Her insanın hayatında bir dönüm noktası vardır ki, ömrünün kalan kısmına ya ışık tutar ya da tamamen karartır. Bu bazen seçim şansı olmadan doğduğumuz yerle veya ebeveynimizle bir tutulmak, istemediğimiz bir okulda ya da bölümde okumak böyledir. Meslek ve eş seçimleri de böyledir. Bazen “mantık evliliği” adıyla kendimizi teselli etmeye çalıştığımız olgularla hareket ederek mali endişeleri önde tutarak yaptığımız eş tercihi, bazen de ömrümüzün herhangi bir safhasındaki eğitimimiz esnasında hocamızın söylediklerinden kulaklarımızda kırıntı olarak kalan bir kaç kelimelik bir söz bu cümledendir.
Benim de hayatımda böyle bir an vardır ki, hayatımın akışını tamamen ve bir daha dönmemecesine değiştirdi. 2038 senesiydi. Fakülte son sınıf öğrencisiydim. Âdetim olduğu üzere Samsun’daki Caveat Emptor adlı bir sahaftaki kitaplara bakınıyor, yararlı olabileceğini sandıklarımı seçip, ödeme yapmak için sahafın ahşap masasına yerleştiriyordum.
Aradan bir ya da bir buçuk saat geçmişti ki, çaktırmadan cüzdanıma bir göz atıp beş tane İngilizce kitap seçebilmiştim. O zamanın parasıyla kaç para ödedim hatırlamıyorum—çok önemliydi sanki! Sahafa KDV fişi vermek istemediği için, istemeyerek de olsa nazikçe teşekkür ederek dükkândan çıktım. Kitaplarımı incinecekler korkusuyla hafifçe göğsüme bastırıp evin yolunu tuttum. Yine yağmur yağıyordu Samsun’da.
Eve vardığımda aşçılık sırası gelen arkadaşımın, yine en ucuz ve en kolay yemek olan hamsi buğulaması yaptığını gördüm. Neyse, üzerinize afiyet, oturup hamsileri bir güzel tıkındık. Daha sonra ben odama çekildim ve bir Tokat sigarası yakarak aldığım kitapları gözden geçirmeye başladım. İçlerinde en ilgimi çeken, karton cildi epey yıpranmış, sayfa boşluklarına notlar düşülmüş olanıydı: Plato and the Foundation of the First University. Belliydi ki ilk sahibi Pascal Ushakis kitabı okumamış, adeta satır satır yemişti. Yaklaşık dört yüz sahife olan kitabın not düşülmemiş bir sahifesi yoktu. İçimden tanıma fırsatım dahi olmayan Pascal’a kıskançlıkla karışık bir hayranlık duydum. Aman kitaplara yazı yazmayın diyen hocalar geldi aklıma! Her kitabın ayna zamanda bir defter olduğunu sonradan anlamıştım. Okumanın aslında yeniden yazmak olduğunu da.
Kitapta Plato’dan ve hocası Sokrat’tan bahsediliyor ve aslında belki de bugün Plato’ya atfedilen fikirlerin Sokrat’ın kendinden önce yaşamış filozoflardan devşirdiği, onları Plato’nun diyaloglara dönüştürdüğünden dem vuruluyordu. Bunlar zaten bildiğim şeylerdi! Geçtim.
Hemen kitabın indeksini açıp en gerekli şeylere çarçabuk bakma yolunu tuttum. Ertesi gün sınavım vardı ve çalışmam gerekiyordu. İndeksi sonuna kadar taradıktan sonra kitabın, son beş yaprağının aslında matbu olmadığını ve bu artakalan sayfalara muhtemelen Pascal tarafından İngilizce bazı notlar alındığını fark ettim. Pascal’ın el yazısı bizim hattatları ve kendini hattat sayan çömezleri kıskandıracak güzellikte idi. Dolmakalemle yazıldığından dolayı sanırım çay veya kahve damlamıştı ve bazı kısımlar okunamaz durumdaydı.
