Home Blog

Rusya-Hindistan Stratejik Ortaklığının Arktik Boyutunu Ne Sürüklüyor?

Hindistan’ın Arktik’teki artan etkisi, Çin’in etkisine karşı denge sağlayarak hem Rusya’nın hem de Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyor.

Arktik Okyanusu üzerinden Kuzey Denizi Rotası (NSR) üzerinde faaliyet gösterecek olan Rusya-Hindistan ortak çalışma grubu, geçtiğimiz hafta Delhi’de ilk toplantısını gerçekleştirdi. Bu rota, dünyanın en önemli ticaret yollarından biri olmaya aday olarak gösteriliyor. Söz konusu çalışma grubu, Hindistan Başbakanı Modi’nin yaz aylarında Moskova’ya gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında oluşturuldu. Modi ve Putin, bu ziyarette farklı alanlarda işbirliğini genişletmeye yönelik dokuz anlaşma imzalamıştı. İşte, on yıllardır süregelen bu stratejik ortaklığın Arktik boyutunu şekillendiren temel etkenler:


1. Hindistan’ın Avrupa ile Ticaretinde Kuzey Denizi Rotasını (NSR) Kullanması Bekleniyor

Devam eden İsrail Savaşı, Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) üzerindeki çalışmaları süresiz olarak askıya aldı ve Husilerin Kızıldeniz’i ablukaya almasına neden oldu. Bu durum, Hindistan-Avrupa ticaretinin maliyetlerini artırdı ve bu ticaret yolunun her zaman stratejik olarak güvensiz olduğunu ortaya çıkardı. Bu nedenle Hindistan’ın, Kızıldeniz rotasının yeniden açılmasının ardından daha az riskli bir yol olarak NSR’yi gelecekte daha fazla kullanması bekleniyor.

2. Hindistan Tersaneleri Rus Buzkıranlarını İnşa Edebilecek Kapasiteye Sahip

Maritime Executive’e göre, Rusya’nın Hindistan’dan dört nükleer olmayan buzkıran inşa etmesini istemesinin nedeni, Hindistan tersanelerinin, Çin, Güney Kore ve Japonya’daki rakiplerinin 2028’e kadar sahip olamayacağı kapasiteye sahip olmasıdır. Avrupa tersaneleri ise yaptırımlar nedeniyle bu tür sözleşmeleri yerine getiremiyor. Hindistan’ın önümüzdeki on yıl içinde 1.000’den fazla gemi inşa etme planları var. Bu nedenle, Rusya’nın NSR’yi geliştirmek amacıyla sahip olduğu devasa rupi stoklarının bir kısmını bu sektöre yatırması mantıklı bir adım olarak görülüyor.

3. Hindistan’ın NSR’de Seyir İçin Yeterli Ekstra Denizcileri Var

Geçtiğimiz hafta yapılan toplantıda ayrıca, dünyada sayıca üçüncü sırada olan Hintli denizcilerin NSR’de seyir yapmak üzere eğitilmesi konusu da ele alındı. 2017’de çıkarılan bir Rus yasası, bu rotada petrol, doğal gaz ve kömür taşıyan gemilerin yabancı bayrak altında seyir yapmasını yasaklarken, 2018 yılında çıkarılan bir başka yasa ise bu gemilerin Rusya’da inşa edilmesini zorunlu kıldı. Rusya’nın doğal nüfus azalması göz önüne alındığında, yerel halkın daha fazla Orta Asya göçmeni istememesi nedeniyle, deneyimli Hintli denizciler bu gemileri yönetmek üzere sözleşmeli olarak çalışabilir.

4. Hindistan Belirli Koşullar Altında Rusya’nın Arktik Enerji Sektörüne Yatırım Yapabilir

Çinli bir şirketin yaz aylarında çekildiği Rusya’nın Arktik LNG 2 projesine Hindistan belirli koşullar altında yatırım yapabilir. Hindistan’ın Petrol Bakanı, geçen ay ülkesinin şu anda yaptırımlar nedeniyle bu projeye dahil olmayacağını, ancak Ukrayna çatışmasını sona erdirmede arabuluculuk yapması durumunda bir istisna sağlanabileceğini söyledi. Kiev, bu rolü Çin yerine Hindistan’ın oynamasını tercih ediyor ve Hindistan bunu başarabilirse, Batı Çin’in Arktik’teki etkisini azaltmak amacıyla Hindistan’a ödül verebilir.

5. Hindistan Küresel Etki Dengesinde Vazgeçilmez Bir Rol Oynuyor

Son olarak, Rusya, Hindistan’a olan bağımlılığını aşırı derecede Çin’e kaydırmayı önlemek için güveniyor. Hindistan’a yönelik Batı baskısına rağmen, Batı da Hindistan’ın bu rolünü giderek daha fazla takdir etmeye başlıyor. Batı, Hindistan’ın gizli teknoloji ticaretine tam olarak yaptırım uygulamaktan kaçınmasının nedeni de budur. Arktik’teki Hindistan etkisinin artması, Çin’in etkisine karşı bir denge oluşturarak hem Rusya’nın hem de Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyor.


Rusya-Hindistan işbirliği, belirtilen nedenlerden dolayı Arktik bölgesinde büyük umut vaat ediyor. Ancak, Hindistan Batı yaptırımlarına meydan okumaya isteksiz olduğu sürece Arktik LNG II projesinin tam potansiyeline ulaşamayacaktır. Hindistan’ın küresel etkideki vazgeçilmez rolü göz önüne alındığında, Hindistan ve Batı’nın bu konuda bir muafiyet sağlanması için gizli görüşmelere başlaması ve bu sayede Hindistan’ın Arktik’te Çin ile daha etkili bir şekilde rekabet edebilmesi sağlanabilir.

Türkiye’nin Afrika Açılımı: Uganda ile Yapı Merkezi Arasında İmzalanan Demiryolu Anlaşmasının Stratejik Boyutları

Uganda’nın Türk inşaat firması Yapı Merkezi ile 272 kilometrelik demiryolu hattı inşası için 3 milyar dolarlık bir sözleşme imzalaması, Doğu Afrika’da bölgesel ticareti canlandırma ve ulaşım maliyetlerini düşürme açısından stratejik bir hamle olarak değerlendirilmektedir. Bu proje, Uganda’nın Kenya sınırındaki Malaba’dan başkent Kampala’ya kadar uzanacak ve Kenya’nın Mombasa Limanı’na bağlantı sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Yapı Merkezi’nin bu projede yer alması, Türkiye’nin Afrika ile giderek artan ekonomik ve politik ilişkilerinin önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Türkiye’nin Afrika Açılımı

Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkileri son 20 yılda büyük bir ivme kazanmış ve ticaret hacmi 2000’lerin başından itibaren 5,4 milyar dolardan 41 milyar dolara çıkmıştır (Rogers, 2024). Türkiye, Afrika ile yalnızca ticaret ve yatırım anlamında değil, aynı zamanda kültürel programlar, iş konseyleri ve geniş bir hava ulaşım ağı ile de bağlarını güçlendirmiştir. Özellikle Türk Hava Yolları, kıtadaki 60’tan fazla destinasyona uçuş düzenlemekte ve bu durum Türkiye’nin kıtada yumuşak güç stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir (Rogers, 2024).

Afrika’ya yönelik bu açılım, Türkiye’nin dış politika vizyonunda çok boyutlu bir stratejiyle ilerlediğini göstermektedir. 2005 yılında “Afrika Yılı” ilan eden Türkiye, Afrika Birliği ile stratejik ortaklık anlaşması imzalamış ve kıtada büyükelçilik sayısını artırmıştır. Türkiye’nin Afrika’da izlediği bu politika, ticari ilişkilerden öte, insani yardım projeleri, eğitim faaliyetleri ve kültürel diplomasiyi de kapsayan geniş bir stratejiyle şekillenmiştir. Bu bağlamda Türkiye, özellikle sağlık, altyapı projeleri ve eğitim alanlarında kıtaya önemli katkılar sunmaktadır. Uganda ile imzalanan bu demiryolu anlaşması, Türkiye’nin Afrika’daki kalkınma projelerinde daha aktif bir rol oynamaya başladığını gösteren bir diğer örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yapı Merkezi ve Uganda Projesi

Yapı Merkezi, Tanzanya’da yürütmekte olduğu Darüsselam demiryolu projesi gibi Afrika’da büyük çaplı altyapı projelerinde tecrübeye sahip bir Türk inşaat firmasıdır. Uganda ile imzalanan 272 kilometrelik demiryolu hattı inşası, firmanın bu kıtadaki varlığını daha da güçlendirecektir. Bu proje, Uganda’nın komşu ülkeleriyle olan ticaret bağlantılarını artıracak ve bu hattın Mombasa Limanı’na kadar uzanması, Doğu Afrika’nın önemli ticaret koridorlarından biri haline gelmesini sağlayacaktır (Rogers, 2024). Yılda 25 milyon ton yük taşıma kapasitesine sahip bu hat, Uganda ve Kenya ekonomilerini birbirine daha fazla entegre edecek, aynı zamanda bölgesel ekonomik büyümeyi destekleyecektir (Railway Technology, 2024).

