Bilge bir adam, kimiz ya da neyiz sorusuna şöyle bir yanıt vermiş:
“Biz, bizden önce olan her şeyin, gözümüzün önünde yaşanan ve bize reva görülen şeylerin toplamıyız.
Biz, varlıkları kendi varlığımızı etkileyen ve bizim de onların varlığını etkilediğimiz insanlar ve şeyleriz.
Biz, bizden sonra olan ve biz gelmemiş olsaydık, var olamayacak olan her şeyiz.’’
–Almanya’ya Hoş Geldiniz (Wilkommen in Deutschland)
Almanya’ya Hoş Geldiniz (Wilkommen in Deutschland, 2011), Yasemin Şamdereli’nin yönetmenliğini yaptığı, Almanya’daki Türk göçmenlerin yaşamış oldukları kimlik bunalımları ve entegrasyon süreçlerine dair bir Alman komedi-dram filmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hikâyenin sıcaklığını ve gerçekliğini izleyiciye geçirmede başarılı bulduğum bu film 61. Berlin Uluslararası Film Festivalinde ise bölüm yarışmasında en iyi senaryo ve en iyi film kategorilerinde 2011 yılında Deutscher Filmpreis (Alman Film Ödülleri) kazanmıştır.
Almanya’nın iş gücü aradığı 60’lı yıllarda iş için göçen ve Almanya’ya ayak basan bir milyon birinci işçi olan Hüseyin Yılmaz ve ailesine odaklanan film, ailenin iki farklı dönemi üzerine yoğunlaşır. Hüseyin’in eşini ve çocuklarını da yanına almasıyla birlikte Yılmaz ailesi Almanya’da köklenmeye başlar. Torunları olana kadar sadece bir kere Türkiye’ye giden aile, Hüseyin’in tam da Alman vatandaşlığı aldığı sıralarda ailesine Türkiye’de bir ev aldığını ve hep beraber gidip evi yapacaklarını haber vermesi ile Yılmaz ailesinin Türkiye’ye yolcuklarını temel alan film bir hikâye anlatıcılığı edası ile geçmiş ve şimdi arasında gidip gelmeye başlar. Bu geçmiş ve şimdi şeklinde ilerleyen anlatım, ailenin farklı bir kültürün içine girdiği ilk zamanlar ile daha sonrasında bu kültürü özümseyen çocuklarının Türk kültürü için düşündüklerini kapsamasıyla uyum sürecini izleyiciye oldukça iyi geçirmektedir. Filmin yönetmeni olan Yasemin Şamdereli’nin filmdeki Yılmaz ailesi gibi kendisinin de 1959 yılında Almanya’ya çalışmak için giden ilk işçi ailelerinden birinin çocuğu olması düşünüldüğünde, uyum ve entegrasyon süreci gerçekçiliğini izleyiciye hissettirmede filmin neden bu derece başarılı olduğu anlamlı hale gelmektedir.
Tüm bu uyum sürecinin yanında filmin ilk başında gördüğümüz öğretmenin, “Cenk’in bayrağını nereye koyalım?’’ sorusu ve haritanın Avrupa haritası olduğu için sadece İstanbul’u barındırması nedeni ile Cenk’in haritanın dışına yerleştirilmesi bir metafor olarak kimlik bunalımı olgusunun somut hali gibi durmaktadır. Çünkü Yılmaz ailesinin en küçüğü olan Cenk, babasının Türk ve annesinin Alman olması nedeniyle hangi kimliğe sahip olduğunu bilememekte, Türk ve Alman çocuklarının karışık olarak bulunduğu okulda arkadaşlarıyla yaşadıkları ise onu iyice bilinmeze sokmaktadır. Film tam da bu noktada, Cenk’in ailesine, “Neyim ben? Türk mü? Alman mı?’’ sorusu üzerine kuzeni Canan’ın dedelerinin hayat hikayesini anlatmaya başlamasıyla şekillenir. Bu sorunun benzeri bir röportajda yönetmen Şamdereli’ye de sorulmaktadır. Buna cevaben kendisi, kendini belirli kategorilere koymanın çekmecelere sıkışmak olduğunu belirtmek ile birlikte bu tarz sınıflandırmaları doğru bulmadığını da ifade ederek hikâyenin konusu değişiklik gösterse de öznesi her zaman insandır sözü ile soruya cevap vermektedir (Ekici, 2020).
Hüseyin’in Almanya’ya “misafir işçi” olarak gitmesinin ana nedenine bakıldığında ise eşini ve çocuklarını geçindirememesi, maddi sorunlar yaşamasıdır. Bunu ise göçün arkasında yatan ekonomik sebeplerden biri olarak değerlendirebilmek mümkündür. Bize gösterilen sahnelerde Hüseyin kazandığı paranın çoğunu memleketindeki ailesine yollamakta onları geçindirmeye çalışmaktadır. Hikâyede anlatılan Hüseyin yani nam-ı değer “dede”, iş bitip de Türkiye’ye geri döndüğünde çocuklarının düzensizliğini ve haşarılığını görmesi, onların düzen ve disiplini öğrenmesi amacıyla ailesiyle birlikte Almanya’ya göç etmek üzere olan kararını şekillendirmiş olur. Çünkü ona göre; Almanlar bu işin ustasıdır.
