Adana Mutabakatı ve Bugün

Türkiye’de son aylarda Suriye’deki muhalif toplumsal hareketlere yönelik artan baskılar ve devlet güçlerinin isyancılara yönelik yaptığı katliamlar nedeniyle bu ülkeye yönelik tepkilerin giderek yükseldiği ve hatta bir askeri müdahalenin konuşulduğu günlerde, Türkiye’ye şimdilerde bu ülkeye müdahale hakkını verdiği iddia edilen[1] 1998 tarihli Adana Mutabakatı’nın nasıl bir ortamda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.

1998 yılı Türkiye’de terör olaylarının yine yükselişe geçtiği ve toplumsal öfkenin üst düzeye ulaştığı bir yıldı. 28 Şubat sürecinin ardından muğlâk bir dönemden geçen ve ordunun ön plana çıktığı Türkiye’de sinirler; hem siyasal gerginlikler, hem de PKK terörünün yol açtığı milliyetçi öfke nedeniyle hatırlanacağı üzere üst noktadaydı. Suriye’nin PKK terör örgütüne uzunca bir süredir destek verdiği de Türk devletince biliniyordu. Böyle bir ortamda, 1998 sonbaharındaki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuda alınan karar gereğince, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay şehrine giderek burada bu ülkeye yönelik çok sert bir konuşma yapmış ve bu ülkenin teröre destek vermeye devam etmesi halinde Türkiye için bunun bir savaş sebebi sayılacağını söylemişti.[2] Ateş’in bu açıklamasının ardından Türk ve dünya kamuoyunda Suriye ile Türkiye arasında savaş çıkma ihtimalinin arttığına yönelik yayınlar Suriye yönetimini endişelendirmiş ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Suriye ve Türkiye arasında mekik dokuyarak, savaşı önlemek adına arabulucu bir rol üstlenmişti.[3] Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu daha sonra yaptığı bir açıklamada Türkiye’nin o dönemde savaşa tam anlamıyla hazır olmadığını, ancak Türk basınının da çabalarıyla Suriye’nin böyle bir algıya kapılarak geri adım atmak zorunda kaldığını ifade etmişti.[4] Aslında Türk hükümetinin ordunun hazırlanmasından daha büyük bir endişesi, bu savaşı fırsat bilecek Yunanistan’ın batıda bir şeylere kalkışmasıydı.[5] Ayrıca Başbakan Bülent Ecevit terör örgütünün Suriye’den çıkarılması durumunda Irak’ın kuzeyine yerleşebileceği ve bunun Türkiye için daha büyük bir sorun yaratabileceği endişesindeydi.[6] Bunlara ek olarak dönemin Dış İşleri Bakanı merhum İsmail Cem kendi şahsi bağlantıları sayesinde Fransa’nın Türkiye’nin böyle bir müdahalesine ses çıkarmayacağını düşünse de, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin’in böyle bir askeri operasyona çok ciddi tepki verebileceğini düşünüyordu.[7] ABD de aslında böyle bir operasyona karşıydı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektup Türkiye’nin Mübarek’in arabuluculuğunu kabul etmesini telkin ediyordu.[8] Mübarek’in arabuluculuğu sonucunda Suriye geri adım atmak zorunda kalmış ve Türkiye ile Suriye arasında çok ciddi bir gerginlik sonrası Adana Mutabakatı imzalanmıştı. Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998’de Türk heyetine başkanlık eden büyükelçi Uğur Ziyal ve Suriye heyetine başkanlık eden Siyasi Güvenlik Başkanı Tümgeneral Adnan Badr El Hassan arasında imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Suriye, Türkiye’nin güvenlik kaygıları konusunda Türkiye’ye bazı sözler vermiş oluyordu.[9] Dönemin Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’e göre belki bu anlaşma Suriye’den terör örgütünün hemen tasfiyesi sonucuna yol açmayacaktı ama PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de saklanmasının engellenmesi ve iki ülke arasındaki iyi niyetin ortaya konması açısından çok önemliydi.[10] Nitekim bu sürecin devamında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarak bir süre Rusya ve İtalya’da saklanması, daha sonrasında ise Kenya’da Yunanistan büyükelçiliği yakınlarında yakalanması süreçleri yaşanmıştı.[11]

Peki Türkiye’nin 14 yıl önce, üstelik demokrasisini sendeleten 28 Şubat sürecinin hemen ardından medyanın da desteğiyle başarıyla gerçekleştirdiği psikolojik operasyon bugün hangi ölçüde yapılabiliyor ve yapılamıyorsa eksiklikler nedir biraz da bu konu üzerinde duralım. Bunu yapabilmek için öncelikle iki durum arasındaki somut farklılıkları dikkate almamız gerekiyor. Birinci durumda Türkiye kendisine yönelik faaliyetler yapan bir terör örgütüne destek sağlayan komşusu Suriye’ye yönelik ulusal menfaatleri doğrultusunda bir müdahaleye hazırlanıyordu ve eli bu anlamda hukuki ve ahlaki olarak son derece kuvvetliydi. Realizm perspektifiyle hareket eden Türkiye, sert güç kullanma tehdidi ile Suriye’yi caydırmış ve diplomasi ile krizi kan dökülmeden çözmeyi başarmıştı. Bugün ise Türkiye ulusal menfaatlerinden öte ilkesel olarak savunduğu demokrasi ve insan hakları bağlamında (İdealizm) Suriye’deki rejimin katliamlarını kınıyor ve burada akan kanı durdurmak için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunuyor. Türkiye’nin eli ahlaki açıdan yine son derece kuvvetli olmasına karşın, Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in vetosu sonrası hukuki olarak henüz bir aşama kaydedilememiş durumda. Bu noktada Türk kamuoyunda, geçen yıllar içerisinde ülkede yaşanan önemli değişim ve dönüşümlere rağmen hala İdealizm perspektifinin yeterince kuvvetlenmediğini ve taban bulamadığını söylemek mümkün. Zira bugün Suriye’de yaşananlar PKK teröründen bile daha vahşi de olsa, Türk kamuoyu kendi vatandaşlarına ve askerlerine zarar gelmediği için aynı ölçüde bir duyarlılık göstermiyor. Bu noktada kamuoyunu etkilemek için hükümetin kaçınmaya çalıştığı bir yöntem olan mezhepsel rekabetin gündeme getirilmesi ise hem Türkiye’nin sosyal barışı, hem de demokratik düzeyi açısından asla başvurulmaması gereken bir yöntem. Hatta Türkiye’nin şu an Suriye’ye yönelik daha aktif politikalar izleyememesinde iktidarın geçmişteki bazı uygulamalarından rahatsız olan farklı inanç grupları ve laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerin muhalefetlerinin de etkili olduğunu söylemek mümkün. İktidarın bu açıdan farklı toplumsal kesimlere yeterince güven verememesi ve böylesi bir ortamda 4+4+4 eğitim reformu gibi tartışmalı bir projeyi gündeme getirmesinin ne derece yanlış bir hamle olduğu açıkça ortada.

1998 ile 2012 arasındaki ikinci önemli farklılık kuşkusuz ordunun durumuyla ilgilidir. 1998’de demokrasiye “balans ayarı” niteliğinde olduğu iddia edilen bir müdahalede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, içeride ve dışarıda demokrat çevrelerden gelen kimi eleştirilere rağmen gücünün zirvesinde ve savaşma konusunda oldukça azimli bir görüntü çizmekteydi. Bugün ise demokratikleşme sürecinin doğal bir sonucu olarak yaşanan hukuki süreçlerde hoyratça davranılması, tutuklu yargılama usulünün infaza dönüşmesi ve suçluluğu ispat edilen kişiler yerine ordunun bir bütün olarak itibarının zedelenmesi sebebiyle ordunun müdahale konusunda daha isteksiz bir görüntü çizdiğini, dahası içeride ve dışarıda orduya duyulan güvenin oldukça azalmış olduğunu söylemek mümkün. Zaten bu yüzden 1998’i çağrıştırır şekilde 2011 yılı sonlarında Suriye sınırına giderek Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerini denetleyen Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nun ziyareti ne iç, ne de dış basında beklenen ilgiyi görmedi ve sonuçta da ciddi bir etki yaratamadı.[12] Bu noktada Türk kamuoyuna ek olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de henüz demokrasiyi yayma fikrini, uğrunda savaşılması gereken bir değer olarak görüp görmediği son derece tartışmalı bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda dış politikada etkinliğini arttıran ve bir bölgesel güce evrildiği söylenen Türkiye’nin bu ani ve çok hızlı gelişim süreci, bu gelişimin beraberinde getirdiği sorumlulukların Türkiye kamuoyuna ve kurumlarına yeterince ciddi ve kapsamlı ölçüde anlatılamamasına neden olmuştur.

1998 ve 2012 arasındaki bir diğer önemli fark da PKK ve Kürt meselesinin konum değiştirmesiyle ilgilidir. 1998’de Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin birkaç yıldır zaten ağır kayıplar verdirilen PKK’ya çok ağır bir darbe olacağı ve terör örgütünün bitirilme noktasına getirileceği umulmaktaydı. Günümüzde ise bu durumun oldukça zıttı bir şekilde Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin Suriye’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşmesi muhtemel bir Kürt bölgesinin oluşmasına yol açabileceği ve Arap Baharı’nın Kürt Baharı’na dönüşebileceği endişeleri bulunmaktadır. Bu endişelerin gerçekçi temellerinin olup olmadığı tartışılır olmasına karşın, özellikle Kuzey Irak yönetiminin varlığı ve bağımsızlığa yönelik sinyallerinin, dahası Türkiye’de yıllar içerisinde siyasallaşan ve zemin kazanan Kürt milliyetçiliğinin daha etkili bir konumda olmasının devletin güvenlikçi ve içe kapanmacı reflekslerini güçlendirdiği görülmektedir.

1998 ile 2012 koşulları arasındaki kanımca en büyük fark ise bölgesel durumla ilgilidir. 1998’de Türkiye’nin Suriye’ye girmesi muhtemelen iki ülke arasında bir süre devam edecek ve Türkiye’nin üstünlüğü ile sonuçlanacak bir savaş senaryosunu gündeme getiriyordu. Bugün ise İran’ın nükleer programının sona erdirilmesini bir varoluş meselesi olarak gören İsrail’in endişeleri, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık düşleri ve Kürt meselesinin patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesi, Irak’ta ve Lübnan’daki mezhepsel gerginlikler ve tabii ki Rusya ve Çin’in bu bölgesel meseleye gösterdikleri özel ilgi nedeniyle Türkiye’nin yapacağı küçük bir hamle peşi sıra çok büyük yeni hamlelerin ve bölgesel bir savaşın tetikleyicisi olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin 1998’den farklı olarak çok daha temkinli ve soğukkanlı hareket etmesi gerekmektedir.

Bu ciddi farklılıklara ek olarak Türkiye’de yıllardır alışık olunmadık şekilde üç dönem üst üste tek parti iktidarı kuran Adalet ve Kalkınma Partisi’ne muhalif kesimlerin iktidar olma şanslarını düşük gördükleri ve bu partinin kendilerine yönelik tutumlarını iyi niyetli bulmadıkları için bu olayda Türkiye’nin 1998’den farklı olarak tek ses veremediği, bunun da Türkiye’nin elini zayıflattığı söylenebilir. Yine 1998’de medyanın çok daha aktif ve etkin bir pozisyon alması durumu karşımıza çıkarken, şimdilerde medyada da oldukça kararsız ve nereye gittiğini bilmeyen bir havanın yansıtılması Türkiye’nin çizgisini belirsiz kılmaktadır.

Tüm bu farklılıklara ve sorunlara karşın, Türkiye’nin 1990’ların sonlarından itibaren demokrasiyi ve insan haklarını bir dış politika normu olarak kabul etmesi (bu konuda da son yıllarda bazı hatalar yapılmıştır – Sudan Devlet Başkanı Ömer El -Beşir’e verilen destek gibi) alkışlanacak bir husustur. Fakat bu hususları kullanarak “insani müdahale” refleksleri geliştirmek için, Türkiye’nin öncelikle kendi zayıf karnı olan siyasal ve sosyoekonomik sorunlarını çözmesi ve kamuoyunu bu yeni strateji doğrultusunda yeniden yapılandırması gerekmektedir. Dahası bölgede İran-İsrail, Sünni-Şii gerginliklerinin zirvede olduğu bir dönemde Türkiye’nin insani endişeleri ve iyi niyetli yaklaşımlarının her zaman için istismar ve heba edilmesi riski bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye her şeye rağmen öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda soğukkanlı ve akılcı hareket etmelidir.

Dr. Ozan ÖRMECİ

Kaynakça:

– “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.

– Cem, İsmail. 2001. Turkey in the New Century. Mersin: Rustem Bookshop.

– Dündar, Can. 2008. Ben Böyle Veda Etmeliyim “İsmail Cem Kitabı”. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Milliyet, 9-10 Kasım 2007.

– “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.


[1] Bu konuda bir makale için; “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.

[2] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 226.

[3] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 227.

[4] Milliyet, 9 Kasım 2010, sayfa 20.

[5] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.

[6] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.

[7] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.

[8] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.

[9] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 85.

[10] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 86.

[11] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 228.

[12] Bu ziyaretle ilgili detaylar için; “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...