaki Türklerin varlığını korumak için çeşitli defalar müdahalelerde bulunmak zorunda kalmıştır. Yunanlıların Megola İdea ve Enosis çerçevesinde adanın Yunanistan’a dâhil olmasını istemesine karşın Türkler de adanın iki toplumlu ve iki devletli bir yapıya dönüştürülmesini öngören Taksim Tezi’ni ileri sürmüştür. Tarafların isteklerinin örtüşmemesi ve Yunanistan’ın çabalarıyla uluslararası toplumun da desteğini alan Rumların uzlaşmaz ve çatışmacı tutumu nedeniyle adada bir türlü çözüme ulaşılamamıştır. Yunanistan’ın fiili desteğini alan Rumların adadaki silahlı eylemlerini artırması karşısında Türkler de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) çatısı altında örgütlenerek saldırılara karşılık vermeye çalışmıştır. 1960’lardan itibaren adadaki problemin Türkler için tam bir var oluş mücadelesine dönüşmesine bağlı olarak olaylar karşılıklı olarak daha da sertleşmiş, Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş önderliğindeki Kıbrıslı Türklerin çabalarının yetersiz kalması karşısında Türkiye, 1974’te iki ayrı Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek adadaki Türklerin varlığını güvence altına almıştır.
Şekil:1 Doğu Akdeniz Haritası
Türkiye’nin garantörlük
haklarına bağlı olarak Kıbrıs Sorunu’nun doğrudan tarafı olması ve bunun
getirdiği ilişkiler ağı, Yunanistan’ın 1983’te Avrupa Ekonomik Topluluğu
(AET)’na tam üye olması ile birlikte daha fazla tarafın dâhil olduğu ve Türkiye
için yeni zorlukların ortaya çıktığı bir sürecin önünü açmıştır. Türkiye’nin de
daha sonra adı Avrupa Birliği (AB) olarak değişen birliğe üye olmak istemesi,
tam üyelik hakkını elde etmiş olan Yunanistan’ın Kıbrıs Sorunu’nu masaya
sürerek problem çıkarmasına imkân yaratmıştır. Rumların AB üyeliği ile
gerçekleşirken diğer yandan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimi ile
Kıbrıs Müzakereleri’ne devam edilmiştir. Çeşitli müzakere ve düzeltmelerin
ardından 24 Nisan 2004’te adadaki iki tarafta da ayrı ayrı oylamaya sunulan
planı Rumlar reddederken (% 76 hayır oyu) Türkler, önemli toprak kayıplarına
rağmen % 65 evet oyu ile kabul etmişlerdir. Annan Planı, iki kurucu devletten
oluşan bir federasyon öngörmesi bakımından adadaki Türklerin Rumlarla
eşitliğini sağlayan bir özelliğe sahiptir Türkiye, çok konuşulan jeopolitik
konumu nedeniyle birçok sorunla yüz yüze bir ülkedir.” (Orhun, 2017: 37-40)
Doğu
Akdeniz ve Kıbrıs Jeopolitiği
“Doğu Akdeniz’de bulunan Ada, aslında tüm Akdeniz’in jeopolitiğinde yadsınamaz bir stratejik öneme sahiptir. NATO’nun “choke-point” diye adlandırdığı ‘düğüm noktalarından en hayatileri Akdeniz’de yer alır; Cebelitarık Boğazı, Sicilya Kanalı, Türk Boğazları ve Süveyş Kanalı. Bu dar deniz geçitlerini de kullanan ve enerji gereksinimi nedeniyle her geçen gün artan yoğun gemi trafiği, doğal olarak Akdeniz’i stratejik yönden daha da önemli bir duruma getirmiştir. Kıbrıs, Türkiye’nin bölgedeki deniz ve hava sahaları alaka ve menfaatleri için hayatidir. Zira bugün adada ihdas edilen deniz ve hava üsleri vasıtasıyla, Kıbrıs’ın bütün çevresi etki ve kontrol altına alınabilmektedir. Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya’dan sonra üçüncü büyük adası olan Kıbrıs, böylesine önemli, aktif ve stratejik değeri olan bir denizin doğusunda, Doğu Akdeniz’de, gerek deniz, gerek havayollarını kontrol edebilen bir konuma sahiptir. Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yolları üzerinde yer alması, tarihin bilinen ilk devirlerinden itibaren Kıbrıs’ın önem kazanması ve bu önemin sürekli olması neticesini doğurmuştur. Kıbrıs adası tarih boyunca bölgede etkin durumda olan ve Orta Doğu’yu kontrol altında tutmak isteyen başat güçlerin cazibe merkezi olmuştur.” (Keser, Ak, 2018: 95-107)
Deniz
Alanlarının Hukuki Statüsü
“Deniz alanlarının hukuki
bir statüye kavuşturulmasına konusunda atılan ilk somut adım 28 Nisan 1958
tarihinde düzenlenen Cenevre Deniz Hukuku Konferansı’dır. Cenevre’de
gerçekleştirilen I. Deniz Hukuku Konferansı sonucunda, “Karasuları ve Bitişik
Bölge Konvansiyonu”, “Açık Deniz Konvansiyonu”, “Kıta Sahanlığı Konvansiyonu”
ve “Balıkçılık ve Açık Denizlerin Canlı Kaynaklarının Korunmasına Dair
Konvansiyon” kabul edilmiştir. 1973 yılında görüşmeleri başlayan III. Deniz
Hukuku Konferansı 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile sona
ermiştir. Anlaşma, 1994 yılında kabul edilip 1996 yılında yürürlüğe girerek
literatüre “Münhasır Ekonomik Bölge”, “Arkeolojik Bitişik Bölge”, ‘Deniz Hukuku
Mahkemesi’ gibi kavramları getirmiştir.
