21 Mart 2013 tarihinde Türkiye, adı zar zor olsa da sonunda belirlenebilmiş “Kürt Sorunu”nun çözülmesi gayesiyle yepyeni bir sürece girdi. Diyarbakır’da Nevruz mitinginde Abdullah Öcalan’ın mektubunun okunmasıyla resmen başlayan bu süreç şüphesiz ki içerdiği mesajlar ve çağrılarla Kürt hareketinde yeni bir dönemi başlattı. Öcalan mektubunda modernleşmiş bir Kürt kavramından, kardeşlikten, barıştan sıkça söz etti; fakat asıl ilgi çekici olan Öcalan’ın mektupta Misak-ı Milli’ye, 1920 kurucu meclisine ve 1921 anayasasına ve yaptıklarına duyduğu özlemdi.
AK Parti hükümetinin 1982 anayasasını köklü bir biçimde değiştirmek veya yepyeni bir anayasa hazırlamak konusundaki kararlılığı, Kürt ayrılık hareketinin liderlerini de yeni anayasanın hazırlanması sürecinde yönlendirici faktör olmak konusunda isteklendirdi ve doğal olarak artık meşru olarak hareketin lideri olan Öcalan bu konuda çalışmalara başladı. Öcalan’ın kurmayları olan BDP’li vekillerin ve avukatlarının açıklamalarından anlaşıldığı üzere Öcalan uzun bir süredir 1921 anayasası üzerinde çalışıyor. Peki neden uygulamadan üç yıl içinde kalkmış Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anayasası Öcalan’ın bu kadar ilgisini çekiyor? Bu sorunun cevabı 1921 anayasasının içinde, 10. ve 23. maddeler arasında yatıyor.
1920 yılında Kurtuluş Savaşı’nı idare etmek ve bağımsızlık ülküsünü gerçekleştirmek amacıyla kurulan TBMM’nin yaptığı, içeriğinde sosyal hakları, yargı haklarını ve geniş kanuni düzenlemeleri içermeyen, 23 madde ve bir madde-i münferideden oluşan bu anayasa tam anlamıyla bir savaş anayasasıdır. İlk maddede egemenliği kayıtsız şartsız millete verip Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu ilan ederek yeni devletin müjdecisi olan 1921 anayasası, sultanın bütün gücünü kendinde toplayarak millet iradesini gerçek söz sahibi yapmıştır; ancak anayasaya 10. maddeden sonra bu söz sahipliğinin adem-i merkeziyetçi bir temsil mantığıyla bir nevi federe bir yapı oluşturulmasına olanak sağlayan maddeler eklenmiştir. Bu maddeler idari hükümleri içermektedir. 10. maddede Türkiye’nin coğrafi şartlar göz önünde bulundurularak vilayetlere, kazalara ve nahiyelere ayrılacağı belirtilmiştir. Yani vilayetlerin bölünmesinde herhangi bir ırk, din, dil ayrımı güdülmeyeceği belirtilmiştir. 11. maddede ise vilayetlere “Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir.” hükmü ile muhtariyet verilerek kendilerini yönetme fırsatı verilmiştir. Maddenin devamında vilayetlerin meclisin koyduğu yasalara bağlı kalacağı ve dışişlerinde merkeze tam bir bağımlılıkta olacağı fakat kendi idare alanlarına sağlık, eğitim, ulaşım, altyapı, güvenlik gibi konularda söz sahibi olacağı belirtilmiştir. 12. maddede vilayetlerde oluşturulacak meclislerin (şuraların) üyelerinin vilayet halkı tarafından seçileceği ve seçimlerin iki yılda bir yapılacağı ve 13. madde ile bu meclisin kendi liderini (reisini) kendisinin seçeceği belirtilmiştir. TBMM, 14. madde ile ise federe devlet yapısından daha merkeziyetçi bir yapı sağlamak için vilayetlere merkezden atanacak valilerin meclisi temsil edeceğinden ve merkezin denetleyicisi konumunda olacağından bahsedilmiştir. 15. maddede daha küçük yerleşim bölgeleri olan kazaların yönetimi merkeze bağlanırken, 16. ve 22. maddeler arasında yönetim birimlerinin en küçüğü olan nahiyelere de muhtariyet yani yerinden yönetim hakkı verilmiş, nahiyelerin yine seçimle başa gelen nahiye şuraları tarafından yönetileceği belirtilmiştir. 23. ve son maddede ise merkezden umumi müfettişlerin atanacağını ve bu müfettişlerin meclisin yerel bölgelerdeki denetleme mekanizması olacağı belirtilerek merkezin vilayetlerdeki gücünü arttırmak amaçlanmıştır.