Çin ve Türkiye’nin Afrika’da Rekabeti

Projenin bir diğer önemli boyutu ise, Uganda’nın 2015 yılında Çinli China Harbour firması ile yaptığı anlaşmayı sonlandırması ve Türk firması Yapı Merkezi ile yeni bir sözleşme imzalamasıdır. Uganda, daha önce Çin’in Exim Bankası’ndan finansman sağlama konusunda başarısız görüşmeler yürütmüştü ve bu durum, Çin’in Afrika’daki etkisinin sorgulanmasına neden olmuştur. Türkiye, Afrika’daki Çin hâkimiyetine karşı alternatif bir ortak olarak öne çıkmaktadır. Yapı Merkezi’nin Uganda’da üstlendiği bu proje, Türkiye’nin Çin’in etkisini dengelemeye çalışan Afrika ülkeleri için çekici bir ortak haline geldiğini göstermektedir (Biryabarema, 2024).

Türkiye, bu projelerle yalnızca ekonomik çıkarlar elde etmekle kalmayıp, aynı zamanda kıtadaki stratejik ortaklıklarını da derinleştirerek Afrika’nın ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin Afrika ile geliştirdiği bu çok yönlü ilişkiler, dış politika bağlamında yeni fırsatlar sunmakta ve Türkiye’nin küresel arenada daha etkili bir aktör haline gelmesine katkıda bulunmaktadır.

Uganda ile Yapı Merkezi arasında imzalanan bu demiryolu anlaşması, Türkiye’nin Afrika politikasının ekonomik ve stratejik boyutlarını yansıtan önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Türkiye, Afrika’daki altyapı projelerine daha fazla yatırım yaparak kıtanın kalkınmasına katkıda bulunmakta ve Çin gibi büyük oyuncularla rekabet etmektedir. Yapı Merkezi’nin bu projede yer alması, Türkiye’nin Afrika ile olan ticari ilişkilerinin yanı sıra siyasi ve kültürel bağlarını da güçlendirme çabasının bir parçası olarak görülmelidir. Türkiye’nin Afrika açılımı, kıtanın ekonomik kalkınmasına katkıda bulunurken, aynı zamanda Türkiye’nin küresel politikada yükselen bir aktör olma hedefini de pekiştirmektedir.

Kaynakça:

Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri: Din Adamları ve Avrupa’nın Yahudi ve Müslümanlarının Ortadan Kaldırılması

Bu yazı Şener Aktürk imzasıyla ilk olarak BROADSTREET tarafından 14 Ekim 2024 tarihinde İngilizce olarak yayımlanmıştır.

Orijinaline İngilizce başlığa tıklayarak erişebilirsiniz:

The West’s Troubled Origins: Clerics and the Eradication of Europe’s Jews and Muslims

Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Batı, neden geç ortaçağ döneminden itibaren birçok siyasi ve ekonomik gelişim göstergesinde diğer bölgelerin üzerine çıktı? Son dönem akademik çalışmalar, Batı’nın yükselişinde Katolik Kilisesi’nin rolüne önemli bir vurgu yaptı. Anna Grzymala-Busse, Broadstreet’te ve yakın zamanda yayımlanan bir kitabında “Avrupa devletinin ortaçağ ve dini kökenlerini” ele aldı. Jonathan Doucette ve Jørgen Moller ise, Katolik tarikatları, özellikle Dominikenler gibi grupların kent temsili ve özyönetimin motoru olarak temsilci kurumların kökenindeki rolünü bir kitap ve blog yazısında incelediler. Bruce Bueno de Mesquita, bir makalesinde ve son kitabında, Avrupa kralları ile Katolik Kilisesi arasındaki mücadelenin ve bu mücadelenin Worms Konkordatosu ile çözümünün “Batı’nın doğuşunu” ve diğer medeniyetlerin üzerine çıkmasını nasıl açıkladığını tartıştı. Benzer şekilde, Lisa Blaydes ve Christopher Paik, Avrupa devletlerinin oluşumuna Haçlı Seferleri’nin katkısını ortaya koydular. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Bu akademik tartışmada gözden kaçan önemli bir gelişme var: Batı Avrupa’da Yahudilerin, Müslümanların ve diğer gayrimüslimlerin, toplu sürgünler, katliamlar ve zorla din değiştirme yoluyla ortadan kaldırılması. Uluslararası Güvenlik dergisinde yayımladığım “Masum Değil: Din Adamları, Krallar ve Batı Avrupa’nın Etnodini Arındırılması” başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, günümüz İngiltere, Fransa, Macaristan, İtalya, Portekiz ve İspanya’sına karşılık gelen Batı Avrupa devletlerinde yaşayan büyük Yahudi ve Müslüman toplulukları tamamen yok edilmiştir. Bu gelişmeye yol açan üç temel faktör bulunmaktaydı: 11. yüzyıl sonlarında Gregoryen Reformları ile başlayan papalık liderliğindeki din adamlarının gücünde dramatik bir artış; Yahudilerin ve Müslümanların insan dışı varlıklar olarak tanımlanması ve 13. yüzyılın başlarında kraliyet malı olarak yeniden tanımlanmaları; ve Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Batı Avrupa’nın küçük devletler arasında bölünmesiyle hayatta kalma mücadelesi içindeki şiddetli rekabet. Papalık ve din adamları, krallara gayrimüslimleri ortadan kaldırmaları çağrısında bulunmuş, bazen krallar bu çağrıya uymuştur. Bazı durumlarda (Occitania ve Sicilya), krallar direnmeyi denemiş ancak sonunda uyum sağlamaya zorlanmış ya da itaatkâr haleflerle değiştirilmiştir. Diğer durumlarda (Portekiz ve İspanya), krallar gayrimüslimleri ortadan kaldırmış ve en Hristiyan-Katolik hükümdarlar olarak papalık nezdinde ayrıcalıklar kazanmak için diğer Katolik krallarla yarışmışlardır. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Dini Homojenleşmenin Üç Senaryosu
Uyum
  1. Papalık ve din adamları krala gayrimüslimleri ortadan kaldırması çağrısında bulunur.
  2. Kral bu çağrıya uyar ve gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
Direniş
  1. Papalık ve din adamları krala gayrimüslimleri ortadan kaldırması çağrısında bulunur.
  2. Kral direnir ve gayrimüslimleri ortadan kaldırmayı reddeder.
  3. Papalık ve din adamları, direnen kralı aforoz (excommunication), yasaklama (interdict) veya Haçlı Seferi ile cezalandırır.
  4. Kral uyum sağlar ve gayrimüslimleri ortadan kaldırır YA DA kral tahttan indirilir; Haçlılar veya papalık tarafından desteklenen yeni kral gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
Açık Artırma / Tanınma
  1. Kral, Katolik dindarlığını kanıtlamak için gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
  2. Kral, papadan tanınma ve rakip krallara karşı destek arar.

 

Makalenin katkısı, etnik temizlik, soykırım ve demografik mühendisliğin supranasyonal, dini ve ortaçağdaki kökenlerini açıklamakta yatıyor. Bu, genellikle modern zamanlarda seküler motivasyonlara sahip milliyetçi aktörlere atfedilen bu olgulara farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu blog yazısında, argümanımın ve bulgularımın tarihsel miraslar üzerine çalışan akademisyenler için üç diğer tematik alana yönelik etkilerini keşfetmeye ve genişletmeye çalışıyorum: demokrasinin kökenleri, Batı sekülerizminin oluşumu ve kimlik ve idari kapasiteyle ilişkili olarak toplumsal okunabilirliğin artışı. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Katolik Hristiyanlar İçin Temsilci Kurumlar ve Öz Yönetim

Ortaçağ İspanyası ve Sicilya’da yüzyıllar boyunca Müslümanlar demografik çoğunluğu oluşturuyordu. İspanya, Ortaçağ’ın en büyük Yahudi nüfusuna ev sahipliği yaparken, Fransa’da Yahudiler en büyük gayrimüslim topluluğu ve Ortaçağ İngiltere’sindeki tek gayrimüslim topluluktu. Ayrıca, Ortaçağ Macaristan ve Portekiz’inde de Yahudi ve Müslüman azınlıklar bulunuyordu. Zamanla, bu devletlerdeki tüm Yahudi ve Müslüman topluluklar yok oldu. 13. yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere’deki tüm Yahudiler ve Macaristan ile İtalya’daki tüm Müslümanlar ortadan kaldırılmıştı. Batı Avrupa’nın son Yahudi ve Müslüman toplulukları ise sırasıyla 1492 ve 1526 yıllarında İspanya’dan sürgün edilerek bu Batı Avrupa devletlerini tamamen Katolik Hristiyan hale getirdi. Bu gelişme, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı; çünkü daha önce hiçbir bölge böyle homojen bir dini demografiye ulaşmamıştı.

Temsilci kurumların ilk olarak Ortaçağ Avrupa’sında, tam da Yahudi ve Müslümanların şiddetle ortadan kaldırıldığı dönemlerde ve yerlerde ortaya çıkmış olması bir tesadüf mü? Ön analizlerim bunun bir tesadüf olmadığını gösteriyor. “Masum Değil” adlı makalemde (s. 105), “1215’teki İngiltere Magna Carta’sının Yahudileri hedef alan maddeler içerdiğini, 1222 tarihli Altın Ferman ve 1233 tarihli Bereg Yemini’nin ise Macaristan’da Yahudileri ve Müslümanları hedef aldığını” eleştirel bir şekilde belirtiyorum. Yürütme gücünü sınırlama konusunda önemli başarılar olarak kabul edilen bu belgeler, aynı zamanda açıkça Yahudi ve Müslüman karşıtıydı. Dahası, bu durum Katolik Batı Avrupa’da geniş çapta görülen bir modeldi; çünkü yürütme otoritesini sınırlamayı amaçlayan birçok krallık karşıtı hareket, kraliyet odasının serfleri (servi regie camerae) olarak tanımlanan Yahudi ve Müslümanları aynı anda hedef alıyordu. Batı Avrupa’daki önemli bir diğer devlet olan Fransa’da ise Yahudiler, Stefan Stantchev’in Spiritual Rationality (s. 10) adlı eserinde belirttiği gibi, “bizzat kralın bir vekili olarak saldırıya uğradılar.” Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Jonathan Doucette ve Jorgen Moller, Cluni tarikatını ve Dominikenleri; Anna Grzymala-Busse ise genel olarak Katolik din adamlarını, ortaçağ Avrupa’sında parlamentolar ve kendi kendini yöneten şehirler gibi en erken temsilci kurumları inşa ederek demokratik gelişime önemli katkı sağlayan aktörler olarak tanımlamışlardır. Lisa Blaydes ve Christopher Paik ise Haçlıları Avrupa’da devlet oluşumu ve siyasi gelişime önemli katkı sağlayan unsurlar olarak belirlemiştir. Bu çalışmaları tamamlayıcı nitelikte olarak, Cluni tarikatı mensuplarının, Haçlıların, Dominikenlerin ve genel olarak papalık-din adamları çevresinin, Yahudilerin ve Müslümanların Batı Avrupa’da ortadan kaldırılmasında doğrudan rol oynadığını ve aynı zamanda sadece Katolik Hristiyan bir “demos” için temsilci kurumlar inşa ettiklerini ortaya koyuyorum.

Batı’daki Sadece Hristiyanlara Ait Ortamda Sekülerliğin Oluşumu

Batı Avrupa’daki tüm Müslüman ve Yahudilerin ortadan kaldırılması, sekülerizmin kökenleri ve çeşitleri açısından önemli çıkarımlara sahiptir. Talal Asad, Formations of the Secular adlı eserinde, “Azınlık kavramı belirli bir Hristiyan tarihinden, yani Reform’dan hemen sonra kurulan yerleşik Kilise ile erken modern devlet arasındaki bağın çözülmesinden kaynaklanmaktadır” diye savunur (s. 174). Ben, Katolik Kilisesi ile Ortaçağ devletleri arasında çok daha önce ve merkezi bir “bağ” üzerine odaklanıyorum: Batı Avrupa’da 13. yüzyılda zirveye ulaşan kıtasal etnodini temizlik yoluyla dini mezhepsel (yani Katolik) bir tekel oluşturulmuştur ve bu durum, Protestan Reformu’nun başlamasından çok önce, dolayısıyla “mezhep devleti” kavramından birkaç yüzyıl önce gerçekleşmiştir. Ortaçağlara kadar uzanan bu uzun dini-mezhepsel homojenlik tarihi, Avrupa kimliğinin “birden fazla yaşam biçiminin (sadece kimliklerin değil) gelişmesine” izin verecek şekilde tanımlanmasının neden bu kadar zor olduğunu da açıklar (Asad, s. 180). Yahudiler ve Müslümanlar, kendi yasaları, ritüelleri, diyetleri ve “yaşam biçimleri” ile birlikte, geç Ortaçağ’da Batı Avrupa’dan yok edilmiş ve yüzyıllar boyunca geri dönmemişlerdir (Müslümanlar için bu, 20. yüzyıla kadar sürmüştür).

Bu bağlamda önemli olan nokta, Charles Taylor’ın çığır açıcı kitabı A Secular Age‘de 1500 yılını, dini bir çağı modern seküler çağla karşılaştırmak için referans noktası olarak almasıdır. 1500 yılı, neredeyse tam olarak Batı Avrupa’dan son Yahudi (İspanyol Yahudileri, 1492) ve Müslüman nüfusların (Aragon Müslümanları, 1526) sürgün edildiği tarihe denk gelir ve böylece bölgeyi, en azından görünüşte ve kamusal alanda, tamamen Katolik Hristiyan yapar. Taylor’ın Batı anlatısında (ve birçok başkalarının benzer anlatılarında) varsayılan dindarlık, Roma Katolikliğidir. Bu durum, Zeynep Bulutgil’in The Origins of Secular Institutions (Seküler Kurumların Kökenleri) gibi sekülerizm üzerine önemli çalışmaların “tarihsel dayanağı” için de geçerlidir. Benim papalık-din adamlarının Ortaçağ Batı Avrupa’sında “kral yapıcılar” olarak hanedanları tahttan indirme ve yerlerine yenilerini getirme rolüne dayalı argümanım, neden “dinden özgürlük” anlayışını “din özgürlüğü” anlayışının önüne koyan, en radikal din karşıtı sekülerizm biçimlerinin tarihsel olarak Katolik devletlerde, örneğin Fransa’da geliştiğini açıklamaya yardımcı olabilir. Dini otoriteler, Katolik olmayan hanedanlar tarafından yönetilen bölgelerde, örneğin Babür Hindistan’ında veya Osmanlı İmparatorluğu’nda, “kral yapıcı” rolü üstlenmemiştir. Bu, Katolik mirasa sahip dünyayla Katolik mirasa sahip olmayan dünya arasındaki büyük ayrımı oluşturur ve bu ayrım büyük ölçüde Batı ile Batı dışı dünya ayrımıyla örtüşmektedir.

Katolik Din Adamları Gibi Görmek: Sadece Katolik Devletlerde Okunabilirliği Maksimize Etmek

James Scott’un Seeing Like a State adlı eserinde kavramsallaştırdığı ve popülerleştirdiği gibi, modern devlet gelişiminin anahtar özelliklerinden biri, yönetilen nüfus hakkında artan bilgi, yani “okunabilirlik”tir. Toplumların daha okunabilir hale getirilmesi, devlet kapasitesini artırır, ancak azınlıklar genellikle okunabilirliği maksimize etmede önemli bir zorluk teşkil eder. Volha Charnysh, World Politics dergisindeki bir makalesinde ve Broadstreet’teki iki yazısında, Rus Çarlığı’nın “daha büyük bir Müslüman nüfusa sahip bölgelerde çok daha düşük bilgi ve mali kapasiteye” sahip olduğunu, bunun da 1891/1892 kıtlığı sırasında Müslümanlar arasında çok daha düşük kıtlık yardımı ve çok daha yüksek ölüm oranlarına yol açtığını göstermiştir. Makalemde de belirttiğim gibi, demografik mühendislik 19. ve 20. yüzyıl Avrupa’sında da gerçekleşmiştir, ancak kökleri 13. yüzyıla kadar uzanır. Kıtalar arası boyutlarda demografik mühendislikle ilgilenen ilk büyük aktör, papalık liderliğindeki Katolik din adamlarıydı. Yahudileri, Müslümanları ve diğer gayrimüslim azınlıkları ortadan kaldırarak, Katolik devletlerde okunabilirliği ve devlet kapasitesini artırdılar, her ne kadar bu onların birincil hedefi olmasa da. Daha da ilginç olan, bu tür bir dini-mezhepsel homojenliğin, kralların niyeti ya da tercih edilen sonucu olmamasıydı, zira Yahudiler ve Müslümanlar, kraliyet odasının serfleri olarak krallara ait varlıklar olarak görülüyor ve sıklıkla papalık-din adamlarına karşı krallarla ittifak halindeydiler.

“Avrupa ve Amerika’da Dışlama Politikalarının Karşılaştırmalı Analizi” adlı çalışmamda, Yahudi ve Müslümanların zulme uğramasının “Reform’dan önceye, 1215 yılında Papa III. Innocentius’un düzenlediği Dördüncü Lateran Konsili’ne kadar uzandığını” savundum. Peki neden 1215? Not So Innocent adlı çalışmam, Papa III. Innocentius’a atıfta bulunarak bu sorunun cevabını veriyor. Tarihsel olarak bu dönemdeki büyük artışlar, okunabilirlik ve zulümle el ele gitmiştir. R. I. Moore’un ünlü bir şekilde Ortaçağ Avrupa’sında Zulmeden Bir Toplumun Oluşumu olarak tanımladığı olay, Katolik din adamlarının yönetiminde devrim niteliğinde bir “okunabilirlik” ve idari kapasite artışı içeriyordu ve modernitenin totaliter deneyimlerinin habercisi niteliğindeydi. Katolik din adamları ile krallar arasındaki yüzyıllarca süren güç mücadeleleri, Bruce Bueno de Mesquita’nın önerdiği gibi, “Batı’nın Doğuşu”ndan başka bir şeyle sonuçlanmadı. Bu doğumun şiddetli olduğu genellikle kabul edilir, ancak bu şiddet sadece devletler arası çatışmalar ya da Protestan Reformu sonrasındaki Hristiyan içi şiddetle sınırlı değildi. Bellicist teorisyenlerinin öne sürdüğü gibi, 19. ve 20. yüzyıl devlet ve ulus inşa sürecindeki devletler arası savaşlarla da sınırlı değildi. Batı’nın doğuşu, aynı zamanda büyük gayrimüslim toplulukları ortadan kaldıran kıtasal bir etnodini temizlik içeriyordu ve Batı Avrupa’yı dünyanın en dini açıdan homojen ve okunabilir bölgesi haline getirdi. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

 

Sırbistan’ın İsrail’e Silah Satışı 2024 yılında 23 Milyon Euroyu Aştı

Bu yazı ilk olarak Sasa Dragojlo ve Avi Scharf imzasıyla 2 Eylül 2024 tarihinde Serbian Arms Sales to Israel Top 23 Million Euros in 2024 başlığıyla Balkan Insight’ta yayımlandı.

Sırbistan Silah Satışı: 2024 Yılında İsrail 24 Milyon Euro’luk Alım Yaptı

Sırbistan’ın devlete ait olan ana silah tüccarı, Temmuz ayında İsrail’e yedi milyon eurodan fazla silah ve/veya mühimmat ihraç etti. Bu, Balkan ülkesinin, Gazze’deki Filistinli sivillere karşı işlendiği iddia edilen savaş suçlarına yönelik endişeleri görmezden gelmeye devam ettiği bir dönemde, Belgrad’dan Beersheba yakınlarındaki bir hava üssüne beş İsrail askeri uçuşunun gerçekleşmesiyle aynı zamana denk geldi.

Sırp iş verilerini derleyen bir web sitesinden alınan gümrük verilerine göre, Yugoimport-SDPR Temmuz ayında İsrail’e toplamda 7,3 milyon euro değerinde silah ve/veya mühimmat ihraç etti. Bu, 2024 yılında İsrail’e yapılan Sırp silah ve mühimmat ihracatının toplam değerini 23,1 milyon euroya çıkardı. Sırbistan Silah Satışı

Bu ihracatlar, geçen yılın Ekim ayında Hamas tarafından düzenlenen ölümcül bir saldırıya yanıt olarak Gazze’de devam eden İsrail askeri operasyonları sırasında gerçekleşti. Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, 40.000’den fazla Filistinli öldü ve 90.000’den fazlası yaralandı. İsrail ayrıca Lübnan’daki Hizbullah ile devam eden bir çatışmada yer alıyor ve bu da silah ihtiyacını daha da artırıyor.

Temmuz ayındaki sevkiyatlar, BIRN ve Haaretz tarafından Belgrad Nikola Tesla havaalanından İsrail’in Negev Çölü’nde, Beersheba’nın güneydoğusunda bulunan Nevatim hava üssüne yapılan beş İsrail askeri uçuşuyla aynı zamana denk geldi. BIRN ve Haaretz daha önce bu yıl içinde açık kaynaklı uçuş takip siteleri aracılığıyla iki şehir arasında gerçekleşen altı İsrail askeri uçuşunu tespit etmişti.

Aralık 2023’ten bu yana Belgrad ve güneydeki Nis şehrinden İsrail’e en az 15 uçuş gerçekleştirildi. Bu durum, Sırbistan’ı Nevatim hava üssüne inen silah uçuşlarının yapıldığı ülkeler arasında üst sıralara yerleştiriyor. Bu hesaplama, Haaretz tarafından son on ay içinde toplanan açık kaynaklı verilere dayanıyor. Dünya çapındaki ABD üslerinden yapılan uçuşlar ise ilk sırada yer alıyor. Sırbistan Silah Satışı

15 Ağustos’ta, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Turk, Gazze’deki durum hakkında şunları söyledi: “Bu akıl almaz durum, büyük ölçüde İsrail Savunma Kuvvetlerinin savaş kurallarına uymadaki tekrar eden başarısızlıklarından kaynaklanmaktadır.”

“Son 10 ayda Gazze’de günde ortalama yaklaşık 130 kişi öldürüldü. İsrail ordusunun evleri, hastaneleri, okulları ve ibadet yerlerini yok etme ölçeği son derece dehşet verici.”

Grafikte, 2024 yılında Sırbistan’ın İsrail’e yaptığı silah ihracatını gösteren veriler yer almakta. Aylara göre veriler şu şekildedir:

  • Şubat: 510.000 Euro
  • Mart: 14.089.081 Euro
  • Mayıs: 1.170.000 Euro
  • Temmuz: 7.328.500 Euro
  • Toplam: 23.097.581 Euro

Grafikte Mart ve Temmuz aylarındaki ihracatın özellikle dikkat çekici şekilde arttığı görülüyor. Mart, en yüksek ihracat yapılan ay olarak öne çıkıyor ve toplamda 2024 yılı için İsrail’e yapılan silah ihracatı 23 milyon Euro’yu aşmış durumda.

Savaş Suçu Endişeleri

Temmuz ayında gerçekleştirilen beş uçuş iki gün içerisinde gerçekleşti. İlk iki uçuş, 21 Temmuz’da Belgrad’dan Nevatim hava üssüne İsrail hava kuvvetleri adına uçan bir İsrail kargo uçağı tarafından yapıldı; ertesi gün ise seri numaraları 545, 663 ve 667 olan üç farklı İsrail Lockheed C130 uçağı Belgrad’a indi ve hızla Nevatim’e geri döndü. Sırbistan Silah Satışı

BIRN ve Haaretz, Ağustos ayında üç uçuş daha tespit etti: İlki 1 Ağustos’ta, seri numarası 272 olan bir İsrail Hava Kuvvetleri Boeing 707 uçağı tarafından Nis’ten Nevatim’e yapılan uçuş, ikincisi ise 20 Ağustos’ta iki uçuş şeklinde gerçekleşti. Ancak bu gazeteciler, bu uçuşlara karşılık gelen silah ve/veya mühimmat ihracat verilerini tespit edemediler.

Bu yıl İsrail’e yapılan tüm Sırp silah satışları, Birleşmiş Milletler’in en yüksek mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nın, 26 Ocak’ta İsrail’e Filistinlilere karşı soykırım teşvik eden ya da işleyen eylemlerden kaçınması gerektiği yönünde verdiği karar sonrasında gerçekleşti. Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı bir soykırım davasına yanıt olarak verilen bu kararla ilgili nihai hükmün çıkması yıllar alabilir.

5 Nisan’da Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, “uluslararası insancıl hukukun ve insan hakları ihlallerinin ve kötüye kullanımlarının daha fazla ihlal edilmesini önlemek için İsrail’e silah, mühimmat ve diğer askeri teçhizatın satışının, transferinin ve saptırılmasının durdurulması” çağrısını destekledi.

20 Mayıs’ta ise Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde başsavcı, İsrail Başbakanı Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’a karşı savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar iddiasıyla tutuklama emirleri çıkarılması için başvuruda bulundu.

En son olarak, 20 Haziran’da BM uzmanları, devletlere ve şirketlere İsrail’e silah ve mühimmat transferlerini durdurmaları çağrısında bulundu; bu transferlerin “uluslararası insancıl hukukun ciddi ihlallerini oluşturabileceğini ve uluslararası suçlara – muhtemelen soykırım da dahil – devletin suç ortaklığı riskini doğurabileceğini” söylediler. Sırbistan Silah Satışı

Tüm bu gelişmelere rağmen, ertesi ay Sırbistan, İsrail’e 7,3 milyon euro değerinde ölümcül silah gönderdi.

Sırp Bakan BIRN Bulgularına Yorum Yapmaktan Kaçındı

Sırbistan hükümeti, sevkiyatların içeriği hakkında henüz bir açıklama yapmadı ve 8 Mart’ta Sırbistan Ticaret Bakanlığı, BIRN’in ihracat izinlerinin ne zaman verildiğini ve hangi tür silahların teslim edildiğini açıklamasını isteyen Bilgi Edinme Özgürlüğü talebini “gizli bilgi” olarak nitelendirerek reddetti.

Ağustos ayında Jerusalem Post gazetesine verdiği bir röportajda, Sırbistan Dışişleri Bakanı Marko Djuric, BIRN’in bulguları ve silah sevkiyatlarının resmi devlet politikası olup olmadığı konusunda yorum yapmayı reddetti.

Djuric, “Sırbistan her zaman şiddetin sona ermesini, insan acılarının son bulmasını ve tarafların karşılıklı anlaşmaya vardığı barışçıl, müzakere edilmiş bir çözümü destekleyecektir.” şeklinde konuştu.

ABD, onlarca yıldır İsrail’in en büyük silah tedarikçisi olmuştur. Çatışmalar ve silah ticaretini inceleyen Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) 2023 raporuna göre, İsrail’in silah satın almalarının %69’u Amerikan şirketlerinden, %30’u Alman şirketlerinden ve %0,9’u İtalyan şirketlerinden gelmektedir.