a) Karasuları: Ortaya
çıkışı itibarıyla yetki alanları içerisinde en eski geçmişe sahip alan
karasularıdır. Gelgit zamanlarındaki en düşük su seviyesinden başlayarak esas
hattan itibaren 6-12 mil arasından kabul edilen genişlikteki sular karasuları
olup devletin ülkesel egemenliği altında bulunan alanlardır. Zaman içerisinde
mesafe olarak değişikliğe uğramakla birlikte 1982 Birleşmiş Milletler Deniz
Hukuku Sözleşmesi ile kesinleştirilmiş olup Sözleşmenin “Karasuları ve Bitişik
Bölge” başlıklı bölümünün 3. maddesinde; “Her devlet karasularının genişliğini
tespit etme hakkına sahiptir; bu genişlik işbu Sözleşmeye göre tespit edilen
esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez.” şeklinde hükme bağlanmıştır.
b) Bitişik Bölge: Karasularının ölçülmeye
başlandığı esas hatlardan itibaren en fazla 24 mil genişliğinde bir alan olan
bitişik bölge karasularının en çok 12 mil genişlikte olması durumunda en fazla
12 mil olarak hesaplanabilecektir. Bir devletin Bitişik Bölge’ye sahip
olabilmesi ilana bağlı bir durumdur. Teamül olarak sadece su tabakası üzerinde
yetkiler veren bitişik bölge ilanı gümrük, maliye, sağlık ve göç konularında
kıyı devlete yetkiler verebilmektedir.
c) Kıta Sahanlığı: Özü
itibarıyla jeolojik bir kavram olan kıta sahanlığı bir kara ülkesinin denizin
altında uzanan doğal parçalarına verilen isimdir. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı
Sözleşmesi’ne göre kıta sahanlığı deniz yüzeyi ile deniz tabanı arasındaki
derinliğin 200 metre olduğu alandır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
nokta, kıta sahanlığının deniz derinliğinin 200 metre olduğu noktaya kadar esas
alınmasıdır. Karasuları veya bitişik bölgedeki gibi esas hat değil deniz
derinliği temel alınmaktadır.
d) Münhasır Ekonomik Bölge: Münhasır Ekonomik Bölge, bir kıyı devletinin karasuları esas çizgisinden başlayarak 200 mile kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır haklar ve yetkiler tanınan denizalanıdır. Buradaki tanımdan yola çıkarak, söz konusu yetki alanının esas çizgiden itibaren en fazla 200 mile kadar uzanabilen ve karasuları bittiği noktadan başlayan bir bölge olduğu yorumuna varılabilir. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, Münhasır Ekonomik Bölgedeki kıyı devletinin hak ve yetkilerini 56. Madde kapsamında düzenleyerek kıyı devletine deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yatağında ve toprak altındaki canlı ve cansız doğal kaynaklar üzerinde araştırma, işletim, muhafaza ve yönetim hakkı vermektedir. Münhasır Ekonomik Bölge konusunda münhasır yetkilerin verildiği bir alandır. Sonuç olarak, kıta sahanlığında hak kendiliğinden var olup egemenlik ilkesinin ayrılmaz bir parçası iken Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ilana dayanan ve kıyı devletine belirli bir derinliğe kadar yetki tanıyan bir alandır.
e) Türkiye’nin Deniz
Yetki Alanları: Türkiye’nin
karasuları genişliği Ege Denizi’nde 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz’de 12 mildir.
