22 Eylül 2013 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimler sonrası Almanya’daki siyaset arenası iyice ısındı. Angela Merkel önderliğindeki Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU), beklendiği üzere, oylarını %7,7 arttırarak %41,5’lik oy oranı seçimlerden açık ara birinci çıktı. Ne var ki, Hıristiyan Demokratlar, 630 sandalyeli Bundestag (Almanya Federal Parlamentosu)’da tek başına iktidar olabilmek için gerekli olan salt çoğunluğu (316 sandalye) 5 sandalye farkla kaçırdı (311 sandalye kazandı).
Bunun yanı sıra, mevcut hükümette Hıristiyan Demokrat Birlik partilerinin koalisyon ortağı olan ve nispeten uyumlu ve uysal bir tutum sergileyen liberal cenahtaki FDP (Hür Demokrat Parti)’nin %4,8 oy oranı ile barajın altında kalarak parlamentoya girememesi, Merkel’in siyasal hesaplarına darbe vuran bir başka faktör olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar muhalefetteki SPD, Sol Parti ve Yeşiller de büyük bir başarısızlığa uğramış gibi görünüyorlarsa da, Merkel’in, yeni bir hükümet kurabilmek için bu partilerden birinin desteğine ihtiyaç duyuyor oluşu, Almanya’da yeni hükümet tartışmalarının gündemin birinci sırasına oturmasına neden olmuştur.
Katılımın %71,5 ile düşük bir seviyede kaldığı seçimler, Alman toplumunun önemli bir bölümünün, karşı karşıya kaldıkları sorunlar ekseninde, siyaseti ve mevcut aktörleri bir umut olarak görmekten vazgeçtiklerini ortaya koymaktadır. Esasında bu, Avrupa genelinde ve Gezi Olayları bağlamında Türkiye’de de görülen protesto gösterilerinde dile getirilen taleplerin siyasal spektruma yansıtılması anlamında, toplumun önemli bir bölümü ile mevcut siyasal aktörler arasında önemli bir uçurumun oluştuğunu göstermesi bakımından önemlidir. Mevcut siyasal aktörlerin karşı karşıya kalınan sosyal, ekonomik ve siyasal meselelerin çözümünde bir umut olmasını beklememesine karşın, Almanya’da çok güçlü olan vatandaşlık bilinci çerçevesinde sandığa giderek “kerhen” oy veren sessiz çoğunluğu da hesaba katarsak, Merkel’in kendi kişiliğinden kaynaklanan popülaritesi ve toplumsal meşruiyeti dışında, Alman siyasetinin ciddi bir kriz yaşadığını söyleyebiliriz. Ne var ki, Almanya’nın Avrupa’yı sarsan ekonomik krizden, güçlü ekonomisi sayesinde daha az etkilenmiş olması ve işsizlik rakamlarının dramatik bir artış göstermemesi, artan toplumsal huzursuzluğa ve özellikle yabancı düşmanlığına karşın, büyük çaplı sokak eylemlerinin gündeme gelmesini engellemektedir. Hatta toplumda biriken tepkinin kendilerine oy olarak yansımasını bekleyen Almanya İçin Alternatif (AfD), Almanya Milliyetçi Partisi (NPD) ve Almanya Korsan Partisi gibi siyasal aktörlerin de barajı aşarak meclise girememiş olmalarının en önemli nedeni de, az önce bahsetmiş olduğum, sokak eylemlerinin yaşanmamış olması ve ekonomik durumun Avrupa geneline oranla iyi durumda olmasıdır.
Mevcut konjonktürde, Almanya’nın yeni hükümetinin kurulabilmesi yönünde görüşmeler devam etmektedir. Bu görüşme ve tartışmaların 30 gün içerisinde sonlanması ve hükümetin kurulması beklenmektedir. Ne var ki, seçimlerden yara almadan çıkan tek aktör, Merkel liderliğindeki Hıristiyan Birlik Partileri’dir. Ancak FDP’nin barajın altında kalması sonrası, Hıristiyan Demokratların hükümet kurabilmek için, ciddi bir sarsıntı yaşayan SPD ya da Yeşillerin desteğine ihtiyaç duyması sürecin uzamasına yol açmaktadır. Hıristiyan Demokratların, tıpkı SPD ve Yeşiller gibi, seçim öncesi dönemde Sol Parti (Die Linke) ile koalisyon görüşmesi yapmayacağını açıklamış olması, Sol Parti’nin koalisyon hesaplarının dışında tutulmasına yol açmaktadır. Nitekim serbest pazar ekonomisine ve NATO üyeliğine karşıt, devrimci bir çizgi benimsemiş ve özellikle Türkler başta olmak üzere göçmenler nezdinde ciddi bir desteğe sahip olan Sol Parti’nin de sistemin içerisinde yer aldığını belirttiği Hıristiyan Demokratlar, Sosyalistler ve Yeşiller ile bir koalisyon içerisinde yer almayacağını belirttiğini biliyoruz. Doğu Alman bölgeciliğini de bünyesinde barındıran Sol Parti, son seçimlerde %3,3’lük oy kaybına uğrayarak %8,6 oy almış olmasına karşın Yeşillerin üzerinde yer almıştır.