Ancak yüksek sayıda sivil can kaybı ve yerinden edilen insan sayısı, bu tür silah ihracatlarını giderek daha tartışmalı hale getirmiştir.

Haziran ayında Reuters, Britanya’nın Gazze’deki savaşın başlamasından sonra İsrail’e yönelik silah ihracat lisans onaylarının keskin bir şekilde düştüğünü ve 13 yılın en düşük seviyesine indiğini bildirdi. İtalya, Kanada ve Hollanda gibi bazı ülkeler ise silahların nasıl kullanılabileceği konusundaki endişeler nedeniyle İsrail’e silah ihracatına kısıtlamalar getirmiştir. Sırbistan Silah Satışı

Ağustos ayında BBC, Britanya Dışişleri Bakanlığı’nda terörle mücadele alanında çalışan Mark Smith’in İsrail’e yapılan silah satışlarına tepki olarak istifa ettiğini ve Birleşik Krallık hükümetinin “savaş suçlarına ortak olabileceğini” ifade ettiğini bildirdi.

Bu yazı ilk olarak Sasa Dragojlo ve Avi Scharf imzasıyla 2 Eylül 2024 tarihinde Balkan Insight’ta yayımlandı.

 

Avrupanın Enerji Güvenliğinin Sağlanmasında Türkiye’nin Katkısı

Avrupanın Enerji Güvenliği

Bugün her kesim tarafından kabul edilen bir gerçeklik var ki o da ülkelerin ekonomik, siyasi istikrarı ve geleceğinin garanti altına alınmasında Enerji ve Enerji güvenliği iki önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Enerji her alanda sosyal ve bireysel yaşam açısından tartışmasız var olması zorunlu bir gerekliliktir. Enerji aynı zamanda birçok ülke için önemli bir gelir kaynağı olduğu gibi, dünyada yaşanan bazı istikrarsızlık ve çatışmalarında ana kaynağı konumundadır. Günümüz itibariyle jeopolitik ve jeostratejik krizlerin çok yönlü boyuta ulaştığı süreçte, enerji bağımsızlığı veya yetersizliği özgürlüklerimizi ve bölgesel demokrasileri etkisi altına almaktadır.  

Çok basit şekliyle 54 ülkeden oluşan Afrika kıtasını, diğer kıtalardan ayıran, kıtanın geri kalmışlığı, arzu edilen istikrar düzeyinin sağlanamamasının temel nedenlerinden birisi de Afrika’da çok yüksek enerji üretim potansiyeline rağmen, halen bugün kıtanın % 60’ının insani düzeyde asgari yaşam için gerekli olan elektrik enerjisinden mahrum olmasıdır.

Özellikle tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 krizinin yanı sıra, 24 Şubat 2022 de Rusya’nın Ukrayna’yı, bilahare İsrail’in Gazze’yi işgal ederek bölgede ortaya çıkardığı saldırgan tutum sadece bölgedeki ülkeleri tehdit etmekle sınırlı kalmayıp, bu süreçte birçok coğrafyayı da etkisi altına alması yüksek olasılıktır. Öyle ki, Avrupa’da bunun ilk işaretleri yavaş yavaş tezahür etmeye başlamıştır. Batıda, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde medeni yaşam için hayatın olmaz ise olmazı haline dönüşen “enerji güvenliği” şimdilerde ciddi gündem konusu olmuştur.

Avrupa’nın önemli siyasi gazetelerinden Le Monde gazetesi, Fransa’nın seçkin Eğitim Kurumlarından Ecole Normal Superior, ENS ile ortaklaşa hazırladığı “Enerji Gecesi 2024” programın ana temasını tamamen “Enerji Güvenliği” oluşturmuştur. İşlenen konular ve içeriğine bakıldığında; enerjiye olan ihtiyacımızın her geçen gün artarak devam ettiği, bu durumun enerji talebine ilgi ve yoğunluğu artırdığı ancak, kaynakta enerji temini yönünde aksi bir yaklaşımla enerji teminindeki güçlük ve zorlukların her geçen gün artarak devam ettiği, vurgulanmıştır.

1970’li yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan petrol krizi, Enerji Güvenliği kavramının gündemde özel yer edinmesini sağlamıştır. Süreçte bir yanda enerji kaynaklarını kontrol eden ülkelerin varlığı, karşılığında ise enerji ihtiyacı artış gösteren veya enerjiden yoksun ülkelerin asimetrik bir yapının ortaya çıkmasına neden olduğu gözlenmiştir. Petrol üreten ülkeler petrol fiyatlarını kendi beklentileri doğrultusunda bir tehdit unsuru olarak kullanmaya, üretimi kısarak kontrol etme gayretleri sonucu büyüyen kriz gelişmiş ülkeler için büyük bir şok oluşturmuş, birçok ekonomik olumsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Günümüzde özellikle çevreyi koruma yaklaşımı ve petrol bunalımının devam edeceği öngörüleri batıda birçok ülkeyi ve ABD’yi tekrar nükleer enerjiye dönmeye zorlamıştır.  Ancak AB’nin nükleer elektrikten aşamalı olarak vazgeçme kararı, enerji güvenliğinin yeniden daha büyük bir sorun olmasına neden olmuştur. Nükleer elektrik enerjisi konusunda uzman seviyeye ulaşmış Fransa’da; INSEE Araştırma Enstitüsünün ortaya koyduğu bir çalışmaya göre; 2022 yılında Fransa’da enerji bağımsızlığı oranı %50,6 ya düşmüş, nükleer enerji üretimi için Uranyum bağımlılığı ise ayrı bir sorun olarak gündem oluşturmuştur. Bu durum en büyük Uranyum kaynağı olan Afrika anlayışını yeniden değerlendirme ve farklı stratejiler geliştirilmesine de neden olmuştur.Enerji bağımlığını azaltmak ve istikrar sağlamak üzere petrolün yanı sıra doğal gaz ithalatı hızlı bir şekilde gündeme gelmiş, ancak 2022’de Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesi enerji tedariki konusu tüm Avrupa’da yeniden paniğe neden olmuştur.

Bu defa ayrı bir alternatif olarak, Nijerya doğal gazının “Gazoduk” projesi çerçevesinde, yıllık 33 Milyar M3 doğal gazın Nijerya’dan 13 ülke ve nihayetinde Fas üzerinden yaklaşık 30 milyar avroluk bir yatırımla Avrupa’ya ulaştırılması konu edinilmiş, ancak tasarlanan proje üzerindeki ilgili ülkelerin mevcut yapısı ve birbirleri ile olan sorunlu ilişkileri nedeniyle gündemdeki projenin ele alınan hevesle devamını sağlayamamıştır. Avrupanın Enerji Güvenliği

Bir çözüm alternatifi olarak LNG yani sıvılaştırılmış doğal gaz sektörü hızla gelişmeye başmış, daha önce petrol ile gündemde olan Körfez ülkeleri Katar, Birleşik Arap Emirlikleri vb bu defa LNG tedariki için yeniden gündeme oturmuştur. Avrupa bugün ihtiyacının bir bölümünü bu suretle karşılamaktadır. Ancak enerji istikrar ve devamlılığı konusundaki tereddütler ise halen giderilememiştir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Enerji yeterliliği açısından gündemdeki sorunları, iklimin üretim ve nakliye üzerindeki olumsuz etkileri, (örneğin fırtınalar nedeniyle elektrik dolaşımının sekteye uğraması, en canlı örneği ABD,) ayrıca nükleer veya kömürle çalışan enerji santrallerini soğutmak için suya duyulan ihtiyaca rağmen su kaynaklarının giderek daralması, kuraklık önemli konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Nihai olarak ise, gündemdeki jeopolitik risklerin her geçen gün sayı ve etkilerinin artması önemli riskler olarak sıralanabilir. Tüm bu hususları enerji tedarikini, bir başka ifade ile de sağlıklı yaşam güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak görmek mümkündür.

Karşı karşıya kalınan enerji yeterlilik darboğazını aşmakta fosil ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kombine kullanımı gündeme gelmiş ise de üretilen elektriğin depolanması ayrı kısıtlayıcı sorun olarak öne çıkmıştır. Nükleer enerjiye geri dönüş arzularıysa hem büyük çaplı yatırım hem de uzun zaman gerektirmesi nedeniyle, nükleer enerji temininin de kolay bir çözüm olmadığını ortaya koymuştur. Enerji ihtiyacı içerisindeki batılı ülkelerin bir kısmı petrol ve gaz ihraç eden bazı ülke rejimlerini otoriter olarak değerlendirdiğinden ilişkilerini temkinli yürütürken, gelecek ve istikrar riskini akılda tutmaktadır. Bu yaklaşımda enerji güvenliği konusundaki endişeleri gidermeye engel olmaktadır.