Karadeniz’de kıta sahanlığının belirlenmesine dair ilk anlaşma Türkiye ile
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında 23 Haziran 1978’de Moskova’da
imzalanan Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan’ın sonrasında halef olduğu
“Karadeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması” anlaşmasıdır. Daha sonra bu
anlaşmaya yapılan ekler ile kıta sahanlığı sınırının aynı zamanda Birleşmiş
Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi sınırı olarak da kabul edilmesine karar
verilmiştir (Birleşmiş Milletler, 2001: ss. 22-23). Ancak Türkiye, Ege ve de
Akdeniz’de diğer kıyıdaş devletlerle kıta sahanlığı oluşturabilmiş değildir.
Ayrıca Türkiye’nin ne 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ne ne de 1982
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olduğunu belirtmek
gerekmektedir.” ( Peker, Oktay ve Şensoy, 2019: 87-91)
Doğu
Akdeniz’deki Petrol ve Doğalgaz Kaynakları ve Türkiye
“Türkiye’nin Doğu
Akdeniz’de sadece KKTC ile sınırlandırma antlaşması vardır. Bunun dışında
hiçbir devletle bu konuda antlaşması bulunmamaktadır. Yalnız Yunanistan ile dar
sınırlandırma antlaşması yapmıştır ancak bu antlaşma da kıta sahanlığına
ilişkin değildir. Türkiye BMDHS’ye taraf değildir. Yerel mevzuatında da kıta
sahanlığına ve MEB’ine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Karasularının
genişliği ise Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mil, Ege’de 6 mildir. Türkiye,
öncelikle 02.07.1974’te TPAO’ya Rodos adasının güney bölgesinde petrol arama
ruhsatı vermiştir. Bu işlem ile bahsi geçen bölgenin Türkiye’nin karasuları
dışında olmasına karşın kıta sahanlığı içerisinde olduğu mesajı verilmek
istenmiştir.19 Türkiye, 2007 yılında yine TPAO’ya, güneyde Mısır ve Anadolu
kıyıları arasındaki ortay hatta ve 32 16 18 meridyenine dayanan bölgede arama
ruhsatı vermiştir. Bu sayede Türkiye, zımni olarak bahsi geçen bölgede bir kıta
sahanlığı ve MEB ilan etmiştir. Belirtilen parsel, GKRY’nin ilan ettiği
parsellerin bazıları ile de çakışmaktadır. Bu yolla Türkiye, GKRY’nin ilanını
tanımadığını da fiili olarak göstermiştir. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki deniz
yetki alanları sınırlandırılması konusunda oldukça pasif davranmıştır. Bölge
devletlerinin birbirleriyle yapmış olduğu sınırlandırma antlaşmalarına sadece
notalar ile tepki göstermekle yetinmiş, kendisi bir antlaşma yapma teşebbüsünde
bulunmamıştır. Neticede de sadece KKTC ile sınırlandırma antlaşması yapabilmiş
ve bölgedeki tüm denklemlerden soyutlanmış bir ülke konumuna düşmüştür. Petrol-doğalgaz
arama faaliyetlerinin denizlerde çok ciddi maliyetler taşıması, bu işin ancak
ortaklıklar vasıtasıyla yapılabileceğini ortaya koymuştur. Bu tip ortaklıklar
ise ticari amaç taşıyacağından, yatırım bölgelerinde siyasi istikrar da
aramaktadır. Hal böyle olunca KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat sahalarında,
TPAO’nun etkin arama faaliyetlerine girebilmesi için ortaklara ihtiyacı vardır.
Türkiye, tüm bu hususlar
doğrultusunda Doğu Akdeniz’deki haklarını koruyabilmek için şu iddiaları
savunmalıdır:
Sınırlandırmada
anlaşmanın temel ilke olması,
Kıta sahanlı
sınırlandırmasında doğal uzantı esasının temel ilke olması,
Sınırlandırmada eşit
uzaklık kaidesinin mutlak surette uygulanır olmaması,
Adaların özel nitelikte
olması,
Sınırlandırmanın
hakkaniyete uygun olarak yapılması,
Doğu Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olması.” ( Kütükçü ve Kaya, 2016: 92-94)
Şekil 4: Doğu Akdeniz’de
Hidrokarbon Arama Çalışmaları (Anadolu Ajansı)
Doğu
Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları ve Türkiye-Libya Mutabakatının Önemi
“Türkiye ile Libya Ulusal
Mutabakat Hükümeti 27 Kasım 2019’da iki ülkenin uluslararası hukuktan doğan
haklarının muhafazası için “Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının
Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalamıştır. Mutabakat iki
ülkenin Akdeniz’de karşılıklı kıyıları arasında deniz yetki alanları sınırını
belirlemiştir. Türkiye’nin son yıllarda Doğu Akdeniz’deki uluslararası hukuktan
kaynaklı haklarının korunması konusunda hem hukuken hem de fiilen yaptığı
çalışmaların bir sonucu olduğu söylenebilecek bu mutabakat muhtırasına dair
onaylamayı uygun bulma yasası, Aralık 2019’da TBMM’de kabul edilmiş, 6 Aralık
2019’da Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve 7 Aralık 2019’da Resmi Gazete’de
yayımlanarak Türkiye açısından yürürlüğe girmiştir.
