Yaşadıkları köyün dışındaki hayattan bîhaberken kendilerini dev, sarışın adamların ve sıra sıra dizilmiş binaların arasında bulurlar. Bütün amaçları ekmek parası kazanmak, çocuklarına düzgün bir hayat yaşatabilmektir. Film, bu 50 yıllık serüveni tam anlamıyla hissetmemizi sağlıyor.
Almanya’ya Hoşgeldiniz her karakterin, sahnenin ve repliğin filmi defalarca kez izlenmeye değer kılacak kadar iyi olduğu; kısacası her açıdan başarılı ve az bulunur bir film. Yasemin ve Nesrin Samdereli’nin yazıp yönettikleri Almanya’ya Hoşgeldiniz filminin bu hisleri yaşatmasının nedeni belki de yönetmenlerin kendilerinin de gurbetçi olmasıdır.
Hikaye, Almanya’ya göç eden 1.000.001’inci misafir işçi Hüseyin Yılmaz’ın ve ailesinin yaşam ekseninde geçiyor. Film; Yılmaz’ın gençliği, küçük yaştaki üç çocuğu ile ilişkilerinin ardından yaşlılığı, yetişkin çocukları ve torunları ile olan sahnelerle geçmektedir. Filmin başlarında Yılmaz’ın misafir işçi olarak Almanya’ya gitmesinin altındaki sebep göze çarpmaktadır. Yılmaz’ın sabahlara kadar çalışıp didindiği halde ailesini geçindirememesi ardından bir köy kahvesindeki gazetede gözüne çarpan Almanya’nın hala işçi aldığı ilanını görmesi göçün temel sebebidir. Misafir işçi olarak göçün en büyük nedeninin ekonomik sebepler ve geçim sıkıntısı olduğu göze çarpmaktadır.
Almanya’ya ilk adım attığı andaki replik dikkat çekmektedir: “Her şeyin farklı olduğu ülke, özellikle de dilin.” Bu replik işçi göçünün en büyük ve zorlayıcı sonuçlarından birinin o ülkenin dili ve o dili öğrenmek olduğunu gözler önüne sermektedir. Almanya’ya göçten sonraki süreçte, Yılmaz’ın yüklü miktarda para kazanması ve o paraları Türkiye’deki ailesine göndermesi, Yılmaz’ın misafir işçi olarak Almanya’ya gitmesi hususunun kendince işe yaradığını hissettirmektedir. Bir süre sonra Yılmaz, Türkiye’ye ailesini ziyaret için döndüğünde çocuklarının başıboş ve okul ile ilgili problemleri olduğunu keşfetmektedir. Bu disiplinsizlikten dolayı beraberinde eşini ve çocuklarını Almanya’ya yanında götürmek istemektedir. “Almanya’da disiplini öğreneceksiniz. Zira Almanların en iyi yaptığı iş.” sözü ise ailesinin ve çocuklarının da beraberinde Almanya’ya göçünün zorunlu olmasını sağlamıştır.
Daha sonraki süreçte ailenin Almanya’ya ilk gelişlerinde göçün sonuçlarının ilk kademeleri seyirci tarafından hissedilmektedir. Eşinin ilk zamanlarda Almanca bilmemesi sebebiyle marketten ekmek almakta bile zorlandığını, çocuklarının bir kelime dahi Almanca bilmeden okula başlaması gibi göçün beraberinde getirdiği sosyo-kültürel sonuçların etkilerini kolayca fark etmek mümkündür. Belli bir süre sonra memleketlerinden uzak kaldıkça göçen ailenin Alman kültürünün etkisinde kaldığı filmde açıkça gözler önüne serilmektedir. Göçün beraberinde getirdiği sosyal ve kültürel adaptasyon ve uyum göze çarpmaktadır.
Fakat film, Hüseyin’in ailesinin iki kuşak sonrasını gösterdiğinde insanın kaybetmemesi gereken ve asla kaybetmeyeceğini düşündüğü değerlerini nasıl da kolay kaybettiğini acı bir biçimde gösteriyor. Kırk yıl sonra Hüseyin’in sahip olduğu tek şey artık kendisidir. O memleketini bırakmak istemeyen eşi Fatma’nın yerinde, Alman vatandaşlığına geçebilmek için domuz eti bile yiyebilecek kadar eski benliğiyle ters düşmüş Fatma; arkadaşlarını ve köyünü bırakmak istemeyen oğulları Veli’nin ve Muhammed’in yerinde ise artık kavgalarını bile Almanca eden ve ailesinden yeni yıl kutlaması için çam ağacı süslemeleri ve hediyeler almalarını istedikleri Veli ve Muhammed vardır. Tüm bunların yanı sıra, Hüseyin’in en küçük ve Türkçe bile konuşamayan oğlu Ali’nin Alman bir eşten olan oğlu Cenk vardır. Bu kısımlarda açık ve net bir şekilde göçün aile yapısına, dillerine, yaşayış biçimlerine, kültürlerine ve sosyal yaşamlarına etkisi görülmektedir.
Film, Yılmaz’ın ilkokul çağlarındaki torunu Cenk’i Anadolulu bir Türk oluşundan dolayı okuldaki ilk gününde diğer çocukların müstehzi bakışlar eşliğinde aşağıladıkları, bunun için Cenk’i rahatlatabilmek amacıyla vaktiyle Almanya’ya neden ve nasıl geldiklerine ilişkin olarak içini bolca fanteziyle süslediği uzun bir hikâye anlatmasıyla başlamaktadır. Bu da aslında 1960’ların başlarından itibaren evlatları için biraz daha iyi bir gelecek kurabilmek adına çeşitli Avrupa ülkelerine savrulmuş milyonlarca gurbetçinin ortak hikâyesidir. Küçük bir çocuk için göçün beraberinde getirdiği en büyük sorunu (hep yabancı hissetme, dışlanma, aidiyet) film, net bir şekilde izleyiciye hissettirmektedir. Bunun sonucunda Cenk, ailesine sürekli “Biz şimdi neyiz? Türk müyüz Alman mıyız?” şeklinde sorular yöneltir. Bu bölümlerde de göçün küçük bir çocuk için nasıl bir kimlik bunalımına sebep olduğu ifade edilir.
Filmin konusuna geri dönmek gerekirse; kırk yıl sonra köyünden toprak alan Hüseyin, bir gün ailecek yemek yerken herkesin eksiksiz olarak onunla birlikte Türkiye’ye gelmelerini ister. Fakat küçük torunu Cenk hariç aileden hiç kimse bu durumdan memnun olmaz ve zorla da olsa Hüseyin ile birlikte Türkiye’ye giderler. Çünkü değişmişlerdir. Zamanında ekonomik sebeplerle gerçekleşen bu işçi göçü sadece ekonomik değişikliklerle kalmayıp her alanda değişikliğe sebep olmuştur. Sosyal, kültürel, dil, düşünce tarzı, yaşayış biçimi gibi boyutlar bu etkilenmenin başını çeker. Fakat Türkiye’ye uçakla gittikten sonra yollarına karayoluyla devam edecek olan Hüseyin, yolda kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Gerisinde, Türkiye’de kalmak istemeyen koca bir aile bırakmıştır. Burada izleyici, hissedilen ekonomik sebeplerle gerçekleşen bu göçün amacına fazlasıyla ulaştığı halde vatanında ölmek isteyen insanın eşsiz duygularına tanık olur.
Filmin son kısmında ise bu işçi göçünün göz ardı edilemeyecek kadar büyük değişikliklere neden olduğu, filmin başında Almanya’ya adım atan ailenin bambaşka bir aileye dönüştüğü çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Film, Max Frisch’in yabancılar üzerine alayla karışık anlatısından esinlenilmiş bir cümle ile bitmektedir:
“Wir riefen Arbeitskrafte, es kamen Menschen”
“Biz iş gücü çağırdık, gelen ise insanlardı.”
ELİF Berdo
Göç Çalışmaları Staj Programı