Bu maddelerin yerel yönetimlerin elini güçlendirecek bir biçimde oluşturulmasında hiç kuşkusuz yerel kongre iktidarlarının (örneğin Erzurum Kongresi) bağımsızlık hareketindeki başarılarının bölgelerin kendilerini idare edebilecekleri fikrini ortaya çıkarması, o dönem Avrupa ve Ortadoğu’da yeni kurulacak bir komünist devlet isteyen Sovyetler ile TBMM’nin yakın ilişkileri sonucunda gündeme gelmeye başlayan şura (meclis, sovyet) sisteminin etkisi ve kurulan meclisin güçlü halkçılık anlayışı gösterilebilir. Ayrıca meclis Wilson prensiplerinin ortaya attığı her milletin kendi devletini kurma hakkına sahip olduğu anlayışından ortaya çıkabilecek bir ayrılık hareketini serbest bir yerel yönetim anlayışıyla ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
10. ve 23. maddeler kısaca incelendiğinde Öcalan’ın yeni anayasa için 1921 anayasasının önemini vurgulaması gayet normal görünmektedir. Merkeziyetçi bir yapı yerine daha gevşek bir merkez yönetimi öngören 1921 anayasası özerklik isteyen Kürt ayrılıkçı hareketinin isteklerini gerçekleştirmesi için son derece önemli bir örnek teşkil etmektedir. Öcalan mektubunda 1920 meclisinden ve birliktelikten bahsederek yeni anayasada 1921 anayasasının içerdiği hükümlerin olması dahilinde AKP hükümetine ve meclise desteklerini sunacaklarını ve Kürt sorununun çözümüne giden yolun açılacağını ima etmiştir.
Öcalan mektubunda yine sıkça bahsettiği ‘seçkinci iktidar elitleri’ni de 1921 anayasasının adem-i merkeziyetçi yapısını uygulatmayarak değiştirmekle suçlamıştır. Gerçekten de 1921’in öngördüğü hükümler kullanılmadan 1924 anayasası ile yerini üniter, merkeziyetçi bir yönetim şekline bırakmıştır. Mektupta “biz” olgusunu ortadan kaldırıp “tek” kavramını yerleştirmeye çalışan bu “elitler” Öcalan’a göre çekilen sıkıntıların asıl sorumlularıdır ve artık bu sorunların çözülmesi için birlik olup ortak yönlerimizi ortaya koyarak çözüm süreci devam ettirilmeye çalışılmalıdır.
Bu noktada ise Kürt hareketinin Şeyh Said isyanından bu yana geçirdiği değişim açık bir şekilde görülebilmektedir. 20. yy’ın ilk çeyreğinden başlayarak 1980’li yıllarda PKK’nın kurulmasıyla büyük bir ivme kazanan Kürt “bağımsızlık” hareketinin artık “şartlı bir birliktelik” anlayışına yani federasyon isteğine döndüğünü görebiliyoruz. Öcalan’ın uzun yıllardır PKK’nın en önemli sloganı olan ve kendisinin yarattığı “Özgür Kürdistan” anlayışından vazgeçmiş olduğunu, 1921 anayasasının idari hükümlerinin özgürlüklerinin genişletilmiş halinin de çözüm için yeterli olabileceğini ima edişinden anlıyoruz.
Kürt hareketinin yaşadığı bu değişim ise 1900’lü yılların ikinci çeyreğinden itibaren başlayan sömürgeleştirilmiş ülkelerin bağımsızlık hareketlerinin gerçek bir özgürlükle sonlanmak yerine büyük devletlere bağlı devletçikler yaratması, Türk-Kürt kimliğinin iç içe geçmişliği, Ortadoğu gibi sürekli bir istikrarsızlığın yaşandığı bir bölgede yeni kurulacak bir devletin istikrarsızlık yaşaması ihtimalinin yüksekliği, Kürt halkının çok farklı coğrafyalara dağılmışlığı, Arap Baharı ile başlayan değişim sürecinin belirsizliği, bölge petrollerinin büyük devletlerin daimi ilgisine maruz kalması gibi sebeplerle özetlenebilir. Tüm bu zor ve karmaşık koşullar altında Kürt hareketinin amaçlarını daha makul bir seviyeye indirmesi gayet anlaşılabilir bir durum olmuştur ve artık Kürtler dört farklı devletten toprak talep eden anlayışlarından vazgeçip Irak Kürdistan Özerk Bölgesi örneğinde olduğu gibi içinde bulundukları siyasi unsurun özgür bir parçası olarak varlıklarına devam etme isteği gütmeye başlamışlardır. Hatta Öcalan konuşmasında daha da ileri giderek sıkça kaybedilen Misak-ı Milli topraklarının yeniden birleşmesine atıfta bulunmuş, böylelikle Suriye, İran veya Irak yerine Türkiye’nin çatısı altında kurulabilecek bir Kürdistan fikri ortaya atmıştır.
Bu noktada Türkiye Kürtlerinin bağımsızlık hareketi, isteklerini 1920 meclisi ve 1921 anayasası ile çoktan aldıklarını ve aslında yaklaşık 90 yıldır yaşanan sorunların ellerinden alınanı geri istemekten başka bir şey olmadığını belirtmeye başlamıştır. Bütün bu bilgiler ışığında çözüm sürecini anlamanın ancak tarihin iyi bir değerlendirilmesiyle mümkün olabileceği görülmektedir. Gelinen süreçte Öcalan’ın mektubunda ve diğer açıklamalarında sıkıca sarıldığı 1921 anayasasının, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bugün ikiye bölme veya yönetim biçimini değiştirme tehlikesi ile karşı karşıya bırakabileceği görülmektedir. Ancak her ne olursa olsun sorunun barışçıl bir şekilde çözülebilme ihtimali ortaya çıkmıştır. Her iki tarafında yaşanan ölümlerden ve istikrarsızlıktan bıktığı aşikar olmakla birlikte Türk milletinin kırmızı çizgilerinin şeffaflaştırılmaya çalışılmasının çok daha büyük sorunlara neden olabileceği de unutulmamalıdır.
Özer ÖZKAN
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü 1. Sınıf