Mutabakatın ifadesiyle “Akdeniz’de kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırları” mutabakat metnine eklenmiş bir haritada koordinatlarıyla gösterilmektedir. Söz konusu haritada gösterilen A noktasından B noktasına kadar yaklaşık 30 kilometre uzunluğunda bir sınır belirlenmiştir. Ayrıca mutabakatta “ortay hat” olarak ifade edilen sınırın konumunun belirlenmesinde esas alınan karşılıklı kıyı hatlarının koordinatları da verilmiştir. Türkiye ve Libya’nın deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir mutabakat imzalamalarının siyasi ve hukuki önemli bazı sonuçları da bulunmaktadır.
Şekil 5: Türkiye-Libya
Mutabakatı ve Doğu Akdeniz (SETA)
Yunanistan’ın Ege Denizi’nin
güney ve güneydoğu kesiminde bulunan adalarına ve Meis Adası’na sınırlandırmada
hakkaniyet gereği deniz yetki alanı verilmemesi gerektiğine dair Türkiye’nin
yaklaşımı bu mutabakatla devam ettirilmiş ve bu yaklaşım Libya tarafından da
kabul görmüş durumdadır. Tutarlı ve ısrarlı yaklaşımların hukuki kazanımlara
yol açtığı düşünüldüğünde bu mutabakatın Türkiye açısından ilerleyen süreçlerde
olumlu yansımaları olacağını değerlendirmek gerekir. Mutabakatın
bir başka önemli yansıması ise Türkiye’nin söz konusu bölgede doğal kaynak arama
ve işletme faaliyetlerinin meşru bir zemin kazanmasını sağlamış olmasıdır. Söz
konusu mutabakatla belirlenmiş sınır iki devlet arasında imzalanmış bir
antlaşma olması hasebiyle bu tür faaliyetler için hukuki zemin teşkil
edebilecektir.” (SETA, 2019: S: 7-15)
Kaynakça
Keser, Ulvi ve Ak,
Gökhan. (2018) Kıbrıs Sorunu ve Deniz Hukuku Bağlamında Doğu Akdeniz’de
Yapılması Gerekenler, Kıbrıs Araştırmaları ve İncelemeleri Dergisi, S: 95-107.
Orhun, Fatma. (2017) Doğu
Akdeniz Enerji Kaynaklarının Kıbrıs Sorununa Muhtemel Etkileri, Uluslararası
Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2, S:
37-40.
Peker, Hasan, Oktay,
Kübra ve Şensoy, Yavuz. (2019) Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Ve Enerji
Kaynakları Çerçevesinde Türkiye’nin Enerji Güvenliği, Güvenlik Bilimleri
Dergisi, Cilt:8 Say:1, 85-106.
İNSAMER, (2016) Doğu
Akdeniz Enerji Rekabeti, Araştırma Raporu, S.4
Kütükçü, Mehmet ve Kaya,
İslam. Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’deki Petrol ve
Doğalgaz Kaynakları ile Türkiye’nin Hukuki Durumu, Yaşam Bilimleri Dergisi,
Cilt: 6, Sayı: 2/1, S: 92-94
SETA (2019), Doğu
Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Ve Türkiye-Libya Mutabakatı, Sayı: 101, S:
7-15.
Zengin
enerji kaynaklarına sahip olan Doğu Akdeniz, bölge ülkeleriyle birlikte
dünyanın güçlü devletlerinin de odağında olan bir yerdir ve bu kaynakların
devletler arasında nasıl paylaşılacağı sorusu bölgeyi yeni bir kriz ve mücadele
merkezi haline getirmiştir. Ülkemiz bölgedeki ana aktörlerden olduğundan Doğu
Akdeniz’de yaşanan bütün gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Bu nedenle 23
Aralık Pazartesi günü 18:00-20:00 arasında TUİÇ’in Beşiktaş’taki ofisinde Doğu
Akdeniz meselesi ile ilgili bir fikir atölyesi gerçekleştireceğiz. Bu
toplantımızda bölge devletlerinin benimsediği tutum, yaşanan son gelişmeler,
Türkiye’nin bölgede oynadığı roller ve izlediği politikalar tartışılacaktır.
Uluslararası güncel sorunlarla özellikle de ülkemiz için büyük bir önem taşıyan
Doğu Akdeniz Sorunu ile ilgilenen tüm öğrencileri aramızda görmekten mutluluk
duyacağız.
Fikir atölyemizde aşağıdaki kaynaklardan yararlanılacaktır, bu yüzden ön bilgi amaçlı bu kaynakların gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.