Avrupa’da enerji güvenliğini özellikle yenilenebilir enerji açısından sıkıntıya sokan bir diğer husus ise, rüzgâr türbinleri, güneş çiftlikleri veya benzeri yenilenebilir enerji projelerinin geleceğidir. Doğa, çevre, arazi ve tabiat ile canlı varlıkların özellikle tabiatın önemli bir unsuru göçmen kuşların korunabilmesi bakımından ortaya çıkan endişeler henüz giderilebilmiş değildir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Enerji güvenliği konusunda ortaya çıkan tüm bu endişeler, Türkiye’yi tekrar çözüm geliştirici ülke olarak ön plana çıkarmaktadır. Medeniyet ve kültürlere köprü konumundaki ülkemizin coğrafi köprü konumu aynı zamanda bir enerji koridoru ve bir enerji Hub’ı olmasına da büyük imkan sağlamaktadır. Türkiye’nin Sn. Cumhurbaşkanımızın yeni “Türkiye Vizyonu” anlayışı kapsamında bu konuya atfettiği özel önem çerçevesinde alt yapı yatırımları, LNG depolama kapasitesi, enerji koridorları üzerindeki gelişmiş boru hatları, enerji akım projeleri aslında her ne kadar Türkiye için planlansa da, aynı zamanda Avrupa için de enerji güvenliği açısından büyük bir ümit ışığı vaat etmektedir. Gerek doğal gaz ve petrol zenginliğine sahip Ön Asya ve Türk Cumhuriyetleriyle gerekse enerji ihraç eden körfez ülkeleriyle, yeni dış politikamız kapsamında geliştirilen istikrarlı ilişkiler enerji güvenliği açısından Avrupa için de alternatif çözüm niteliğindedir.

Eğer ortak çıkarları ön planda tutarak iş birliği oluşturma kabiliyetini, Türkiye gibi diğer Avrupa ülkeleri de dikkate alır, doğru değerlendirebilirlerse, dünya gıda ihtiyacı temininde etkin rol oynayarak 40 Milyon tonun üzerinde buğdayın ihtiyaç bölgelerine dağıtımında nasıl etkin bir sorumluluk üstlendiyse, Türkiye’nin aynı rolü enerji güvenliğinin sağlanmasında da üstlenmesinin çok gerçekçi olduğunu görmek mümkündür. Avrupanın Enerji Güvenliği

Ömer Faruk DOĞAN

Büyükelçi – Ankara 12.Ekim.2024

Avrupa Gündemi Konferansları – II: “Bizi Bağlayan Göç” – AB-Türkiye Ortaklığını Yeniden Değerlendirmek

0

Kocaeli Üniversitesi’nin yürütücülüğünde düzenlenen Avrupa Gündemi Konferanslarının ikincisi 24-25 Ekim 2024 tarihlerinde Bursa Uludağ Üniversitesi ev sahipliğinde yapılacak. Etkinlik aynı zamanda AB Türkiye Delegasyonu’nun Avrupa Çalışan Akademisyenler Ağı’nın (ANEST) Kocaeli Üniversitesi Sekreteryası’nda gerçekleştirilecek ilk bilimsel toplantı olma özelliğini taşıyor. Konferans bu sene “Bizi Bağlayan Göç” başlığı altında AB-Türkiye ortaklığını yeniden değerlendirmeyi hedefliyor. Etkinlik, göç alanındaki güncel gelişmelerin Avrupa Birliği Türkiye odağından tartışılacağı kapsamlı bir akademik buluşma olacaktır.

Konferans ilk gün, Prof. Dr. Murat Erdoğan‘ın “Türkiye’de ve Dünyada Göç Trendleri” başlıklı konuşması ile açılacak. Açılışı takiben, göç ve iklim değişikliği, göç diplomasisi, göç yönetimi, medya ve göç başlıkları altında toplamda yedi oturumda yapılacak yirmi iki sunumda Türkiye’nin farklı yerlerinden araştırmacılar göç fenomenin farklı boyutlarına ilişkin araştırmalarını katılımcılarla paylaşacaklar.

İkinci gün, Prof. Dr. Ulaş Sunata‘nın “Türkiye Göç Yönetişiminde Sivil Toplum” başlıklı konuşmasıyla başlayacak ve gün boyunca on oturumda otuz beş sunumda yapılacak  dijitalleşme ve göç, göç ve milliyetçilik, göç ve güvenlik  temalı tartışmalar ile devam edecek.

Bu önemli etkinlik, Kocaeli Üniversitesi yürütücülüğünde “kapsayıcı ağlar” düsturu ile Kocaeli Üniversitesi’nin sekreteryasını üstlendiği A-NEST çalışmaları kapsamında Bursa Uludağ üniversitesi ev sahipliğinde, Diplomasi Araştırmalar Derneği (DARD) ve Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği (TUİÇ) paydaşlığında gerçekleştirilmektedir.

Göç fenomeninin AB-Türkiye ilişkileri bağlamında tartışmak isteyen tüm katılımcıları bu akademik buluşmaya davet ediyoruz.

Konferans Programı

Kocaeli Konferans Program_30_09

Avusturya Seçim Sonuçları: Aşırı Sağ FPÖ’nün Zaferi Yeni Bir Dönemi mi İşaret Ediyor?

0

Avusturya’da 2024 seçimleri, ülkenin siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor. Aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) lideri Herbert Kickl, %28.8 oy oranıyla seçimi kazanarak ülkenin siyasi geleceği üzerinde derin bir etki yaratacak yeni bir dönemin kapılarını araladı. FPÖ’nün bu başarısı, Avrupa genelinde aşırı sağ partilerin yükselişine bir ekleme olarak değerlendirilirken, ülkenin siyasi istikrarı ve uluslararası ilişkileri açısından ciddi tartışmaları da beraberinde getiriyor. Ancak, koalisyon oluşturma süreci ve Kickl’ın başbakanlık iddiası, ülkenin siyasi atmosferini daha da karmaşık hale getiriyor.

 

FPÖ’nün Yükselişi: Tarihsel Bir Perspektif

FPÖ, Avusturya’da Nazi sonrası dönemde kurulan bir parti olarak, özellikle son yıllarda göç, ekonomi ve güvenlik konularını merkezine alarak dikkat çekici bir ivme kazandı. Bu seçim zaferi, partinin 2019’da yaşadığı skandaldan sonra toparlanma sürecinin bir parçası olarak görülebilir. O dönemde, FPÖ’nün eski lideri Heinz-Christian Strache’nin bir Rus yatırımcıya imtiyazlar vaat ettiği gizli bir video ortaya çıkmış ve parti, %16.2 oy alarak siyasi arenada gerileme yaşamıştı. Ancak Herbert Kickl’in liderliği altında parti, “Avusturya’yı Kale Yapma” ve “homojen bir ulus oluşturma” söylemleriyle göçmen karşıtı, AB eleştirisi içeren bir politika izleyerek halkın desteğini tekrar kazanmayı başardı .

FPÖ’nün seçim kampanyasının merkezinde yer alan “Kale Avusturya” politikası, sınır kontrollerinin artırılmasını, göçmenlerin geri gönderilmesini ve iltica hakkının askıya alınmasını savunuyor. Bu söylemler, Avusturya’daki göçmen karşıtı duyguların yükseldiği bir dönemde geniş bir seçmen kitlesine hitap etti. Nitekim, seçim analizleri, 35-59 yaş grubundaki seçmenlerin FPÖ’ye daha fazla oy verdiğini, ayrıca kadın seçmenlerin erkeklerden daha fazla destek sağladığını ortaya koyuyor .

Koalisyon Sorunsalı ve Siyasi Belirsizlik

Herbert Kickl’in %28.8 oy oranıyla elde ettiği zafer, mutlak bir hükümet kurma çoğunluğunu sağlamasa da partiyi Avusturya’nın en güçlü siyasi aktörlerinden biri haline getirdi. Ancak, Kickl’in başbakan olma hedefi ciddi bir engelle karşılaşıyor. Başbakan Karl Nehammer liderliğindeki muhafazakar Halk Partisi (ÖVP), %26.3 oy alarak ikinci sırada yer aldı ve Kickl liderliğinde bir hükümet kurmayı reddetti . Nehammer, Kickl’in komplo teorilerine olan eğilimini ve aşırı sağ söylemlerini gerekçe göstererek, onunla bir koalisyon hükümeti oluşturmanın imkansız olduğunu vurguladı .

Bu durum, Kickl’in koalisyon oluşturma sürecini oldukça zorlaştırıyor. Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve liberal Neos partileri de aşırı sağla iş birliğini reddettiklerini açıkladılar. Dolayısıyla, FPÖ’nün hükümet kurabilmesi için tek seçenek, ÖVP’nin koalisyonu kabul etmesi veya Nehammer’ın Kickl’a yönelik itirazlarından vazgeçmesi olacaktır. Ancak bu da olası görünmüyor. ÖVP’nin içinden gelen baskılar, Nehammer’ın istifa etmesi gerektiğini öne sürse de parti genel sekreteri bu talepleri şimdilik reddetti .

Avrupa’daki Aşırı Sağ Dalga ve FPÖ’nün Yükselişi

Avusturya’daki bu seçim, Avrupa genelinde aşırı sağın yükselişinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. İtalya’da Giorgia Meloni’nin liderliğindeki aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi, Almanya’da AfD’nin yükselişi ve Fransa’da Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Birlik Partisi’nin kazandığı başarılar, Avrupa’da milliyetçi ve göçmen karşıtı söylemlerin giderek daha fazla kabul gördüğünü gösteriyor . Kickl, göçmenlere yönelik sert politikalarıyla ve Viktor Orban’ın Macaristan’da uyguladığı politikalarla yakın bir paralellik kurarak bu dalgadan faydalandı .

Ancak FPÖ’nün Avrupa’daki diğer aşırı sağ partilerden farklı olarak, AB’ye yönelik eleştirileri ve Rusya’ya yönelik yaptırımlara karşı tutumu dikkat çekiyor. FPÖ, Ukrayna savaşı karşısında AB’nin yaptırımlarına karşı çıkıyor ve ülkenin askeri tarafsızlığını öne çıkararak Rusya’ya yönelik yaptırımların sona erdirilmesi gerektiğini savunuyor. Bu tutum, Avusturya Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen’in de tepkisini çekmişti. Van der Bellen, FPÖ’nün AB karşıtı duruşu ve Ukrayna’ya yönelik politikaları nedeniyle partinin hükümet kurmasına karşı çekincelerini dile getirmişti .

Ekonomik ve Sosyal Kaygılar: Aşırı Sağın Yükselişinin Altında Yatan Sebepler

FPÖ’nün seçimde elde ettiği başarı, büyük ölçüde halkın ekonomik ve sosyal kaygılarından besleniyor. Avusturya’da son yıllarda yükselen enflasyon, Ukrayna’daki savaşın etkileri ve Covid-19 pandemisi, hükümete olan güveni sarsmış durumda. Kickl, bu ekonomik belirsizliklerin ve göçmen krizinin çözümünü kendi partisinin sert politikalarında bulacağını öne sürerek seçmenlerin desteğini kazandı. Ayrıca, pandeminin yönetimi sırasında ortaya çıkan komplo teorilerine sarılarak, hükümetin aşı zorunluluğu gibi politikalarına karşı halkın tepkisini kullanmayı başardı .

Sonuç olarak, Avusturya seçimleri, aşırı sağın Avrupa genelinde güçlenmeye devam ettiğini gösteren bir dönüm noktası olarak değerlendiriliyor. Ancak FPÖ’nün hükümet kurup kuramayacağı hala belirsizliğini koruyor. Avusturya’nın siyasi geleceği, FPÖ’nün koalisyon ortağı bulup bulamayacağına ve Herbert Kickl’in başbakanlık hedefini sürdürüp sürdüremeyeceğine bağlı olacak. Bu süreçte, ülkenin Avrupa Birliği ile olan ilişkileri, göçmen politikaları ve iç siyasi dengeleri derin bir değişime uğrayabilir.

Kaynakça:

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Tamamlandı

0

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen “Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Eğitim Programı”, 16-27 Eylül 2024 tarihleri arasında başarıyla tamamlandı. Yoğun ilgi gören programda, alanında uzman akademisyenler tarafından uluslararası ilişkiler disiplini ve bu alana dair güncel gelişmeler ele alındı.

Programın açılış dersini Kütahya Dumlupınar Üniversitesi öğretim üyelerinden. Doç. Dr. Hakan Arıdemir verdi. Arıdemir, uluslararası hukukun temel kavramları, kaynakları ve kişileri üzerinde durarak, bu alanın geleceğine yönelik tartışmalara yer verdi. Programın ikinci dersi ise Dr. Alp Yüce Kavas tarafından sunuldu. Bu derste, uluslararası örgütlerin tarihsel gelişimi, temel kavramları ve işlevleri kapsamlı bir şekilde ele alındı.

Dr. Öğr. Üyesi Övgü Kalkan Küçüksolak’ın gerçekleştirdiği üçüncü derste güvenlik kavramının geçirdiği dönüşüm tartışıldı. Küresel güvenlik dinamikleri, çevresel güvenlik ve siber güvenlik gibi güncel konulara odaklanıldı. Doç. Dr. Ayşe Sıla Çehreli ise siyasi tarih dersi kapsamında Güney Afrika Apartheid rejimi, Ruanda Tutsi Soykırımı ve Nazi Almanyası ile yüzleşme süreçlerine değindi. Tarih yazımı ve adalet üzerine kapsamlı değerlendirmeler yapıldı.

Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya tarafından verilen derste, devletlerin uluslararası politikadaki güç unsurları analiz edildi. Devletlerin dış politika stratejileri ve emperyalist politikaların tarihsel dinamikleri örneklerle açıklandı.

Altıncı ders, Dr. Öğr. Üyesi Volkan Kalender tarafından gerçekleştirildi. Bu derste uluslararası ilişkilerdeki dört temel yaklaşım (realizm, liberalizm, Marksizm ve inşacılık) karşılaştırıldı ve öğrenciler teori önerileriyle desteklendi. Doç. Dr. Mehmet Sadık Akyar tarafından verilen derste ise Ukrayna Savaşı, Çin-Rusya ilişkisi ve NATO’nun 2030 stratejik konsepti bağlamında bölgesel çatışmalar analiz edildi.

Dr. Öğr. Üyesi Barış Adıbelli’nin sunduğu derste Avrasya’nın jeopolitik önemi, tarihsel süreçler ve güncel gelişmeler ışığında değerlendirildi. Bu dersin ana teması, bölgedeki güç dengeleri ve çatışmalar üzerine oldu.

Programın son dersi ise Doç. Dr. Yavuz Cankara tarafından verildi. Ortadoğu Çalışmaları dersi kapsamında, Ortadoğu’nun tarihsel, politik ve sosyal dinamikleri, bölgedeki çatışmalar, güç dengeleri ve küresel aktörlerin Ortadoğu üzerindeki stratejik çıkarları detaylı bir şekilde incelendi. Ayrıca bölgedeki devletler arasındaki ilişkiler ve küresel güçlerin bu ilişkilerdeki rolü de tartışıldı.

İki hafta devam eden Program, Enstitü merkezinde katılımcı öğrencilere sertifikalarının verilmesinin ardından sona erdi. Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu, katılımcılara geniş bir perspektif sunarak, uluslararası ilişkiler alanında derinlemesine bilgi edinme ve geleceğe dair stratejik bir vizyon kazanma fırsatı sağladı.

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer alan 210’un üzerindeki ülkeden 193’ü resmi üyesi olarak bünyesinde bulunmaktadır. Kalan bir bölümü gözlemci üye iken, bir bölümü de üyelik sürecini ve tanınmayı bekliyor.

BM’nin “Ortak Geleceğimiz” temalı 79. Genel Kurulu 22-23 Eylül 2024 tarihleri arasında New-York’ta gerçekleştirilecek. Sayın Cumhurbaşkanımızın da ağırlıklı olarak Gazze’de yaşanan zulmü gündeme getireceği BM Genel Kuruluna hitabını gerçekleşeceği toplantı gündeminde bu gün dünyada karşı karşıya olduğumuz uluslararası sorunların büyük bir kısmı yer alırken doğal olarak en öncelikli sorun İsrail’in Gazze’yi işgali ile yaşanan zulümle karşı karşıya olunan insanlık dramının yanı sıra, iki yıldır devam eden Ukrayna-Rusya savaşı da önemli gündem maddeleri arasında yer almaktadır.

Dünya’daki siyasi istikrarsızlıkların giderilmesi, barış ve kalkınmanın istikrarlı bir hale getirilmesi yönünde geniş gündem oluşturan BM Genel Kurul gündeminin önemli bir bölümünü de Afrika oluşturmaktadır. Büyük hammadde zenginliği, endüstrinin gelişmesi için ihtiyaç hissedilen tüm stratejik hammaddelerin en yoğun şekilde yer aldığı kıtanın sahip olduğu potansiyeline rağmen, içinde bulunduğu insanlık açısından geri kalmışlık, yokluk, yoksulluk, insani dram, Gazze Zulmü ve Ukrayna Rusya savaşından sonra en dikkat çekici gündem maddeleri arasında yer almaktadır.

Afrika BM bünyesinde 54 üye ülkeye sahip olmasına rağmen, BM Genel Kurulunun %27 nispetinde oy hakkına sahip kıta, BM de en zayıf temsil edilen kıta konumundadır. Bu nedenle Afrika Birliği yıllardır, dünyanın en geri kalmış kişi başı geliri en düşük ülkelerin yoğunlukla yer aldığı birliğin daha anlamlı temsil edilebilmesi için büyük bir gayret içerisindedir. Sn. Cumhurbaşkanımızın “Dünya 5’ten Büyüktür” sloganından da önemli ölçüde güç alan Afrika Birliği, bu konudaki girişimlerini önemli ölçüde yoğunlaştırmış olmasının sonucunda, BM’nin veto hakkına sahip 5 daimî temsilcisinden birisi olan ABD, en azından BM Güvenlik Konseyinde Afrika’ya veto hakkı olmayan iki daimi sandalye teklifini gündeme getirmiştir. Ayrıca, ortamın dahada yumuşatılabilmesi amacıyla da Orta Afrika’nın kilit ve istikrarlı ülkelerinden Kamerun eski başbakanı Philemon Yang’ı 79. Dönem Genel Kurul Başkanı olarak seçti.

Her ne kadar BM Genel Kurulu ve ilgili organlarının özellikle, BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararlar, Filistin örneğinde olduğu gibi zaman zaman uygulamaya geçme imkanı bulamasa da, dünyada kamu oyu oluşturma ve yapılan haksızlıkları insanlığa en yaygın ve etkin bir şekilde duyurma platformu olarak değerlendirilebilir.

BM Şartına göre Genel Kurul’da bir kararın alınabilmesi 2/3 olumlu evet oyunu zorunlu kılıyor. Bu da büyüklük küçüklük konumuna bakılmaksızın BM üyeliğini önemli hale getiriyor. Mevcut kıtaların yapılanma ve konumuna baktığımızda bu anlamda geniş örgütlü kıta 54 üyeyi bünyesinde bulunduran Afrika Kıtası oluşturmaktadır. Genelde de kendi içerisindeki etkileşimi en yüksek birliklerden birisi olduğu için Afrika kıtası BM Genel Kurulu açısından ayrı özel önemi haiz bulunmaktadır. Eğer konu doğru anlatılabilir ve Afrika ikna edilebilir ise BM bünyesinde konunun niteliğinden ari olarak 54 ülkenin olumlu oyunu almak en az zaman ve gayret gerektiren geri dönüşümü yüksek en anlamlı girişimlerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Başka birçok anlamlı bilindik gerekçelerin yanı sıra ABD, Rusya, Çin, Batı Ülkeleri Fransa İngiltere vb, ülkelerin yanı sıra Japonya ve hatta İsrail’in kıtaya yönelik özel ilgi ve gayretlerinin önemli bir gerekçesi de BM ortamında Afrika’nın 54 ülkesinin kendi arzuları doğrultusunda hareket etmelerini sağlamak olduğunu görmemiz mümkündür. Özellikle İsrail’in tüm Afrika’da özel güvenlik ve savunma alanında büyük gayretler göstermesini, diğer birçok özel menfaatin yanı sıra BM ortamı ve dünya kamuoyu önünde arzu edilen konularda özel destek sağlamak amaçlı olarak da ifade etmek mümkündür.

Tüm bu ülkelerin içerisinde Afrika’ya arka plansız, gizli gündemsiz en samimi ve en yakın yaklaşan ülkenin Türkiye ve Sn. Cumhurbaşkanımızın özel Afrika ilgisi olduğunu görmemek mümkün değildir. Tamamen insani hedefleyen insani değerleri ön planda tutan Türkiye anlayış ve yaklaşımının Sn. Cumhurbaşkanımızın önderliğinde 20 yıl gibi kısa bir sürede Afrika’da bu kadar yüksek seviyede karşılık bulmasının başka şekilde bir izahı da yoktur. Geçmişte büyük zulümler ve yokluklar yaşamış Afrika’nın Türkiye ile yeni bir “Beyaz Adam” tarifine gittiği ve bu beyaz adam, diğerlerinden çok farklı diye ifade ederek samimiyetle inandığı ve model olarak kabul ettiği insan Türk-Anadolu insanıdır. Bu gerçekliğe Afrika ile irtibatı olan veya bir vesile ile bulunan her kimsenin şahitliği yaşanan bir gerçekliktir. Bu nedenledir ki Sn. Cumhurbaşkanımızın BM ile ilgili olarak ifade ettiği; “Dünya 5’ten Büyüktür” sloganına en etkin ve yaygın reaksiyon Afrika’dan gelmiştir.

“Kazan-Kazan” ilkesi, karşılıklı eş seviyeli yarar ve göz hizası ilkeli ilişki şeklini Afrikalı ilk defa Türkiye ve Anadolu insanıyla yaşamış ve kendi söylemlerini ve ilişki şekillerini bu anlayışla yeniden dizayn etmeye başlamıştır. Son on yılda Afrika’da yaşanan dış ilişkilerdeki farklı tarz ve söylemin temelinde bu yeni yaklaşımın etkisi büyüktür. Birçok çevrenin Türkiye’ye karşı ağır ve anlamsız söylemlerinin temelinde de bu gerçekliğin var olduğunu ifade etmek gerekir. Türkiye adeta Afrika’nın dünyaya açılan yeni penceresi olmuştur. THY’nin Afrika’nın ilişki ağının genişlemesi ve yeniden şekillenmesine, yaygın uçuş ağı oluşturarak büyük katkı sağladığı, bu şekilde Afrika’yı dünyaya açmasının özel önemini belirtmeden geçmek mümkün değildir. İstanbul Afrika’nın dünyaya açılan önemli bir kapısı olarak geçmişte kaçınılmaz olduğu düşünülen birçok bağlantı şehrinin yerini almıştır.

Yatırım, ticaret, yüksek eğitim ve sağlık alanlarında, Türkiye’nin Afrika açısından bugün kaçınılmaz stratejik öneme haiz olduğu Afrikalılar tarafından münhasıran ifade edilen bir husustur.

Türkiye’nin tüm dünyanın gözü önünde kayda değer ölçüde kendi imkanlarıyla ortaya koyduğu savunma sanayi, endüstri, alt yapı, ticaret, ulaşım alanlarındaki gelişmeler Afrika’ya model olarak ilham vermiş ve birçok Afrika ülkesi kendi gelişmelerini sağlayabilmek için model olarak Türkiye’yi ön plana çıkarmıştır. Her ne kadar biz Türkiye’de bu durumun çok farkında olmasak bile, Afrika’da birçok bölgede yaygın olarak kullanılan “Türk gibi” kavramının temelinde de Türkiye’nin bu “model olma” esin kaynağı olma gerçekliği vardır.

Her ne kadar iç tartışmalar nedeniyle Sn. Cumhurbaşkanımızın oluşturduğu Afrika stratejisi çerçevesinde, Türkiye’de yaşayan insanımızın bir bölümü bu durumun çok farkında olmasa bile, Afrika ile ilgili birçok değişik kesim bu durumu fark etmiş, Türkiye’ye bu durumdan dolayı özel tavır koymuş ve yeniden Afrika’yı kendi arzuları doğrultusunda yönlendirebilecek şekle dönüştürebilmek için özel gayret içerisine girmiştir. Afrika’ya yönelik yeni, bazen şaşırtan, niye şimdi diyebildiğimiz yaklaşımların bu çerçevede değerlendirilmesi, ikinci Yüzyılımız başlangıcında “Yeni Türkiye Vizyonu” kapsamında oluşturulan “Girişimci ve İnsani Dış Politika” etkisinin en yüksek seviyede Afrika’da olumlu sonuçlarını görmemize imkan verebilecektir. Ayrıca, BM ve Daimi Üyelerinin de Afrika’ya bu anlamda özel önem atfettikleri gözden kaçmamalıdır.

Ömer Faruk DOĞAN

Ankara, 22 Eylül 2024

Srebrenitsa Soykırımı ve Ötesi: JIRPSS Özel Sayı Makale Çağrısı

0

 Srebrenitsa Soykırımı’nın 30. Yıldönümü anısına düzenlenecek özel sayıyı duyurmaktan mutluluk duyuyoruz. “Srebrenitsa Soykırımı ve Ötesi” başlıklı bu sayıda, Bosna-Hersek’teki göç, uluslararası hukuk ve savaş sonrası barış inşası konuları işlenecek, ayrıca küresel karşılaştırmalar yapılacaktır. Özel sayı Journal of International Relations and Political Science Studies dergisinde yayınlanacaktır. Srebrenitsa Soykırımı

Ana temalar şunları içermektedir:

  • Göç, geri dönenler ve yerinden edilmiş kişiler (IDP’ler)
  • Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY) ve Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) odaklı uluslararası hukuk ve hesap verebilirlik
  • Soykırım ve insanlığa karşı suçların karşılaştırmalı analizleri
  • Savaş sonrası bölgelerde barış inşası ve uzlaşma
  • Soykırım inkarı ve tarihsel revizyonizmle yüzleşme
  • Bosna’nın deneyimlerinden çıkarılacak küresel dersler

Son başvuru tarihi 15 Mart 2025, yayın tarihi ise 15 Haziran 2025’tir. Türkçe ve İngilizce makaleler kabul edilmektedir. Tüm detaylar için PDF’yi  inceleyebilirsiniz. https://www.tuicakademi.org/wp-content/uploads/2024/09/After-30-YEARS-SREBRENICA-GENOCIDE-AND-BEYOND-.pdf

Uluslararası hukuk, barış çalışmaları, göç ve soykırımın önlenmesi alanlarında çalışan akademisyenler, araştırmacılar ve uygulayıcılar için önemli bir fırsattır. Makale gönderim süresi 15 Mart 2025 tarihinde sona erecektir. Yayın tarihi ise 15 Haziran 2025 olarak belirlenmiştir. Makale başvuruları hem Türkçe hem de İngilizce dillerinde kabul edilecektir. Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenitsa Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır. Bu özel sayı, uluslararası hukuk, savaş sonrası uzlaşma ve barış inşası, soykırımın reddi ve tarihsel revizyonizm gibi konular üzerinde çalışan herkes için küresel bir perspektiften yeni akademik tartışmalara kapı aralayacaktır.  Srebr enitsa

So

Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenica Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır.Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenica Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır.ykırımı