Gitme ve gittikten sonraki uyum süreçlerine bakıldığında ise kültür farklılıklarının ne kadar önemli olduğu ve önyargıların insanları ne kadar etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Özellikle de aileye gitmeden önce “Almanlar çok pismiş’’, “Orada sadece patates varmış’’ gibi söylemler ile gelen hediyeler tamamen önyargı ve bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Hüseyin’in çocuklarından biri olan Muhammet’e ise arkadaşının Almanların domuz eti ve insan yediğini söylemesi üzerine çocuğun Almanya’ya vardığında haç görmesi karşısında bağırıp korkması onun ne kadar travmatize olduğunun da göstergesi haline gelmektedir. Keza Yılmaz ailesi için de uçaktan indikleri andan itibaren oralar bambaşkaymış düşüncelerini görürüz. Alışkın oldukları kültürden çok farklı bir yere gitmeleri kültür şokuna neden olmuştur diyebiliriz. Nitekim Almanya’daki evlerine vardıklarında alafranga tuvalet ile karşılaşmaları bu kavramı örnekler niteliktedir. Daha önce sadece alaturka tuvalet görmüş ve ona alışmış bir ailenin bu yeni kültür karşısındaki tepkileri de oldukça eğlenceli bir şekilde ekrana yansıtılmıştır.
Bir de Yılmaz ailesinin Almanya’da gerek kalabalık aile şeklindeki yemek sofraları gerek beslenme alışkanlıkları ile Türk kültürünü devam ettirdiklerini görmekle birlikte, ailenin Alman kültürünü benimseyen üyelerinin Türkler hakkında kalıplaşmış bilgiler bulundurduğunu da birkaç sahnede görebilmekteyiz. Örneğin bunlardan biri; Hüseyin’in tek kızı olan Leyla’nın çöpçü olmak istemesini belirtmesi üzerine erkek kardeşinin ona sen kadınsın çöpçü olamazsın demesi öncelikli olarak bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği kalıbıdır. Daha sonrasında bu kalıbın ülkelere nasıl tesir ettiğini ise Leyla’nın yıllar sonra Türkiye’de kadın çöpçü görmesi ve “Çöpçüler kadın, hem de burada!’’ deyip şaşırması, söylemindeki hem de burada nın aslında Türkiye özelinde bir toplumsal cinsiyet kalıbı olarak görülür.
Film bize göç nedenlerini, göç sonrası uyum sürecini ve geri dönmek isteme/istememe gibi hikâyeyi farklı perspektiflerden anlatırken aynı zamanda Almanya’nın iş gücü için diğer ülkelere çağrıda bulunurken iş gücünün “insanlardan” oluştuğunu çok geç anladıklarını da göstermektedir. Nitekim filmin sonunda eski kayıttan gösterilen bir söyleşide, “Biz iş gücü çağırdık, gelen ise insanlardı’’ sözü bunu doğrular niteliktedir.
Günümüz Türk Alman ilişkilerini ve göçü anlamlandırabilip aktarabilmek adına Türk göçmenlerin yaşadıklarının tarihsel arka planı ve kuramlar ne kadar önem arz etse de bahsedildiği gibi giden sadece iş gücü değildi hepsi birer insandı. Ayrı ayrı kültürlere, dillere ve yaşam tarzlarına sahip olan insanlardı gidenler. Bu doğrultuda bizlere yer yer dramatik ama çoğunlukla eğlenceli ve tam bir aile komedisi sunan Wilkommen in Deutschland ise giden özne, aktör olarak insanı ele alıp, insana dair olana dikkat çekmesiyle önemli bir yere parmak basmış bulunmaktadır. Belki görsel efektleri yok ya da son teknolojili bir yeni dönem filmi değil fakat duygusal açıdan güçlü bir seyir zevki bahşettiğinden bahsetmek kesinlikle mümkün.
“Hayatımızı etkileyen birçok kararı kendimiz değil başkaları verir.’’ -Wilkommen in Deutschland, 2011
Gülce Çankaya
Göç Çalışmaları Staj Programı
Kaynaklar:
Ekinci, H. (2020) Yasemin Şamdereli: “Öznesi İnsan Olan Bir Hikâyenin Anlatıcılarıyız”. Perspektif: https://perspektif.eu/2020/07/02/yasemin-samdereli-oznesi-insan-olan-bir-hikayenin-anlaticilariyiz/ adresinden alındı