Fakat o da ne! Bu, tarihleri kaydedilmemiş bir günlüktü. Birden garipsedim. “Be adam!” dedim içimden, “böyle hatırat mı, günlük mü belli olmayan beş yapraklık bir şeyi yazacak kadar elinde kâğıt yok muydu?” Sonra da “aniden böyle bir şeye karar verdi herhalde. Belkide bir acelesi vardı,” diye bu durumu olduğunca makul karşılamaya çalıştım. İşte hayatımda dönüm noktasını oluşturan, bu beş yaprağa sığmış çoğu da okunamayan bu yazıdır. Okuyabildiğim sayfaların bir kısmını Türkçeye çevirerek aşağıda alıntıladım:
“Bu gün itibariyle araştırma görevlisi olarak Sespolesque Ünivesitesinde geçirdiğim üçüncü yıl bu. Notlarımı düştüğüm bu kitabı okuduktan sonra akıntıya kürek çekmekle geçirdiğim yıllara acımamak işten değil. Plato’nun Atina yakınlarında kurduğu üniversitenin adı Academus ya da Hecademus’dan mülhem Academy imiş. Aristo’nun Attica’da kurduğu üniversitenin adı ise Lyceum, yani lise. Bizim üniversite sanırım Aristo ekolünden geliyor. Çünkü içindeki …(okunamıyor)lere bakılırsa burası farklı bir şey. (…)
Tabii ki başka farklılıkları da yok değil. Şehrin dışına yapmışlar: hem hayattan hem de şehir halkından uzak ve kopuk olarak yasamak gaye edinilmiş. Halk bize, biz de halka başka türlü bakıyoruz. Okulun binaları şeklen sıra sıra koyunlar gibi. Bu fiziki ilişki bende psikolojik şartlandırma amacına yönelikmiş gibi geliyor. Kimbilir belki de tersi… Üniversitemizin giriş-çıkış yolları tek yönlüdür. Gelip giderken sağa-sola bakmak yasak olup bakanlar cezaya maruz kalırlar, asayişe mugayir hareketten.
Burası gelişmekte olan bir üniversite. Devlet azgelişmiş diğer okullar gibi buraya da belli bir özel ödenek ayırıyor, gelişsin diye. Yalnız benim gözlediklerim farklı. Muhakkak ki gözle görülür bir gelişme var, fakat bu okulda okul mensuplarının…(okunamıyor) da. Aslında bunu söylemek biraz haksızlık oluyor. Çünkü üniversitemizde bir borsa temsilcisi, bir döviz bürosu ve bir de araba galerisi var. Hepsi de en faal kurumlar. Bir rivayete göre burasını yerinde eskiden bir çiftlik varmış diğer bir rivayete göre de bir askeri kışla… Belki de ikinci rivayet daha doğru çünkü burada yapılan her şey askeri hiyerarşiye uygun özellikte yapılıyor. Astların değişmez kuralı kendi astlarını ezmek ve kendi üstlerine karşı elpençe divan olmaktır.
Işte bu nedenledir ki ben buraya geldiğimden beri sesim kısıklaştı. Çünkü alçak sesle konuşmak esastır burada. Sesinizi kısarak ve boynunuzu muhatabınıza eğerek fısıldamak gerekiyor. Ara sıra memlekete gittiğimde insanları çok yüksek konuştukları konusunda uyarmak zorunda kalıyorum. Onlar da benim sesimi duyamadıklarından, birkaç defa tekrar etmek zorunda kalıyorum söylediklerimi.
Dolayısıyla, buradan Roma’ya çıkan tek bir yol vardır. Ve sukut her zaman 24 ayar altındır. Bu yüzden Midas’tan daha zengin oldum. Sabah akşam darphane gibi altın basıyorum. Sukut ve sükûnetten dolayı karıncalar olmasa da cırcırböceklerinin sesleri yalama olmuş çarklar gibi gürültü koparır. Ya bir de karıncaların sesleri de duyulsaydı ne olurdu halimiz? Allah korusun!
Dediklerine göre bir de Tenth Village Universitesi varmış ki oradakiler gümüşü tercih ederlermiş. Bizim burada artık altından bıkanlar ya da altını pek sevmeyenler orada ya da Asylum adlı bir yerde ikamet ederlermiş. (…)
Zamanla benim altınlarım çok arttığından bu bende rahatsızlık yapmaya başladı. Doktora tezimi de bitirmem gerektiği bana her defasında vurgulanıyordu. Aksi halde adamdan sayılamayacağım söyleniyordu. Aksi halde, üniversitenin kutsal merdiveninin birinci basamağından yukarı çıkamayacağımı söylüyorlardı. İşin garibi, merdivende bir basamak yukarda olanlar, bir basamak aşağıda bekleyenlere de benzer şeyler söylüyorlardı. Ancak üst basamağa çıkanlar zaten basamakları yukarı doğru sökerek zıplıyorlardı.