Yeşiller ise %8,4 oy alarak parlamentodaki varlığını sürdürmüştür. Ne var ki, partinin oy oranındaki düşüş, parti içi dengeleri sarsmış ve başta eşbaşkanlardan Claudia Roth, meclis grup başkanları Renata Künast ve Jürgen Trittin olmak üzere birçok önemli isim görevlerinden istifa etmiştir. Yeşillerin diğer eşbaşkanı Cem Özdemir ise, şimdilik kaydıyla, görevine devam edeceğini açıklamıştır. Yeşillerin oy kaybına uğramasının en önemli nedenleri, seçim propagandası esnasında vergilerin arttırılması yönünde izledikleri politika, Japonya’daki Fukuşima Krizi sonrasında Merkel hükümetinin nükleer santralleri kapatma yönünde aldığı kararla Yeşillerin en önemli propaganda araçlarını ellerinden alması ve özellikle Sol Parti’nin göçmen oylarının önemli bir bölümünü Yeşillerin elinden almasıdır. Yeşillerdeki sarsıntı devam ettiği için, partinin geleceğine ilişkin karar alma noktasında ciddi bir sıkıntı yaşanmaktadır. Merkel’in ekonomi politikalarına ve özellikle vergiler noktasında aldığı kararlara (vergi oranlarını yükseltmeme) karşı çıkan ve genel itibarıyla SPD’nin geleneksel koalisyon ortağı olarak bilinen bu partinin, Hıristiyan Demokratlarla aynı hükümet içerisinde yer alma fikrine sıcak bakmadığı bilinmektedir.
SPD ise seçimlerde oylarını %2,7 oranında arttırarak %25,7’lik bir temsil oranına ulaşmıştır. Ne var ki, bu sonuç Sosyal Demokratlar için tam bir başarısızlık olarak görülmektedir. Parti içi liderlik hesaplarının ayyuka çıktığı, Merkel tarzı karizmatik bir önder bulamayan ve izlenecek ekonomi politikaları konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşayan SPD, özellikle “zenginden daha fazla vergi alınması” yönündeki politikası ekseninde, özellikle orta-üst sınıf ile işadamları nezdinde “sermaye düşmanlığı” ile yaftalanmıştır. Schröder’in şansölyeliği döneminde yapılan “üçüncü yolcu” ekonomik reformlar ile sosyal devlet ve kapitalizm arasındaki dengeyi sağlamaya çalışan SPD, bu reformların ortaya çıkardığı toplumsal krizden olumsuz yönde etkilendiğini ve Merkel’in, kendilerinin yaptığı bu reformlar sayesinde, Avrupa’yı saran ekonomik krizden kaçınabildiğini kaydetmektedir. Ne var ki, bu açıklamalar, pratikte herhangi bir sonuç doğurmamaktadır. Zira bu reformları sahiplenen ve çeşitlendiren Merkel, güçlü kişiliği çerçevesinde Avrupa’nın lideri rolünü de kendisine eklemlemiş ve seçimlerden büyük bir farkla galip ayrılmıştır. Ne var ki, Merkel, FDP’nin barajın altında kalması sonrası, halkın da isteğini göz önünde bulundurarak SPD ile koalisyon kurmanın eşiğindedir. Hatta SPD’nin kafa karıştıran parti içi bürokrasisi onay verirse, çok büyük bir ihtimalle yeni bir “büyük koalisyon” oluşturulacak ve bu pragmatik koalisyon Merkel’in kişiliğinde temsil edilecektir. Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar, özellikle vergi reformu konusunda anlaşamamalarına karşın (Hıristiyan Demokratlar vergi oranlarının arttırılmasına karşı, Sosyal Demokratlar daha önce de bahsettiğim üzere zenginden daha fazla vergi alınmasını istiyor, zira Merkel’in açıkladığı 30 milyar dolarlık kalkınma paketi başka türlü finanse edilemez düşüncesi hâkim) bir orta yol bularak koalisyon hükümetini oluşturacaklardır. Zira SPD, muhalefette kaldığı bu dönemde, hükümetin dışında kalmanın kendisine yararı dokunmadığını, hatta parti içi çekişmelerle sarsıldığını görmüştür. Bu bağlamda, göz önünde bulunmasının ve Merkel’in yükselişini dengelemesi gerektiğinin farkına varmıştır. Angela Merkel ise, hem kendi kişiliğinin uzlaşmacı yönünü ortaya koyarak desteğini arttırmak hem de Sosyal Demokratların ekonomi politikaları konusundaki çalışmalarından yararlanmak istemektedir. Zira Schröder dönemindeki reformların kendi işine yaradığını görmüştür. Merkel, SPD ile kuracağı büyük koalisyonun halkın isteği olduğunu da gördüğü için (yapılan anketler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır, nitekim hem CDU/CSU hem de SPD seçmenleri yarıdan fazla bir oranla büyük koalisyonu desteklemektedir), güçlü ve meşru bir hükümetin başında bulunmayı da arzulamaktadır.
Almanya Seçimleri sonrası SPD, Yeşiller ve Sol Parti’nin bir araya gelerek koalisyon kurmasını ve böylece Merkel’in iktidardan düşürülebileceğini kaydeden yorumlar da yapılmaktadır. Nitekim bu üç parti Bundestag’da 319 sandalyeye sahiptir. Ancak gerek SPD ile Yeşillerin, Sol Parti’ye olan bakış açıları, gerekse de seçimler sonrası ciddi bir meşruiyete sahip olduğu bir kez daha ortaya konmuş olan ve şansölyeliğe devam etmesi istenen Merkel’i iktidardan indirmenin ahlaki ve demokrat bir tavır olmaması, bu partileri böyle bir yol izlemekten alıkoymaktadır. Bu seçenek, ancak son tercih olarak, Hıristiyan Demokratlar SPD ya da Yeşillerden biriyle anlaşma yoluna gitmezse ele alınabilir. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, yakın bir gelecekte Almanya’yı, Merkel’in önderliğinde Hıristiyan Demokrat Birlik partileri (CDU/CSU) ile Sosyal Demokratlar (SPD) arasında teşkilatlandırılacak “büyük koalisyon” yönetecektir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü