Aman Petrol, Canım Petrol!

Arap Baharı… Artık bu söz öbeği dillere pelesenk. Herkes yazdı çizdi, konuştu, araştırdı, iddialarda bulundu; yani her kafa bir şeyler üretti bu konuyla ilgili. Olumlu tablolar çıktı ortaya: Coğrafyada süregelen rejimlerin yerine halkın, sözde değil gerçek anlamda “demokratik” – “cumhuriyetçi” – “reformist” devlet yapılarıyla yaşama istekleri, insanca ve ezilmeden hür vatandaş olma talepleriyle meydanlar doldu. Bu yadsınamayacak gerçeği, geçen sene bu zamanlarda yaşadık, bu tarihi değişime dünya ile birlikte tanık olduk. Bu olumlu tabloların yanı sıra, birçok komplo teorisi de üretildi. Yaşanan bu değişimin, vatandaşın “hak” arayışından ziyade, Batılı ülkelerin kışkırtmaları sonucunda ortaya çıkan karışıklıklar olduğu da bu teoriler arasında belki de en güçlü olanlarından biri. Arap Baharı öncesinde ve sonrasında, yaşanan olaylar, gösteriler, devrimler bir yana, kafamı karıştıran ve ne zaman bölgeyle ilgili bir makale ya da haber görsem kendime sorduğum bir soru var: Neden Orta Doğu her zaman gündemde?

Ortadoğu’yu ABD ya da Avrupalı ülkeler olmadan düşünemez hale geldik. Orada da halkların olduğu, bölgenin sadece çöllerden ve petrol yataklarından ibaret olmadığını da görmemiz, “at gözlüklerini” atmamız belki de bu ayaklanmalar sayesinde oldu. Başta da belirttiğim gibi, Batılı ülkeler olmadan değerlendirilemeyen bir Orta Doğu’ya o kadar alıştırılmışız ki; inanıyorum ki, “Bahar” sadece Arap Halkı’na değil, farkındalık sahibi tüm insanlara bir yenilenme getirdi. Dün katıldığım, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nde yapılan ve Gazzeli ünlü gazeteci ve araştırmacı Abdel Bari Atwan’ın konuşmacı olarak bulunduğu konferansın konusu da; Köklü Değişimin Eşiğindeki Ortadoğu idi. Kendime sorduğum ve birçoğumuzun da aklında var olan soruyla konuşmasına başlayan Atwan sayesinde Bahar’ın, o teorilerle dolu pesimistik kısmını dinleme şansını yakaladım. Gazze’de bir mülteci kampında doğan bir Arap olarak zaten hayata 1-0 yenik başladığını dile getiren ve İsrail’in bölgedeki “süper güç” olma halinin ABD ve Batı’nın desteğini alarak vukû bulduğuna dikkat çeken Atwan, konuşmasında, aslında herkesin bildiği ama nedense dile getirmekten çekindiği yanları ortaya koydu. Açıklamalarına, Arap Baharı’nın beklenmeyen bir dava olduğu, Tunus’ta 20 küsür yıldır devam eden rejime karşı halkın şimdi mi uyandığını soran Atwan, halkın sadece “reform” isteğinin altını çizmiştir. Batı’nın dostu olan ve son dönemde gelişme gösteren Tunus’ta kadın polisten nedensiz yere tokat yedi diye kendini yakan üniversite mezunu seyyar satıcının, bölgede süre gelen finansal sorunlara, işsizliğe, zulme ve eşitsizliğe çok güzel bir örnek teşkil ettiği belirtilirken, bu bağlamda yapılması gerekenin rejim devirmek değil reformlar yapılması gerektiği tavsiyelenmiştir. Fakat, Mısır Suriye Libya gibi örneklerde de görebileceğimiz gibi, yani padişahlık sistemi olarak gruplandırabileceğimiz babadan oğula geçen hükümetlerde, bu durum maalesef etki-tepki olayına dönüşmüştür. Teşkilatlanıp, sokağa çıkan halk, polis ve ordu tarafından zalimce geri püskürtülmeye çalışılmış; ancak bu zulüm devam ettikçe de çoğalarak, yıllardır kanında dolaşan ve kurtulmak istediği bu irinli durumun verdiği acıyla daha da çok sesini çıkarmış ve yılmamıştır. Tunus, Mısır ve Suriye örneklerine özelden bakacak olursak; üç ülkenin ortak noktası: Petrol. Coğrafi olarak, bu ülkelerin topraklarının içerisinde yeterli miktarda petrol olmadığını, bu sebepten de Batı’nın bu bölgelerde daha değişik bir politika izlediğini söyleyebiliriz. Atwan’ın altını çizdiği en önemli nokta da bu. Neden bu ülkelerde devrimler, olaylar yaşanırken Batı sadece seyirci kaldı? Libya’da olanlar malumunuz. Havadan ve karadan her şekilde Kaddafi çökertildi. Önce tüm mal varlığı Batı bankalarına akratıldı, daha sonra petrol akışıyla ilgili yeni düzenlemeler getirildi ve sonunda işler istedikleri gibi olunca da Kaddafi, 40 senedir, son dönemde de “diktatör” yaftalanmasıyla, kendi halkı tarafından öldürüldü. Tabi ki bu değişimin başka kolları da mevcut: işsizlik, adaletsizlik, kabilelerarası çatışmalar vb. Ancak, Atwan söyleminde Libya-Batı-Petrol üçgenine odaklandı ve Kaddafi devrildikten sonra bir ülkenin kaderine nasıl terk edildiğini acı bir şekilde dile getirdi.

Mısır’a gelecek olursak; halkının %40’ının açlık sınırının altında yaşadığı, fakirliğin, işsizliğin, eğitimsizliğin, devlet içinde devletin var olduğu bu ülkede devrim, kaçınılmaz olurdu kanımca. Tunus’taki ateşin bu kadar çabuk yayılmasındaki neden de bu: Bölge halkının ortak sorunları. Eğitimli genç nüfusun başlattığı ve “sosyal medya” devrimi de diyebileceğimiz olaylarla Mübarek rejimi dayanamadı ve devrildi. Etkileri, ordunun ve ülke içinde teşkilatlanan örgütlerin çatışmaları ve kışkırtmalar süre dursun, Mısır şu an demokrasi adına önemli adımlar atmak üzere. Bu, sadece bir başlangıç ama geçen senelerdeki seçimlere bakacak olursak, kısmen hileden uzak geçen son dönem seçimlere, demokrasi adına atılan adımların başlangıcı diyebiliriz. Senelerdir saltanat süren bir lider olmaksızın devlet yönetmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyen bir halk için yeni ve önemli bir adım bu. Bu yönüyle Mısır, diğer ülkelerden ayrılır; gerçekten hak ve eşitlik isteyen, değişim isteyen kenetlenmiş halkının inatçılığıyla. Tabi ki Mısır’da da birçok çıkıntı mevcut: Müslüman Kardeşler, Ordu, Yeni Parlamento vb. gibi konularda hala uzlaşmalar sağlanmış değil, ancak dediğimiz gibi, Mısır halkı inatçı, sahip olduğu tarihle, coğrafi yapısıyla her zaman göz bebeği olan ve tekrar toparlanmasını, ülkesi için en iyisini yapabilmek için can atan bilinçli bir halka ve genç nesile sahip.

Atwan’ın konuşmasının birçok yerinde belirttiği gibi, Batı’nın bölgede “kontrollü bir değişim” istediği de âşikâr. Çünkü bölgedeki barışı korumak istiyor, tabi ki kendi çıkarları için! Özellikle de bölgedeki gücü İsrail’in nüfuzunu korumak için. Gazzeli bir gazetecinin, hele ki tüm o sancılı dönemi yaşayan bir Arap’ın ağzından çıkması, çok yanlı ve olumsuz gelebilir ama madalyonun öteki yüzü belli ki bu acı gerçek! Irak ve Libya’da yaşananlar bakarsak, ne insan hakları ne de demokrasiden bahseden yok. Sözde “demokrasi getirme” müdahalelerinin yol açtığı sefalet ortada. Halklar kaderlerine terk edilmiş durumda.

Bahar denilen, bir yılda bitmeyecek bir değişim programı. Sorunlu bölgelerde insanî haklarını talep eden vatandaşların masum ve haklı istekleriyle sınırlı kalmamış, amacından sapmış, yayıldığı ülkelerde mezhepçilik, bölgecilik ve ayrımcılık gibi kollara ayrılmış ve bundan istifâde etmeye çalışan birçok örgüt (El-Kâide, Müslüman Kardeşler vb.) kendi içerisinde bile çatışmalar ve ayrılmalar yaşamıştır.

Abdel Bari Atwan Kimdir?

17 Şubat 1950, Gazze Şeridi’ndeki Deir el-Balah mülteci kampında dünyaya gelmiştir. 1979’dan beri Londra’da yaşayan Abdel Bari Atwan, 1989’dan itibaren Londra kaynaklı bağımsız Arap al-Quds al-Arabi gazetesinin editörü olarak görev yapmaktadır. The Secret History of Al-Qa’ida ve kendi yaşamını anlattığı A Country of Words adlı iki kitabı olan gazeteci-yazar Atwan, şimdilerde yeni kitabı Al-Qa’ida, The Next Generation için çalışmaktadır.

1965’e kadar Deir el-Balah kampında ailesiyle beraber yaşamaya devam eden Atwan, aynı yıl babasını kaybetmiştir. Babasının vefatının ardından annesi ve kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş 1967 yılında da yakın akrabalarının bulunduğu Rafah kampına göç etmişlerdir. Burada gerçekleşen savaş sonrasında akrabaları tarafından Umman’a gönderilmiş, burada bir otelin çatı katında onlarca Filistinli sığınmacıyla beraber yaşamış, geçimini çöpçülük, konserve işçiliği vb. işler yaparak sağlamıştır. 1970’den itibaren önce İskenderiye’de sonra Kahire’de gazetecilik eğitimi almış, o dönem yükselen öğrenci hareketlerine katılmıştır.

Atwan’ın gazeteclik kariyeri 1974 yılında Libya’da, ilk makalesinin Albay Kaddafi’nin favori gazetesinde baş sayfadan yayınlanmasıyla başladı. Suudi Arabistan’da al-Madina ve Asharq al-Awsat gazetelerinde çalıştı ve Londra Bürosu’na şef olarak gönderildi. 1981’de Londra Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda master programını tamamladı ve 1988’de al-Quds al-Arabi’yi kurdu. 1996’da el-Kaide lideri Usame Bin Ladin ile yaptığı röportaj sonrasında tüm dünyanın dikkatini çekmeyi başardı.

The Secret History of Al-Qa’ida kitabında 1996 yılında Afganistan’a gerçekleştirmiş olduğu ziyareti ele almış, Usame Bin Ladin ile röportajından izlenimlerini aktarmış, El Kaide’nin amaçlarını, nasıl örgütlendiğini vs. anlatmış ve hem batı hem de doğu açısından 11 Eylül sonrasının bir değerlendirmesini yapmıştır. A Country of Words kitabında kendi yaşam öyküsünü ele alan yazar, 1950’lerden itibaren kamplarda yaşadıklarını, göç ettikten sonra başına gelenleri, gazeteciliğe başlangıcını ve meslekte yaşadıklarını, 96’daki Afganistan ziyaretini anlatmıştır.

Erzan AKTAR

TUİÇ Araştırmacı Asistanı

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Srebrenitsa Soykırımı Mahkumu Radislav Krstic’in Mektubu

Srebrenitsa’da soykırımın desteklenmesi ve yardım edilmesi suçundan Lahey’de 35...

Trump’ın Ukrayna’da Batı/NATO Barış Gücü Planına Yönelik 10 Engel

Andrew Korybko 10 Obstacles To Trump’s Reported Plan For Western/NATO...

Türkiye-AB İlişkilerinde Kırılma Noktası: AK Parti Döneminde Yaşanan Gelişmeler ve Güncel Durum

Dr. Aziz Armutlu Giriş: Türkiye AB İliskileri Türkiye ile Avrupa Birliği...

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...