Dahası, tanıdıklarım bir üst basamağa çıkmadan önce kendi basamaklarının en iyisi olduğunu, manzarasının en güzel olduğunu söylüyorlardı. Tabiatıyla ben de herkes gibi kendi basamağımdan son derece memnundum. Bırakmak da istemiyordum. Bu durum bazılarına garip geliyordu. Hâlbuki ben bu basamağa oturabilmek için kaç tane kart koparmıştım tanıdıklarımdan ve tanımadıklarımdan. Doğduğum yer olan Kartistana ben nasıl ihanet edebilirdim? İşe girmede kullandığım kartın yerine şimdi banka ve kredi kartı kullanıyorum diye Kartistanlı olduğumu unutmam mı gerekiyordu yani? Üstelik de Diyojen gibi bir akrabamın resmini devamlı cüzdanımın içinde her gittiğim yere ta (okunamıyor)… (…)
Bugün okuldan erken döndüm eve. Yesman kadrosundaki birisine bozuldu kafam ve Kafamdan kah Hamlet geçti kah Orestes. Sonra Sokrat’ın silueti belirdi gözlerimin önünde. Gene yalınayak togasına sarınmış Atina sokaklarında dolaşıyordu. Belli ki kafası gene bir şeylerle meşguldü. Ah Sokrat ah! Sana mı kaldı “nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” Sen mi …(okunamıyor) dünyayı? Durup dururken niye Aristophanes’in diline niye düşersin? Tiran ne derse onu yap gitsin! “Düş kur, ama düşünme yoksa düşersin.” diye boşuna mı demişler? (…) Oda ne! Sokrat bir binaya doğru yöneliyor. Burası bildiği bir bina, ama girişteki yazı değişmiş. Academy yazısı gitmiş yerinde “Lise” bütün ihtişamıyla yükseliyor. Viva… Viva… Viva… …(okunamıyor).
Sokrat’ı öylesine üzgün görmek bana çok koydu. Bir ara bana doğru gelir gibi oldu. Sonra sanki vazgeçti ve geriye dönüp on adım kadar attı. Bana “takip et beni!” dercesine kollarını açıp parmaklarını açıp kapamaya başladı. Farkında olmadan ileriye doğru bir adım atmışım yerimden doğrularak.
Birden sağ ayağımda bir ağrı hissettim. Ayağımı odamdaki altın külçelerinden birine çarpmıştım. O an durakladım. Acıyla yüzümü buruştururken birden Sokrat’ın demir parmaklıklar arasında mesut ve mütebessim bir şekilde ve bir kâseyi dudaklarına götürdüğünü gördüm. Ve aynı mutluluk içinde hafifçe yere oturduğunu. Bir ara vücudunun seğirdiğini fark ettim ve arkasından sükûnete erdi. Şekiller dünyasından fikirler dünyasına elveda Sokrat… Hayır hayır bekle beni…”
Buradan sonraki kısımlar kırmızı bir lekeyle kaplı okunamıyordu. Sanki meraktan çıldırtmak istercesine Pascal’in yazdıkları bulandıkları kırmızı lekenin perdesiyle karanlıklara gark oluyordu. Pascal’a bir meslektaş olarak saygı duydum o an. Tarifi imkânsız türdendi. Gazali’yi hatırladım. Sonra Ebu Hanife’yi, zindanlarda çektiklerini hatırladım. Emir’in karşısında ilim adamının haysiyetini hayatlarına nakşeden şahıslardı onlar ve niceleri.
Ertesi gün hemen bir tane laptop çantası aldım, arkadaşlardan aldığım borç parayla ve içine sahaflardan aldığım o son beş kitabı koydum. Laptop olmasa da olurdu. İmaj önemliydi. Çantanın kulpunu ortalayarak kâğıda yazdığım “Yes” yazısını yerleştirdim. Gittiğim yere çantamı götürüyordum. Bazıları şaşırıp sormaya yeltendiler. Kahvehaneye gelirken de çanta getirilmez ki diye. Hepsine güldüm geçtim. Bilmedikleri bir şey vardı. Benim yaptığım ileriye dönük bir alıştırma bir idmandı. Akademisyen olacaktım…
Önce doktora bitecekti, sonra “iyi ilişkiler” ve “tanıdıklar” lazımdı. Yok’tan var eden yanında YÖK’le var olmak arasında bocalamak neydi ki? Tercih belliydi. Gazali, İbn-i Hazm, Yusuf Has Hacip unutmak lazımdı. Kâtip Çelebi’nin Dusturu’l Amel’ini görmeye zaten gerek yoktu. Ee… zaten yüzde doksanı ekonomist, yüzde doksan beşi deprem uzmanı ve yüzde yüzünün de din alimi olan ülkede başka nasıl olabilirdi ki! Machiavelli’nin Prince’ini aldım elime bir daha da bırakmadım…
Metin BOŞNAK
Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi