ÖZET
Soğuk Savaş sonrası dönemde Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla Balkanlarda bir güç boşluğu oluşmuş ve bu durum, Balkanlarda çatışmaların ve istikrarsızlıkların yaşanmasına neden olmuştur.Yaşanan istikrarsızlıklar, yeni dönemde ABD’nin küresel çıkarlarını doğrudan ve dolaylı etkileme potansiyeline sahipti. Bu nedenle ABD’nin inisiyatif üstlenmesiyle, çatışmalar daha fazla büyümeden çeşitli müdahalelerde bulunulmuştur. ABD’nin Soğuk Savaş sonrasındaki Balkan politikasını Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya krizleri özelinde analiz etmektedir. Washington’un söz konusu krizlerde harekete geçmesine neden olan faktörler ile kriz sonrası angajmanlarını dikkate alarak geleceğe yönelik öngörülerde bulunmaktadır. Bu doğrultuda ister Kosova’nın bağımsızlık ilanının ardından yaşanacak olası gerilimler, ister Bosna barışının çökmesi isterse Makedonya’daki istikrarsızlığın artması ihtimali olsun, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında elde ettiği stratejik avantajı korumaya yönelik bir politika izleyeceği öngörülmektedir.
Anahtar Kelimeler : Soğuk Savaş , ABD, Bosna Hersek , Kosova , Makedonya
ABSTRACT
In the post-Cold War period, with the dissolution of the Federal Republic of Yugoslavia, a power gap was created in the Balkans and this situation caused conflicts and instability in the Balkans. For this reason, with the US taking the initiative, various interventions were made before the conflicts grew more. It analyzes the post-Cold War Balkan policy of the USA in terms of Bosnia – Herzegovina, Kosovo and Macedonia crises. It makes predictions for the future by taking into account the factors that cause Washington to act in the said crises and its post-crisis engagements. In this direction, it is predicted that the USA will follow a policy to protect the strategic advantage it has gained in its policy towards the region, whether it is possible tensions that will occur after the declaration of independence of Kosovo, the collapse of the Bosnian peace or the possibility of increasing instability in Macedonia.
Keywords : The US, Balkans,Regional Crisis Macedonia,Bosnia and Herzegovina,Kosovo
1.GİRİŞ
Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte komünizm artık Batı için bir tehdit olmaktan çıkmış ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dünyanın iki kutuplu düzeni son bulmuştur. Soğuk Savaş’tan ABD önderliğinde Batı Bloğu galip ayrılmıştır. Yeni düzenin tek süper gücü ise artık ABD’dir. Balkanlar coğrafyasında da Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte tekrardan Balkan ulusları arasında etnik ve dini ihtilaflar artmış ve çatışmalı bir süreci doğurmuştur. Balkanlarda ortaya çıkan bu çatışmalı sürecin yarattığı istikrarsızlık, Avrupa’nın da geleceğini tehdit eder niteliktedir. ABD, Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda ortaya çıkan bu istikrarsızlığı kullanarak, hem Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için, hem de dünyanın artık tek kutuplu olduğunu göstermek için kendini yeni düzenin süper gücü olarak konumlandırmıştır. Bu bağlamda, George Herbert Bush’un ‘Yeni Dünya Düzeni’ ön plana çıkarken, Bill Clinton’da ‘Genişleme ve Angajman’ politikasının esas olduğu görülmektedir. ABD, yeni dönemde bu politikalarla hem dünyada, hem de Balkanlarda üstün güç olarak kendini konumlandırmıştır. Bu politikasına rağmen, ABD için Balkanlar yeni düzenin esas önceliği değildi; çünkü Balkanlar ekonomik anlamda ABD için çok kârlı durmuyordu.
Avrupa, yeni dünya düzeninde daha çok ekonomik gücüyle ön plana çıkmaktadır. Askeri gücü kısıtlı olan Avrupa’nın savunmasını Soğuk Savaş sonrasında da ABD üstlenmiştir. Bunun en açık kanıtı, Balkanlarda ortaya çıkan çatışmalara Avrupa’nın çözüm bulamamasıdır. Çatışmalı süreç ekonomik kalkınmayı sekteye uğratan, istikrarsızlığa yol açan ve bir şekilde Rusya’nın da arka bahçesi olarak gördüğü Balkanlara müdahil olma fırsatını yaratmıştır. Bu bağlamda, ABD’nin Balkan politikasını etkileyen Avrupa’daki çıkarları ise askeri güç ve işbirliğine dayanan istikrarlı ve güvenli bir Avrupa’nın oluşması; Amerikan sermayesinin Avrupa pazarlarına serbestçe girmesi ve demokrasi ile bireysel özgürlüklerin Orta ve Doğu Avrupa’da gelişmesine destek verilmesi şeklinde ifade edilmekteydi. Tüm bu etkenlerin ışığında, ABD, Kosova Savaşı’nda etkin bir politika izlemiştir.
2.Yugoslavya’nın Dağılma Süreci ve ABD’nin Balkan Politikası
1990’lara gelindiğinde Soğuk Savaşın sona ermesi ve Komünist Blok’un dağılması, ABD’nin bu yeni dönemde tek kutuplu dünyanın süper gücü olmasına yol açmıştır. Ancak yaklaşık 50 yıl boyunca Sovyetler Birliği tehdidi üzerinden oluşturulan ABD güvenlik politikası, tehdidin yok olması ile belirsizlik ve tanımlanması zor tehditler ile karşı karşıya kalmıştır. Bu bölgelerin önemli kısmı, Orta Doğu ve Balkanlarda ortaya çıkmıştır. ABD’nin belirsizlik ve istikrarsızlıkla dolu bu yeni dönemde özellikle Balkanlara yönelik net ve geçerli bir politika oluşturmakta zorlandığı düşünülse de; CIA’in 1990 Ekim’inde yapmış olduğu ‘Yugoslavia Transformed’ adlı çalışmada Yugoslavya’nın hangi nedenlerden dolayı yıkılacağı oldukça net tahmin edilmiştir. Bu rapor, ABD’li yetkililerinin Yugoslavya’da yaşanan krize ne kadar vakıf olduklarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Yugoslavya, Tito sonrası dönemde, her bakımdan çıkmaza girmiş, en nihayetinde Komünizmin yenilmesiyle birlikte ideolojik olarak boşluğa düşmüş ve ülkenin parçalanmasının önüne geçebilme ümitleri giderek kaybolmuştur.Bütün bunlara karşın, ABD’nin bu dönemde, bir yandan halkın kendi kaderini tayin hakkının önemli bir savunucusu iken, diğer yandan uluslararası hukukun sınırların değişmezliği ilkesi uyarınca, Avrupa’da güvenlik ve istikrarın etkilenebileceği değerlendirilerek, Yugoslavya’nın çözülmesini istememiştir. ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Hırvat ve Sloven ayrılıkçı hareketlerini “yasadışı ve gayrimeşru” olarak tanımlamış ve Sırplara karşı yapılacak bir harekâtın Avrupa’da istikrarı yok edeceğini savunmuştur.Uluslararası toplum ve ABD için bu dönem, daha çok Orta Doğu ile meşgul olunan Birinci Körfez Savaşı’yla aynı zamana denk gelmiş ve ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarları ile Sovyetler Birliğinin dağılması ve Somali Krizi gibi sorunlarla karşılaştırıldığında, Yugoslavya’daki kriz öncelik olarak geride kaldığı görülmüştür.
Bu dönemde, Yugoslavya’da yaşanan krizin, ortak bir savunma ve dış politika geliştirme çabasında olan Avrupa Birliği tarafından yönetilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. Ancak AB tarafından sorunun çözümüne yönelik çabaların (Lizbon ve Londra Konferansları ile Vance-Owen Planı ve Owen-Soltenberg Planı) başarısızlığa uğraması, ABD’nin bölgeye odaklanmasının yolunu açmıştır.Bunun yanında, Yugoslavya’yı Sırpların önderliğinde devam ettirmek isteyen Sırbistan lideri Slobodan Milosevic’in özellikle Bosna ve Hırvatistan’da sivil halka yönelik toplu katliam ve sürgün politikalarına karşı AB’nin çözüm üretememesi, ABD’nin dünyadaki krizleri çözebilecek yetenekte tek süper güç olduğunu gösterme fırsatını da yaratmıştır.
3.Dayton Antlaşması’ndan NATO Müdahalesine Kadar ABD’nin Kosova Politikası
1974 Anayasası ile Sırbistan içerisinde özerk bir eyalet statüsü kazanan Kosova’nın Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerden hiçbir farkı kalmamıştır. Komünizmin çöküşüyle birlikte yaşanan ideolojik boşluk, Balkanlarda özellikle de Yugoslavya’da milliyetçiliğin etkili bir şekilde yeşermesine yol açmıştır. Slobodan Miloseviç politik yükselişinin temel taşlarını Sırp milliyetçiliği ve Kosova meselesi üzerine oturtmuştur. Miloseviç, 1989 yılında anayasayı değiştirerek Kosova’ya tanınan özerkliği kaldırmış, Kosova’yı Sırbistan’ın bir parçası ilan etmiş ve Kosova’nın etnik yapısını değiştirici politikalar uygulamak üzere adımlar atmıştır.
Temmuz 1990’da, Kosova Parlamentosu Sırbistan tarafından feshedilmiş ve sonucunda çıkan ayaklanmalar Sırplar tarafından şiddetli bir şekilde bastırılmıştır. Kosova Eylül 1990’da Sırbistan’dan ayrılma kararı almıştır. Eylül 1991’de yapılan gizli bir referandum sonunda bağımsızlık ilân edilmiş ve İbrahim Rugova Mayıs 1992’de Devlet Başkanı olarak seçmiştir. Bu dönem “Badinter Komisyonu”tarafından işaret edildiği gibi, Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerin kendi kaderini tayin hakkına istinaden, Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan ettiği dönemle paralellik taşımaktadır. Ancak Badinter Komisyonu çalışmalarında, Kosova bahis konusu olmamış ve sonuçta Kosova’nın bağımsızlık ilanı uluslararası toplumdan beklediği desteği bulamamıştır.
Bosna Savaşı sırasında Kosova meselesi adeta unutulmuş, ancak savaş sonrası imzalanan ve Kosovalı Arnavutlar fırsat olarak görülen Dayton Barış Antlaşması’nda Kosova’ya yönelik herhangi bir atıfta bulunulmamıştır. Dayton Antlaşması’nda Bosnalı Sırpları anlaşmaya ikna eden Miloseviç, Batılı ülkeler tarafından Balkanlarda istikrar unsuru olarak görülmüş; bu sayede hem iktidarını korumuş, hem de Kosova’nın Sırbistan topraklarından ayrılmasını engellemiştir. Dayton Antlaşması’nın ardından, Kosovalı Arnavutların önemli bir kısmında uluslararası toplumun ilgisinin ancak ülkede şiddeti artırmakla çekilebileceği hakkında fikir birliği oluşmuştur.
4.Yugoslavya’nın Dağılması, Balkanlarda Güç Boşluğu ve ABD
SSCB’nin dağılması nasıl Kafkasya ve Orta Asya gibi stratejik bölgelerde güç boşluğunun ya da boşluklarının doğmasına neden olduysa, Yugoslavya’nın dağılması da Balkanlar bölgesinde belirgin biçimde bir güç boşluğunun doğmasına yol açmıştır. Balkanlarda doğan bu güç boşluğunu kimin dolduracağına ilişkin mücadelenin yol açtığı kaotik durum ve Sırpların ortaya çıkan bu yeni durumdan yararlanmaya çalışmalarıyla ortaya çıkan istikrarsızlıklar, geç de olsa ABD’nin öncülüğünde gelişen müdahalelerle önlenmiştir.
- Dünya Savaşı sonrasında Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere altı cumhuriyet ile Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinden oluşan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti Balkanların merkezini oluşturmaktaydı. Kurucusu Hırvat asıllı Yosip Broz Tito’nun ölümünden sonra, Devlet Başkanı olan Slobodan Miloseviç’in “Büyük Sırbistan” oluşturmaya yönelik politikaları nedeniyle dağılmaya başlayan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan ederek ayrılan ilk devlet Slovenya oldu. Slovenya’yı sırasıyla Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek takip etti. (Larrabee, 1991: 70) Slovenya’da Federal Yugoslav ordusuyla çatışmalar yaşansa da Slovenya ordusunun iyi durumda bulunmasının da etkisiyle çatışmalar uzun sürmedi ve Belgrad yönetimi, bu bağımsızlığı tanımak zorunda kaldı. Hırvatistan’ın bağımsızlık ilanıyla beraberse bu ülkede yaşayan Sırplarla Hırvatlar arasında iç savaş çıktı ve Federal Ordu birlikleri bu çatışmalarda Sırpların yanında yer aldı. (Çauşeviç, 1994, 58-62)
Bu arada 29 Şubat 1992’de gerçekleştirilen referandum sonucunda katılanların yüzde 99’unun bağımsızlık yönünde oy kullanması sonucu bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler (BM)’e üye olmuştu. Ancak, bağımsızlığını ilan etmesine ve bunun uluslararası alanda tanınmasına rağmen 1 Mart 1992’de Müslüman Boşnaklarla Sırplar arasında çatışmalar yaşanmaya başladı ve Sırbistan’ın Sırpların lehine müdahil olmasıyla çatışmalar, tek taraflı saldırılara dönüştü. Belgrad destekli Sırp paramiliter grupların referandumun ardından başlattığı saldırılar giderek şiddetini arttırırken, aynı yıl içinde Hırvatlar ile Boşnaklar ve Sırplar ile Hırvatlar arasında da çatışmalar başladı. Bu noktada, Yugoslavya’nın dağılma sürecine girdiği dönemde ABD, öncelikle mevcut yapının korunmasına yönelik politika izlemiş; ancak bu politika, krizin tırmanışa geçmesiyle birlikte terk edilmiştir. (Kenar, 2005: 485-487; Smith, 1991)
5.Washingtonun Bölgeye Angajmanını Etkileyen ve Tetikleyen Faktörler
Yugoslavya’nın dağılmasıyla başlayan Balkan krizi, ABD’nin Körfez kriziyle uğraşmak durumunda kaldığı günlerde ortaya çıkmıştı. Ama Körfez Krizi 1991 Nisanında sona ermesine rağmen ABD, Balkanlara aynı hız ve duyarlılıkla tepki vermek yerine beklemeyi tercih etmiştir. Washington yönetimi Balkanlardaki krizin başında, konunun Avrupa’nın sorunu olduğunu belirterek gelişmeleri Avrupa Birliği (AB)’nin inisiyatifine bırakmıştı. (Glenny, 2000: 507) Ancak AB’nin krizi çözmeye yönelik öncülük ettiği Lizbon ve Londra Konferansları, Vance-Owen Planı, Owen-Stoltenberg Planı gibi girişimlerin teker teker başarısızlığa uğramasının ardından Beyaz Saray’ın bölgeye angajmanı artmıştır. (Atiyas, 1995: 185-201; Kenar, 2005: 171-182)
Yugoslavya’da krizin ortaya çıkışından Sırp saldırılarının başlamasına ve Boşnakların kitleler halinde katledilmesine kadar geçen dönemde ABD’nin bölgede yaşanan gelişmelere karşı pasif bir tutum almasında etkili olan faktörlerden birisi, Washington’un dikkatini Orta Doğu’ya ve SSCB’den arta kalan nükleer silahlara yoğunlaştırmış olmasıydı. (Rumer, 2002:1) Bununla ilişkili olarak, ABD açısından Balkanlar bölgesinin dünyanın diğer bölgelerine oranla daha az stratejik görülmesi de bir diğer önemli faktör olarak dikkate alınabilir. Ne de olsa Balkanlar Washington’un küresel öncelikleri açısından bir Orta Doğu veya eski Sovyet Cumhuriyetleri kadar hayati görülmemekteydi. Beyaz Saray’ın Bosna’daki gelişmelere ilk aşamada kayıtsız kalmasına neden olan bir başka etken, bölgede Amerikan ticari çıkarlarının yok denecek kadar az olmasıydı. Zira Balkanlar, Orta Doğu veya Orta Asya gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olmadığı gibi, Amerikan sermayesinin de bölgede ciddi yatırımları söz konusu değildi. Kaldı ki bölge, sahip olduğu nüfus itibariyle de, Amerikan sermayesi veya ürünleri açısından ciddi bir pazar olma potansiyeline sahip değildi.
Son olarak, ABD iç politikasında yaşanan gelişmelerin de Washington’un bölgeye doğrudan angajmanında etkili olduğu söylenebilir. Bosna’da ölçüsüz Sırp saldırılarının başladığı ve giderek yoğunlaştığı yıl olan 1992’de ABD’de Başkanlık seçimleri gerçekleştirilecekti. George H. Bush, 1992 Kasımında yapılacak seçimler öncesinde bir kere daha seçilme ihtimalini göz önünde bulundurduğundan, Amerika’nın hayati çıkarlarının bulunmadığı bir bölgeye Amerikan askerini göndererek oy kaybına yol açmak istemiyordu. (Baum, 2004: 203-221) Zira, böylesi bir angajman siyasi riskin yanında ekonomik açıdan da maliyetli bulunmaktaydı. Ancak seçim kampanyasında ilgileneceği dış sorunlar arasında Bosna Krizine de yer veren Bill Clinton’ın seçimleri kazanarak Ocak 1993’de göreve başlamasıyla ABD’nin Balkan politikasında hareketlenme başlamıştır.
6.Kosova Krizi ve Amerikan Politikaları
Dayton Barışı, Bosna Krizini çözüme kavuşturmakla beraber, Balkanlarda tam bir istikrarın sağlandığı söylenemez. Zira, Dayton Anlaşması’ndan birkaç yıl sonra bu kez Kosova’da ortaya çıkan krizin yayılma riski ve yaratacağı istikrarsızlık, Bosna krizine göre oldukça fazlaydı. Kosova Sorunu aslında Yugoslavya krizinin erken habercisi niteliğinde olup, Balkanlardaki istikrarsızlık potansiyelini simgeleyen mikro bir örnek olarak niteliğindeydi ve bunun ilk işaretleri 1989’da iktidara gelen Miloseviç’in milliyetçi çıkışlarıyla Kosova’daki halkı tahrik etmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.
Slobodan Miloseviç, Sırpların ülke içinde baskın konumda olması gerektiğini ifade eden radikal söylemleriyle Yugoslavya’nın dağılmasının önüne geçmeye çalışırken aynı zamanda ayrı bir önem verdiği Kosova’nın özerkliğini 1989’da kaldırmıştı. Bu durum Kosovalı Arnavutlar tarafından yoğun bir şekilde protesto edilirken aynı zamanda Belgrad’ın Kosova üzerindeki baskısını da arttırmıştı.
Aynı dönemde Yugoslavya’nın dağılması çerçevesinde Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’da krizler ve çatışmalar yaşanırken; Kosova muhalefeti, liderliğini İbrahim Rugova’nın yaptığı Kosova Demokratik Partisi (LDK) etrafında bir araya gelerek sivil itaatsizlik ve pasif direniş göstermiş ve Kosova’da Sırplardan ayrı bir sağlık ve eğitim sistemi kurmuştu. (Tılıç, 1998: 118) Ayrıca Kosova’da biri 1990 diğeri 1992’de düzenlenen iki ayrı referandumda katılanların ezici çoğunluğu bağımsızlık yönünde oy kullanmış ancak bu referandumlar gerek Belgrad tarafından gerekse uluslararası toplum tarafından kabul edilmemişti. Bu noktada Kosova muhalefeti, çatışmaya varmayan direniş yöntemleriyle bağımsızlık; en kötü ihtimalle de eski özerk pozisyonlarını geri kazanmaya çalışırken, Belgrad yönetimi, Hırvatistan ve Bosna’da yaşanan gelişmeler sonucu mülteci konumuna düşen Sırpları Kosova’ya yerleştirilerek demografik yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye çalışmaktaydı.
Belgrad’ın bu politikası maalesef bölgedeki krizi daha da derinleştirmiştir.Rugova önderliğindeki pasif direniş, Yugoslavya krizini çözmeye yönelik ilk uluslararası girişimde Kosova Sorununun da ele alınacağını beklemekle beraber, yaşanan gelişmeler muhalefetin beklentileriyle örtüşmedi. Nitekim Dayton Anlaşması, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan arasındaki sorunları çözerken; Anlaşma’da Kosova’ya değinilmemişti. Bunun üzerine Kosova muhalefetinde inisiyatif LDK yerine Kosova Kurtuluş Ordusu’na (UÇK) geçmiş ve pasif direniş terk edilerek Arnavut muhalefetiyle Sırp güçleri arasındaki çatışmalar tırmanmaya başlamıştır. (Tılıç, 1998: 133) Sırp güçlerinin sivil halk üzerindeki saldırıları arttıkça, yerel ve uluslararası kamuoyu tarafından UÇK’ya verilen destek de artmıştır. Dolayısıyla uluslararası kamuoyunda özellikle ilk dönemde UÇK’ya bir terör örgütünden ziyade Sırp saldırılarına yönelik bir direniş örgütü olarak bakılmıştır. Aslında UÇK’ya biraz sempati ile bakılmasının bir diğer nedeni de Arnavutların haklarını elde etmek için Dayton Anlaşması’na kadar pasif direniş sergilemeleri ve böylece Batı kamuoyunda saldırgan taraf imajını vermemiş olmalarıydı. Oysa Sırplar, Kosovalıların aksine Bosna-Hersek ve Hırvatistan’da gerçekleştirdikleri katliamlar nedeniyle sabıkalı durumdaydı.
7.Washingtonun Kriz Sonrası Politikası: Kosovanın Bağımsızlık Süreci
Bosna-Hersek sorunundan farklı olarak Kosova Krizi sonucunda bölgenin ayrı bir devlet olması yerine Yugoslavya’ya bağlı kalmasına karar verilmiş ancak bölge sonradan uluslararası yönetime devredilmişti. Bu doğrultuda NATO müdahalesi için onayı alınmayan BM Güvenlik Konseyi’nde 10 Haziran 1999’da alınan 1244 sayılı kararla (S/RES/1244: 1999), BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) kurulmuş ve kriz sonrasındaki politikaların çözümü için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Karara göre (S/1999/779: 1999) UNMIK, sivil yönetiminden BM’nin, kurumsal inşasından AGİT’in, mültecilerin geri dönüşünden BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ve yeniden yapılandırılma faaliyetlerinden AB’nin öncelikli olarak ilgileneceği dört ana organdan oluşmaktaydı. Ayrıca 1244 sayılı karar doğrultusunda NATO barış gücü (KFOR) Kosova’ya yerleşmiş ve ABD’yi de şaşırtan biçimde Piriştine Havaalanına indirme yapan Rus birliklerinin de KFOR’a katılımı sağlanmıştır. Yaşanan gelişmeler ekseninde düşünüldüğünde, ABD’nin Kosova Krizi sonrasında askeri anlamda Kosova’da bulunduğunu belirtmekle beraber UNMIK çerçevesinde inisiyatifi Avrupa Birliği’ne devrettiği görülmektedir. Nitekim, ABD’nin Kosova’ya yönelik yaptığı harcamalar göz önüne alındığında da bu sonuç doğrulanmakta: ABD 1999 ve 2000 yıllarında Kosova’da askeri ve sivil harcamalar için toplam 6.384 milyar dolar ayırırken; bunun 5.157 milyar dolarını askeri harcamalar için kullanmış; 1.227 milyar dolarını ise insani yardım, yeniden yapılandırma yardımı, BM ve AGİT barış gücü yardımını da kapsayan sivil harcamalar için kullanmıştır. (Woehrel ve Kim, 2001: 13)
Bununla beraber, ABD’nin Kosova’daki askeri varlığını sürdürmeye özen gösterdiği de belirtilmelidir. Zira, 2000 başkanlık seçimleri öncesinde Cumhuriyetçi Parti adayı olan George H. Bush, seçim kampanyasında ABD’nin Balkanlar’daki askeri gücünü tamamen geri çekeceğini ifade ederken, başkanlığı kazanmasının ardından bu söylemini terk etmiştir. Bunun yerine Bush, Kosova’daki askerlerini tek taraflı olarak çekmeyeceklerini ifade etmiş ve Rusya’ya atıfta bulunarak bölgeye diğer ülkelerle beraber geldiklerini ve bölgeden beraber ayrılacaklarını belirtmiştir. (Woehrel ve Kim, 2005: 19).
Kosova’da kriz sonrasında yeniden yapılanma faaliyetleri ve kalıcı kurumların oluşturulması çabaları son dönemlerine doğru gelirken sürecin önündeki en büyük engel Kosova’nın nihai statüsü sorunuydu. Bu çerçevede kriz esnasında Kosovalı Arnavutları destekleyen ve operasyon esnasında UÇK’dan NATO’nun kara gücü gibi yararlanan ABD, 2003 sonlarında eğer Kosova’nın standartları yerine getirdiğine karar verilirse 2005 yılı ortalarında nihai statü görüşmelerini başlatacağını açıklamıştı. UNMIK ise 31 Mart 2004’te oldukça kapsamlı bir Standartlar Planı yayınlayarak Kosova yönetiminin bunları yerine getirmesini istemişti. (Woehrel ve Kim, 2005: 8-9) Ancak UNMIK’in standartları ortaya koyduğu dönemde Kosova’da Sırplarla Arnavutlar arasında etnik çatışmaların ortaya çıkması nedeniyle standartların yerine getirilmesi gecikmiş ve nihai statü görüşmelerine başlanamamıştı.
“Kosova’ya yapılan müdahale sonrası ABD ne gibi kazançlar elde etmiştir?” sorusu sorulması gereken önemli bir sorudur. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, eleştiriler alsa da, Kosova Müdahalesi dünyanın geniş bir kesiminden, Güvenlik Konseyi çalıştırılmadığından hukuken yasal olmasa da, insan hakları temelinde meşruiyet konusunda destek almıştır. Clinton Doktrini çerçevesinde, batı ülkelerinin liderliği konumu pekişmiş; NATO’nun güvenilirliği kuvvetlendirilerek ABD hegemonyası güçlendirilmiştir. NATO’nun güvenirliğinin kuvvetlendirilmesi ile eski Doğu Bloku ülkelerinin aynı zamanda bir demokrasi kulübü olan NATO’ya katılım istekleri de artırılmıştır. İkinci olarak, ABD siyasi bakımdan Balkanlar’da Boşnaklardan sonra Arnavut halkı ve yöneticileri arasında da nüfuzunu artırmış; askerî bakımdan ise, Kosova’da kurulan Bondsteel askerî üssü, Avrupa’da kurulan en büyük askerî üs olarak ABD’nin bölgedeki gücünün göstergesi olmuştur. Ayrıca ABD’nin Avrasya ve Orta Doğu’da ortaya çıkabilecek krizlerde rahatlıkla kullanabileceği bir hatta yerleştiği görülmektedir. Üçüncü olarak, Kosova’ya yapılan müdahalenin operasyona şiddetle karşı çıkan iki Güvenlik Konseyi üyesi olan Rusya’ya ve Çin’e rağmen yapılmış olması, bu iki ülkenin güçlerinin sınırını göstermesi bakımından önem kazanmıştır. Ayrıca müdahale esnasında Çin’in Belgrad büyükelçiliğinin yanlışlıkla güdümlü füzeler tarafından vurulması, ABD’nin Çin’e gözdağı verdiği şeklinde değerlendirilmiştir.
8.Kosova Sorunu ve Devlet İnşası
Kosova sorununu dağılan Yugoslavya içinde ilk sıraya alarak kronolojik bir tarih yazımının dışına çıktığımızı biliyoruz. Ancak sorun sonrasında ortaya çıkan Dayton/Paris sürecinin, Batı Balkanlar’ın Avrupa ile entegrasyonunu başlatan bir süreç olması nedeniyle çalışmamızda ilk sıraya almaktayız. Sorun, Avrupa Birliği’nin, Bosna falaketinin ardından güvenlik yaklaşımını değiştirmesine neden olmuş ve karmaşık aciliyetler ve çatışma çözümlemenin ötesinde yeni bir güvenlik paradigmasının oluşması için bir milat olmuştur.
Yugoslavya’da etnik gerilimin örneklerinden biri, Hırvat Baharı olarak tanımlanan 1971-72 hareketleridir. Hırvat entelektüellerinin Serbo-Croat diyalekti yerine Hırvatça’nın, Belgrat yönetimi tarafından anayasal bir resmî dil olarak tanınmasını isteyerek başlattıkları gösteriler etnik gerilimi arttırdı. 1974 Anayasası ile cumhuriyetler, resmî diller, özerk bölgeler ve ulusların kaderini tayin hakkı konularında yeni düzenlemeler getirildiyse de, özellikle Sırp milliyetçiliğinin 1970’lerde büyük bir ivme kazandığı bir gerçektir.
Kosova olaylarının giderek bir bağımsızlık hareketine dönüşme ihtimali üzerine Belgrat yönetimi 1974 Anayasası’nın getirdiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerinde yeni bir yorum getirmiştir. Belgrat olaylardan Tiran’ı sorumlu tutmuş ve ancak ulusların kendi kaderlerini tayin edebilecekleri, oysa Arnavutlar’ın Anayasa’ya göre bir ulus değil ulusal azınlık olduklarına ve böylece bahsi geçen hakkı talep edemeyeceklerine hükmetmiştir. 1981 yılında Tito’nun ölümü sırasında Yugoslavya savaşın nerede ve kim tarafından çıkacarılacağının merak edildiği bir ülkeydi. 1986’ya gelindiğinde ise “Sırbistan Sanatlar ve Bilimler Akademisi”, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin eleştirisini yapan bir memorandum yayımladı. Memorandumda Sırbistan’ın diğer Yugoslav cumhuriyetleri arasında dezavantajlı bir konumda olduğu ve Sırplar’ın özellikle Arnavutlar’ın ve Müslümanlar’ın tehditi altında olduğu belirtilmekteydi. Memorandumda kullanılan provokatif dil, Sırpları ayaklanmaya davet eder niteliktedir. Sırp milliyetçiliğinin bu şiddet yanlısı tavrın ardında Kosova ve Makedonya sorunları yatmaktadır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kosova Sırp milliyetçiliği açısından önemli bir semboldür.
1989 yılında Yugoslavya Parlamentosu’nun Kosova ile ilgili aldığı karar bir dönüm noktasıdır.Kosova için de Tayvan benzeri bir durumdan bahsetmek mümkündür. Sırbistan militarizmine karşı önce NATO daha sonra da Avrupa Birliği’nden destek alan Kosova, uluslararası toplum tarafından grup içi üye olarak algılanmaya başlanmış ve kendisi ile Birlik arasında protoktorat bir mandater rejim ilişkisi başlamıştır. Kosova’nın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması için Birlik ve ABD nezdinde destek arayan hükümet, bu desteği açıkça görebilmiştir.
9.Makedonya ve Konsosyalizm
Yugoslavya dağıldıktan sonra önce Hırvatistan, daha sonra Bosna’da patlak veren savaşın ardından Kosova’da yaşanan dram, Makedonya’da da benzeri bir savaş yaşanabilir mi düşüncesini akla getiriyordu. Etnik gerilimin özellikle 2001 yılında bir hayli artmasından sonra yaşanan Ohri süreci bu tansiyonu düşürmüş görünmektedir. Bu bölümde Makedonya’da yaşanan etnik gerilime, uluslararası aktörlerin çabalarıyla gelinen Ohri süreci’ne ve Makedonya’da kurulan devletin yapısına değinilecektir.
Yugoslav kimlik dairesi içinde en sorunlu alanların başında gelen konu, Makedon ulusal kimliği ile ilgilidir. Tarih boyunca tartışma konusu olmuş Makedon kimliği, Tito tarafından tanınmış ve Nazi işgalindeki etkin direniş nedeniyle bu bölgeye federal cumhuriyet statüsü verilmişti. Makedon kimliği hakkında 1992’de eski Makedonya Devlet Başkanı Kiro Gligorov’un söylediği şu sözler önemlidir: “Biz bu bölgeye VI. yüzyılda gelmiş Slavlarız. Eski Makedonya’nın torunları değiliz.” Gligorov’un bu cümlesi sadece Evangelos Kofos’un iddiasındaki gibi bir ulusal mutasyonu ve dolayısıyla tüm Slavları sırp olarak gören Sırp milliyetçiliğini değil, aynı zamanda Yunan milliyetçiliğini de yakından ilgilendirmektedir. Yunan tarihinde Makedonlar Yunanları yöneten barbar efendileri temsil etmektedir. Oysa ki günümüz Makedonlar, bölgeye sonradan gelen Slavlar olduklarından, Yunanlara göre, Makedon ismini kullanmaya da hakları yoktur. Makedonlar, Yunan görüşüne göre bu ismi kullanarak Yunanistan üzerinde yayılmacı bir ideolojiyi yansıtmaktadırlar.
Makedonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’ya bağlı bir federal devlet olması sorunu bir müddet dondurduysa da Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Makedonya’nın, 17 Kasım 1991’de yürürlüğe giren Anayasası’ndaki bazı maddeler Yunanistan tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Özellikle 49. madde Yunanistan tarafından endişeyle karşılanmıştır: “Makedonya Cumhuriyeti, komşu ülkelerde yaşayan Makedon milletine mensup kişilerin ve Makedon sürgünlerin statü ve haklarını korur, kültürel gelişimlerini destekler, onlarla ilişkileri teşvik eder”. Metinden de anlaşılabileceği üzere ‘komşu ülkelerde ve sürgün’ olarak adlandırılan topluluktan kasıt, Yunanistan’ın kuzeyinde yaşayan Makedon azınlıktır ve Makedonya bu azınlığın haklarını korumayı taahhüt etmektedir. Bu madde, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni bir savaşa zemin olabileceği düşüncesi ile BM ve Avrupa Birliği nezdinde 1995’te imzalanan İnterim Antlaşma ile kaldırıldı. Ayrıca ülkenin uluslararası ilişkilerde FYROM (Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinden Makedonya) adını kullanması kararlaştırılırken, BM Güvenlik Konseyi’nin üç önemli ülkesi ABD, Rusya ve Çin’in de dahil olduğu 110 devlet ülkeyi Makedonya ismi ile tanımışlardır.
Konsosyonelizm, liberal bir ulus inşa projesinin ürünü iken Daskalovski konsosyonelizmin politik olarak problemli sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Böylece Makedonya Cumhuriyeti vatandaşlarının kimlikleri konusunda üçlü bir kategori ortaya çıkmıştır. Slav Makedonlar, adı zikredilen dört ulus ve ‘diğerleri’ olarak tanımlanan azınlıklar. Makedonyalı Sırplar ve Makedonyalı Boşnaklar’ın diğer azınlıklar olarak zikredilesinden kaynaklanan şikayetlerinin gelecekte yeni etnik gerginliklere yol açabileceği tartışılmaktadır. İsim zikretmekle ilgili bir diğer önemli nokta ise din özgürlüğü konusunda yaşanmıştır. 1992 Anayasası’nın on dokuzuncu maddesinde bireylerin ve grupların kişisel ve örgütlü din özgürlükleri garanti altına alınırken Makedon Ortodoks Kilisesi’nin cemaat okuları açmak konusunda özgür olduğu zikredilmekteydi. Ancak Ohri görüşmelerinin sonucunda ile bu madde değiştirilerek 4. fıkraya ‘Makedon Ortodoks Kilisesi, İslam Dini Topluluğu, Katolik Kilisesi ve diğer dini gruplar’ bu hakka sahip oldukları ibaresi eklendi.Bu noktada da ‘diğer’ diye zikredilen küme belirsizdir. Örneğin Makedon Protestanlar yahut İslâm dinini çeşitli sektlerinin bu hakkı ve devlet desteğini ne ölçüde kullanabilecekleri de bir tartışma yaratabilecektir.
10.ABD nin Makedonya Politikası ve Krize Müdahale
ABD’nin Makedonya’ya yönelik politikası esasında özelde Kosova sorununun genelde ise Balkanlardaki dağınık durumda olan Arnavut nüfusu konusunun gölgesinde gelişmiştir. Bu bağlamda Makedonya, aslında ABD açısından başlı başına bir önem taşımaktan ziyade, bu ülkenin önemi, yaşanacak bir krizin bölgesel denklemde yaratacağı etkiyle ilişkilidir. Zira Bosna’dan ve hatta Kosova’dan farklı olarak Makedonya’nın heterojen olan etnik yapısı, bölgede yer alan bütün güçleri içine çekecek bölgesel bir savaşın yaşanmasına neden olabilirdi. Böylesine bir durum ise, ABD’nin 1990’lı yıllarda genel anlamdaki Balkan angajmanını sekteye uğratabilirdi. Bu nedenle ABD Bosna ve Kosova’dan farklı olarak Makedonya’da özellikle önleyici diplomasiyi kullanarak olası istikrarsızlık unsurlarının önüne geçmeye çalışmıştır.
Kosova politikasında etkili olan Avrupalı müttefiklerin yetersizliği ve başarısızlığı ile ilgili faktör, Washington’un Makedonya politikasında da etkili olmuştur. Ancak burada öncekinden farklı olarak, krizin çözümünün Avrupalı müttefiklere bırakılması durumunda yaşanacak başarısızlıkların maliyeti en fazla ABD’yi olumsuz etkileyecekti. Zira, özellikle Kosova krizinin çözümünün ardından ABD, oluşan güç boşluğunu doldurarak uzun vadeli olacak şekilde bölgeye angaje olmuştu. Oysa Makedonya’da yaşanacak bir krizin büyümesi, Washington’un Balkanlarda 1990’lar boyunca oluşturmaya çalıştığı yeni statükoyu değiştirebilirdi.
Ayrıca ABD’nin Makedonya’daki krize hem Balkanlardaki Arnavut varlığını rahatsız etmeden hem de Üsküp’ün istikrarına zarar vermeden bir çözüm bulması önemliydi. Nitekim Kosova Krizi esnasındaki angajmanıyla Washington, Arnavutluk ve Kosova’nın yanı sıra bölgedeki diğer etnik Arnavutlarla da iyi ilişkiler kurmuş ve uzun vadeli bir stratejik ittifakın yolunu açmıştı. Ancak ABD’nin Makedonya krizine müdahil olmaması veya müdahil olup, krizi Arnavutların rahatsız olacağı bir çözümle sonlandırması, söz konusu ittifak ilişkisini zedeleyebilirdi. Oysa krize Üsküp’ün istikrarını koruyarak Arnavutlar lehine çözüm bulunması, ABD açısından Balkanlarda Kosova ve Arnavutluk’un yanısıra Makedonya’nın da mutlak desteğinin kazanılması anlamına gelecekti.
ABD’nin krize müdahil olması ve krizi başarılı bir şekilde çözüme kavuşturması, Washington’un uluslararası saygınlığı açısından da önemliydi. Zira Clinton’ın görev süresinin sona erdiği ve George W. Bush’un görevine henüz yeni başladığı bir dönemde meydana gelen bu insani krize başarılı bir çözüm bulunup bulunmaması, ABD’nin çatışmaların çözümüne yönelik taahhütlerini perçinlemesi kadar, göreve yeni başlayan Bush yönetimi açısından da ilk uluslararası sınav niteliğindeydi.
11.Bosna: Soykırım ve Ulus İnşası
1990’lara gelindiğinde Sırp milliyetçiliği güçlü bir Müslüman tehditi söylemi üretmiştir. Dağılmakta olan Yugoslavya Federasyonu’nu ancak güçlü bir öteki imgesi ile ayakta tutabileceğini düşünen Sırp milliyetçiliği Arnavut, Boşnak, Pomak, Türk ve diğer etnisitelerden Müslümanları hızla ivme kazanan dağılmanın sorumlusu olarak sunmakta ve savaşın kimliksel altyapısını oluşturmaktaydı.
Sırp politik elitinin ülkenin dirilişi adına yaptığı kimlik kurucu aksiyomun yanında, etnik temizliğe güden süreçte önemli bir faktör de, Soğuk Savaş’ın ontolojik merkezine ulus devleti yerleştiren güvenlik algısının henüz dönüşmemiş olmasıdır. 1990’ların henüz başında yaşanan savaş ve soykırım karşısında, Batı’nın Balkanlar hakkındaki algısı Bechev’in de vurguladığı gibi ‘sürekli savaş üreten şiddet dolu bir coğrafya’dır. Soğuk Savaşı sıcak bir savaşa dönüştürmeyen etmenlerden biri olan ‘ulus devletin içişlerine karışmama’ ilkesi, yerini demokrasi, insan hakları ve demokrasi için insani müdahale ilkesine terk etmediği için Batı Bosna’da yaşanan trajedi konusundaki tavrını belirlemekte oldukça gecikmiştir. Kut, Bosna’da soykırım seyirci kalınmasının yarattığı vicdanî etkinin, hemen akabinde patlak veren Kosova Krizine erken müdahale edilmesine neden olduğunu düşünmektedir. Bosna trajedisi Avrupa’nın yeni bir güvenlik ve savunma kimliği olşturmasının zorunlu olduğunu ortaya çıkarmış ve çalışmamızın eksenini oluşturan uluslararası ilişkileri uygarlaştırmak için insan güvenliği yaklaşımı ve onun sonucu olan kimlik dönüşümü etkisi ortaya çıkmıştır.
12.Bosna – Hersek Krizinin Gelişimi
Bosna-Hersek, Sırp ve Hırvat çekişmesi ortasında kalmış bir bölgedir. Burada yaşayan yaklaşık 5 milyon nüfusun % 43’ü Boşnak, % 32’si Sırp, % 17’si Hırvatlardan meydana gelmektedir. Bosna’da özellikle başkent Saraybosna’da çoğulcu bir Bosnalı kimliğini Hırvat-Sırp-Müslüman ayrımına üstün tutan bir potansiyel mevcuttu. Çok kültürlü bir toplumu içinde barındıran Saraybosna’da Ortodoks kilisesi, Katolik katedrali, Müslüman camisi ve Yahudi sinagogu bir arada bulunmaktaydı. Ancak, 1990’dan sonra, artan milliyetçilikle paralel bir şekilde Bosna’daki Sırp ve Hırvat yayın organlarında ‘Bosnalı’ tanımının yerini ‘Bosnalı Sırp’ ve ‘Bosnalı Hırvat’ terimleri almaya başlamış ve giderek bu tanımlardan ‘Bosnalı’ ibaresi de düşmüş ve ‘Sırp’ ve ‘Hırvat’ tanımları kalmıştır.
1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılması sonucunda Belgrad tarafından kontrol edilen Yugoslav Ordusu bu ülkelere saldırmış ve BM eski Yugoslavya’ya silâh ambargosu uygulamaya başlamıştır. Ancak Sırbistan, Batının; özellikle Almanya’nın desteği karşısında Slovenya ve Hırvatistan’ı gözden çıkarmış; Karadağ, Bosna-Hersek, Makedonya, Voyvodina ve Kosova’dan oluşacak yeni Yugoslavya’nın peşine düşmüştür. Bosna-Hersek bağımsız olursa Sırbistan ile Karadağ arasında Müslümanların etki alanı doğacak ve Karadağ ile fiziki temas kesilecekti. Bu yüzden Sırbistan, Bosna-Hersek’in bağımsızlığını önlemek için elinden geleni yapmıştır.
3 Mart 1992’de kendisini bağımsız bir devlet olarak ilan eden Bosna’yı, ABD ve Avrupa Topluluğu 6 Nisan 1992’de tanımışlardır. Bosnalı Sırpların, Belgrad’ın desteğiyle, Bosna’nın bağımsızlık ilanını geri almasını talep etmesinin ardından, bu talep, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç tarafından reddedilmiş ve tam anlamıyla savaş başlamıştır.
13.Çatışmayı Dindirmeye Yönelik Hazırlanan Planlar
1993’ün ilk aylarından itibaren, Bosna’daki insanî kriz korkunç bir hale gelmiş ve nü- fusun yarıdan fazlası göçmen durumuna düşmüştür. 1992’den itibaren insanî yardım sağlamakla görevlendirilen BM askerleri (UNPROFOR) büyük oranda etkisiz hale geti- rilmiştir. Nazilerden elli yıl sonra, ‘etnik temizlik’ sorunu yeniden gündeme gelmiştir.AT’nin Bosna’nın bağımsızlığını tanıması sonucunda, Sırp ordusu ve milis güçleri çok- kültürlü yapıya sahip bir Bosna’yı savunan sivilleri öldürmüşler ve Bosna’da soykırım suçu işlemişlerdir. Etnik olarak homojen bir ‘Büyük Sırbistan’ yaratmak isteyen ve bundan dolayı da Sırp olmayanlardan temizlenmiş bir Bosna yaratmayı amaçlayan Bosnalı Sırplar, toplama kampları oluşturmuşlar, toplu katliam ve tecavüzler gerçekleştirmişler, kasabaları yakmışlar ve işkence uygulamışlardır.NATO bombardımanından önce, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Carrington’ın AT destekli barış misyonu, BM talebi sonrasında ABD Genel Sekreteri Cyrus Vance’ın Lord Carrington ve AT arabulucusu David Owens’la çalışması, BM Güvenlik Konseyi’nin tüm Yugoslavya’ya silah ambargosu uygulaması, BM barış gücü askerlerinin insanî yardım dağıtmak için Bosna’da konuşlandırılması ve BM’nin Müslüman vatandaşlar için güvenli bölgeler ilan etmesi gibi şiddet içermeyen girişimler bulunmaktadır. Uluslararası topluluk tarafından barışın sağlanmasına ilişkin oluşturulan Vance-Owen Planı, Güvenli Bölgeler Planı ve Owen-Stoltenberg ya da diğer adıyla Üç Bölgeli Plan taraflar arasında kabul görmemiş ve barışın sağlanmasına hizmet edememiştir.
14.Vance-Owen Planı
1993 İlkbaharı boyunca BM arabulucusu Vance ve AT arabulucusu Owen’ın hazırladığı barış planı gündemdeydi. Bu plan, Bosna-Hersek’in bir federasyon çatısı altında on özerk kantona bölünmesini öngörüyordu. Planla en büyük haksızlık Boşnaklara yapılmıştı, çünkü Bosna’daki nüfus oranları yüzde 43,7 olmasına rağmen, Bosna topraklarının sadece yüzde 26.36’sının Boşnakların kontrolüne bırakılması planlanıyordu.
Bosna-Hersek’i kantonlaştırmayı amaç edinen Vance-Owen planı, üçü Sırpların, üçü Hırvatların ve üçü Müslümanların kontrolü altında olacak dokuz kanton ile Saraybosna’da uluslararası yönetime tabi olacak tarafsız bir kanton oluşturulmasını öngörmüştür. Özellikle pek çok Amerikalı yorumcu, bu planın Bosna’nın parçalan- masına öncülük edeceğini belirtmiş ve planı etnik kantonlaştırmaya neden olmakla suçlamıştır. Nitekim, başarısız olmasının yanında bu planın zararlı olduğu da ortaya çıkmıştır. Çünkü bu plan, Bosna merkezinin bazı kesimleri için Hırvat ve Müslüman taraflar arasındaki rekabeti körüklemiş, gerçek bir Bosna iç savaşının oluşmasını kam- çılamış ve Sırplara karşı en etkin siper işlevi görmüş Hırvat-Müslüman ittifakını kırmıştır. Ayrıca harita üzerindeki kantonlara etnik etiketler yapıştırılması, toprak mücadelesini daha da teşvik etmiştir.
Müslümanların kontrolündeki eyalet sayısı 4’e, Hırvatlarınki ise 2’ye indirilince, Müslüman Boşnakların lideri İzzetbegoviç, 25 Mart 1993’te planı imzalamıştır. Müslüman ve Hırvat toplumu temsilcilerinin ilke olarak kabul ettiği bu plana Sırp tarafı, eyaletlerin uluslararası ilişki kurma yetkisine sahip olmasını talep ederek önce karşı çıkmıştır. Ancak 12 Ocak’ta Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti Parlamentosu’nca onay- lanması koşuluyla, plan benimsenmiştir. ABD’nin Bosna’ya askerî müdahale gereğini savunarak bir atağa geçmesi, Sırpların uzlaşmaya yanaşmasında önemli pay sahibi olmuştur. Fakat 6 Mayıs 1993 tarihinde Bosna Sırp Parlamentosu’nun planı reddetmesi ve bunun için referanduma gidilmesine karar vermesi üzerine, 15 Mayıs 1993 tarihinde Bosna Sırpları büyük çoğunlukla planı reddetmiş, Vance-Owen Planı kabul edilebilirliğini tamamen yitirmiştir.
15.Güvenli Bölgeler Planı
Vance-Owen Planı’nın reddedilmesi üzerine, BM Güvenlik Konseyi, Körfez Savaşı’nda Irak’taki Kürt bölgeler için kullandığı ‘Güvenli Bölge’ formülünü benimsemiş ve BM Anlaşması’nın yedinci bölümü çerçevesinde hareket ederek, 16 Nisan 1993’de çıkardığı 819 sayılı karar ile Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan etmiştir.
Güvenli bölgeler, Sırp güçlerinin ve silahlarının çekilmesiyle Müslüman bölgelere yardım akışının sağlanması ve BM koruma güçlerinin rolünün genişletilmesi amacıyla oluşturulmuştu. BM UNPROFOR Güçleri ve NATO Hava Güçleri, BM Güvenlik Konseyi tarafından gerekli olduğunda bu bölgeleri korumak için ve kendilerini savunmak için güç kullanma yetkisi ile donatılmışlardı.Ancak, BM Anlaşması’nın yedinci bölümü çerçevesinde hareket edecek BM Koruma Güçleri, bu bölgelerde üstlendikleri misyonları gerçekleştirmede başarısız kalmışlardır. 34.000 askerin BM Koruma Gücü olarak görev yapması beklenirken, bu bölgelerde sadece 7.600 asker görevlendirilmiştir. Bu askerlerin etkisizliği bir tarafa, NATO hava saldırıları tehdidi de bu bölgelere yapılan Sırp saldırılarını caydırma konusunda başarısız kalmıştır. Her ne kadar UNPROFOR askerlerine, BM tarafından alınan 836 sayılı karar ile, güvenli bölgelere karşı gerçekleştirilecek saldırıları caydırma görevi verilmiş olsa da, bu görev daha çok sadece BM askerlerinin saldırıya uğraması halinde güç kullanılabileceği şeklinde yorumlanmıştır.Sonuçta, korumayı sağlayacak BM güçleri, Müslümanlara ateş edildiğinde değil, kendilerine bir saldırıda bulunulduğunda güç kullanma yetkisine sahip olacaklardı.
BM’nin Bosna’daki güvenli bölgeler operasyonu, katılan tarafların uzlaşısına dayan- mamaktaydı. BM Güvenlik Konseyi’nin çatışmayı dindirmekteki yetersizliği ve isteksizliğine bağlı olarak, tarafların hiçbiri güvenli bölgeleri korumaya yönelik işbirliği için bir girişimde bulunmamıştır. Tarafların bu planı hayata geçirmek için yeterli niyeti sergilememeleri sonucunda, bu bölgelerin silah ve askerden arındırılmasına yönelik amaç gerçekleştirilememiş ve bu bölgeler adeta Bosna’daki en tehlikeli yerler haline gelmiştir. Güvenli bölgeler, ‘güvenli’ dışında her şey olmuşlardır.
16.Owen-Stoltenberg Planı
Ağustos 1993’de Lord Owen ile yeni BM elçisi Thorvald Stoltenberg, Bosna’nın üç homojen etnik devlete bölünmesine ilişkin bir yeni bir plan açıklamışlardır. Bu yeni plan aslında, 1993 Haziranında Hırvat lider Franjo Tudjman ile Sırp lider Slobodan Miloseviç’in üzerinde anlaştıkları bir önerinin yenilenmiş versiyonu şeklindeydi. Bu plana göre, Bosna Hersek topraklarının %52’si Sırplara, %31’i Bosnalı Müslümanlara, %17’si de Hırvatlara bırakılacaktı. Sırp ve Hırvat askerî çıkarlarına uygun düşen bu plan, Bosna Hükümeti tarafından, askerî olarak savunmasız bir devlet yaratacağı ileri sürülerek reddedilmiştir.
Müslümanlara göre bu plan, ciddi sınır sorunları yaratacaktı. Üç bölgenin sınırlarını belirlemek, hâlâ ülkenin birçok bölgesinde üç ayrı etnik kökene ve mezhebe mensup insanların iç içe yaşamaları nedeniyle, son derece zor olacaktı. Planın yeni nüfus mübadelelerine yol açması, Müslümanlara deniz çıkışını kapatması gibi riskler mevcuttu. Ayrıca bu plan ile birlikte, bir BM üyesi olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk altındaki devlet statüsü yok edilecek ve BM üyeliğinden Bosna mahrum bırakılacaktı. Bunlardan dolayı da Bosna Hersek Parlamentosu, bu planı 29 Eylül 1993’de reddetmiş ve plan uygulanamamıştır.
17.ABD’nin Tepkisi
Bosna krizinde ABD’nin otoritesini fazla kullanmadığını ve bu krizi Avrupa’nın iç işi olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Nitekim, BM gücüne hiç asker göndermeyen ABD’deki Clinton yönetimi, sivillerin öldürülmesinin yanlış olduğunu ve durdurulması gerektiğini belirtse de, yapabileceği tek şeyin Yeltsin’i arayarak Sırpları durdurması ge- rektiğini söylemek olduğunu ifade etmiştir.Clinton Bosna-Hersek sorununun çözümünü daha çok, Sırbistan’a yönelik ekonomik ve diplomatik baskılara dayandırmıştır. Ancak bu politikanın Sırp lider Miloseviç’i memnun etmek dışında bir sonuca ulaşmadığı ve ABD’nin 1995’e kadar tamamen etkisiz kaldığını söylemek mümkündür.
Bosna konusunda Bush’u eleştiren Clinton, yönetime geldiği ilk yıllarda kendisi de Bosna’da ABD’nin yetersizliğini göstermek dışında durumu değiştirememiştir. Bu dö- nemde ABD yönetiminde, askerî müdahalenin zararlı olacağı ve eylemsizlikten daha kötü sonuçlara yol açacağını savunan grup çoğunlukta olmuş; bu grup, eylemsizlikten ziyade öncelikle Saraybosna’da bir elçilik açarak Bosna hükümetine gerçek bir hükümet gibi davranılması ve sonrasında da Bosna’ya askerî yardımı da içeren yardımlarda bulunulması gerektiğini savunmuştur.Yönetimin önemli üyelerinin güç kullanımına karşı olmalarının yanında, Vietnam Savaşı sonrasında orduda da bir isteksizlik söz konusudur.
ABD’nin Bosna’ya yönelik müdahalede bu kadar geç kalmış olmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ilki; Balkan tarihini yanlış okumaktır. ABD’deki yaygın kanıya göre, Balkanlarda çok eskiye dayanan nefret karşısında, yabancıların yapabileceği bir şey yoktur. Eski nefretler, bölge dışından birilerinin çatışmaları önlemeye çalışmasını imkânsız kılmıştır. Bundan dolayı Bosnalılar, Sırplar ve Hırvatlar birbirini öldürmeyi kesmeye karar verinceye kadar, dış dünyanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. İkinci neden; 1991 yılında başka yerlerde gerçekleşen önemli olaylar nedeniyle Balkanlar’da olup bitenlerin gözden kaçırılmasıdır. Bu dönemde Berlin duvarı yıkılmış, Almanya birleşmiş, Orta Avrupa’da komünizm ölmüş, Sovyetler Birliği 15 bağımsız devlete ayrılmıştı. Üstelik Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşılık olarak, ABD liderliğindeki koalisyon, Kuveyt’i kurtarmak üzere harekete geçmişti. Bu esnada, Yugoslavya, ABD’li politika yapıcılarının pek çoğunun gözünde stratejik önemini kaybetmiş bir yerdi. Aslında bağımsız bir devlet olarak tanınmasından sonra Bosna’da yaşananlar, Saddam Hüseyin’in saldırmasından sonra Kuveyt’te yaşananlardan farksızdı. Ancak ABD açısından en büyük farklılık, Kuveyt’in tersine Bosna’da petrol olmamasıydı. Üçüncü bir neden, ABD’nin Irak sonrası yorgunluğuydu. Bir yandan Çöl Fırtınası, bir yandan da SSCB’nin ölüm çırpınışları, Washington’u çok yormuştu. Buna ek olarak, 1991’de Bush yönetimi, ABD başkanlık seçimlerine bir yıl kala Yugoslavya’ya bulaşmak istemiyordu. Bush yönetimi, Bosna’nın ABD’nin değil, AT’nin işi olduğunu ve bunu Avrupalıların halletmesi gerektiğini belirtiyor, ABD’nin Yugoslavya’dan ziyade SSCB ile ilgilenmesi gerektiğini ifade ediyordu.
Bosna ile beraber, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Washington, ilk defa olarak önemli bir güvenlik sorununu tümüyle Avrupalılara bırakmış görünüyordu. Üstelik Avrupalıların kendileri de buradaki sorumluluğu üstlenmek istiyorlardı. Avrupalılar, Yugoslavya’yı ABD’siz, kendi başlarına çözebileceklerine inanmışlardı.Washington da, Soğuk Savaş artık bittiğine göre, Yugoslavya işini Avrupalılara bırakabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın konunun çözümü ile ilgili net bir siyasi irade gösterememesi sonucunda kriz ile ilgilenmeye başlayan ABD, soruna geç müdahale etmiş ve bunun sonucunda Bosna’daki pek çok sivil hayatını kaybetmiş ve durum daha da kötüleşmiştir.
ABD devlet başkanlığı seçimleri sırasında Balkanlar’daki tepkisizliğinden dolayı Bush’u eleştiren Clinton, seçildikten sonra vaatlerinin tersine bu tepkisizliği devam ettirmiştir. Öyle ki, 1995 ilkbaharında çatışma amacı bulunmayan ve BM yetkisi ile uçuşa yasak bölgeleri kontrol etme çabasında olan bir Amerikan F-16’sının Sırplar ta- rafından düşürülmesi karşısında, ABD yönetimi sesini çıkarmamıştır. ABD’yi NATO çatısı altında bir askerî müdahale seçeneğine zorlayan şey ise, Ağustos 1995’de ABD’nin Bosna’daki müzakerecilerinden üçünün Sırplar tarafından öldürülmesi olmuştur. İlk defa Bosna’da kayıp veren ABD, bundan sonra askerî seçenek üzerinde durmuş ve nitekim 30 Ağustos 1995’de Bosnalı Sırplara yönelik NATO bombardımanı başlamıştır.
18.Clinton Yönetimi ve Kuvvet Kullanımı
Clinton yönetimi, kuvvet kullanımına ilişkin bazı prensipler geliştirmiş ve Şubat 1995’deki Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde bu prensipler açıklanmıştır. Buna göre, kuvvet kullanımına olanak tanıyacak üç çeşit ulusal çıkar bulunmaktadır. Bunlardan ilki; ABD toprağını, vatandaşlarını, müttefiklerini korumak gibi yaşamsal çıkarlardır ki; bu çıkarlar söz konusu olduğunda ABD, tek taraflı askerî güç kullanabilecektir. İkincisi, sınırlı güç kullanımına neden olacak yaşamsal olmayan ama önemli çıkarlardır. Üçüncüsü ise, ABD askerinin minimal risk üstlenmesi koşuluyla sınırlı güç kullanımına olanak sağlayacak insanî çıkarlardır.
1995’te Bosna’ya yönelik uygulanan politika, Clinton’un çizgisiyle uyumludur. Bosna Sırplarına karşı girişilen NATO hava saldırıları, alan olarak geniş fakat zaman ve amaç olarak sınırlı kalmış; üzerinde anlaşmaya varılmış bir durumu gözlemlemek ya da Avrupalı barış gücünün yerini almak haricindeki durumlarda ABD kara kuvvetlerinin bölgeye dâhil olmasına olanak sağlanmamıştır. Ayrıca Clinton, 1995 yılından itibaren Bosna operasyonunu, Orta Avrupa’ya istikrar getirmesi bakımından Amerikan çıkarları içerisinde tutmaya başlamıştır.
Ancak, daha önce de bahsedildiği gibi, 1995 yılına kadar ABD yönetiminde askerî müdahale seçeneğine karşı olumsuz bir tutumun ağırlığını koyduğunu söylemek mümkündür. Avrupa’nın Bosna’daki başarısızlığı, bundan dolayı Sırpların giderek ar- tan saldırıları ve Amerikalı sivillerin öldürülmesi ile medyanın giderek bu katliamlara daha çok ağırlık vermesi sonucunda, Clinton askerî müdahale seçeneğine sıcak bakmış ve daha önce ABD çıkarları ile bağlantılı görmediği Bosna Operasyonu’nu, Amerikan çıkarları içerisine almaya başlamıştır.
Özellikle 1994 yılı içerisinde, ABD yönetiminde Bosna Sırplarına karşı askerî girişimde bulunma konusunda büyük bir kararsızlık yaşanmıştır. Bu dönemde Kongredeki liderler, genelde sınırlı ABD hava saldırılarından yana olmuşlar, pek çok hukukçu ise bu seçeneğin karşısında durmuştur. Hukukçulardan Ronald Dellums, BM yetkisi altında bulunan ABD ve NATO güçlerinin barışı koruma misyonun ilk kuralını ihlâl etmemesi gerektiğini, yani taraf tutmaması ve düşman edinmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Dellums gibi askerî girişime karşı çıkan hukukçular, Frank McCloskey gibi Sırplara karşı kuvvet kullanımını savunan isimlerle sık sık tartışma içine girmişlerdir. Sonuçta bu tartışma, Clinton’un kuvvet kullanılmasına ilişkin baskı yapması ve BM’nin VII. bölüm çerçevesinde yetkilendirdiği NATO’nun, daha ağır hava saldırılarına geçmesine karar verilmesi ile sona ermiştir.
Başlarda olaya ilgisiz olan ABD kamuoyu, çatışmalar şiddetlendiği andan itibaren ABD’nin askeri müdahalede bulunması isteğini dile getirmeye başlamıştır. Halkın desteğini de alan ABD, koalisyon güçleriyle beraber NATO çatısı altında hava harekâtlarına başlamış ve Sırpların barışa zorlanmasını sağlamıştır. Her ne kadar geç kalınmış bir müdahale de olsa ABD hem prestij hem de başarı elde etmiştir. Hatta bu müdahale başkanlık seçimlerinde Clinton yönetiminin de başarı elde etmesine neden olmuştur. Kuvvet kullanımı,BM’nin yetkilendirmesi ile ABD öncülüğünde NATO güçleri tarafından gerçekleşmiştir. Ancak müdahalenin insani bir müdahale olup olmadığı konusunda tartışmalar mevcuttur. Sonuç olarak amaç insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve uluslararası barışın korunmasıdır.
19.Sonuç
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ABD açısından yeni öncelikleri ve politika seçeneklerini gündeme getirmiştir. ABD, bu öncelikleri koruma ve politikaları hayata geçirme konusunda küreselleşmeyle beraber artan karşılıklı bağımlılığı da dikkate almak durumunda kalmıştır. Yeni dönemde dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir gelişme, Amerikan çıkarlarını doğrudan ilgilendirmese bile, ABD’nin sorunlara kayıtsız kalması mümkün değil. Balkanlarda yaşanan krizlerin ve çatışmaların yansımaları ise doğrudan ve dolaylı biçimde geçmişte de görüldüğü gibi ABD’nin güvenliğini etkilemektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun sağladığı avantajın da etkisiyle ABD bölgesel güvenlik sorunlarına daha farklı bir anlayışla yaklaşmaya başlamıştır.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde izlediği politikalar, farklı isimler ve farklı içeriklerle ortaya konmuş olsa da genelde bunların ortak yönü, ABD’nin küresel üstünlüğüne dayanan yeni bir statükonun oluşturulmasına ağırlık verilmesidir. Dolayısıyla Bush döneminde “Yeni Dünya Düzeni”, Clinton döneminde “Seçici Angajman ve Genişleme” ve Bush döneminde “Önleyici Savaş ve Önceden Vuruş” gibi söylemler, aslında özü itibariyle ABD’nin dünya politikasındaki üstünlüğünü korumayı amaçlamaktaydı. Bu çerçevede Bosna, Kosova ve Makedonya angajmanları, dünya genelinde ABD’nin askeri ve siyasi üstünlüğünü göstermesi açısından kaçırılmayacak nitelikte fırsatlardı. Zira, ABD bu müdahalelerde inisiyatifi üstlenerek, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde de Avrupa’nın kendi başına güvenlik sorunlarını çözemeyeceğini göstermiş oldu.
Son olarak Makedonya krizinde çatışmalar büyümeden doğrudan bir diplomatik girişimle sürece müdahale edilmesi ve etnik Arnavut gerillaların kontrol altına alınması da yine Washington’un stratejik çıkarları açısından gerekli görülmüştür. İster Kosova’nın bağımsızlık ilanının ardından yaşanacak olası gerilimler, ister Bosna barışının çökmesi isterse Makedonya’daki istikrarsızlığın artması ihtimali olsun ABD’nin bölgeye yönelik politikasında elde ettiği stratejik avantajı korumaya devam edeceği düşünülebilir. Amerikan yönetimi, Bosna krizinden itibaren bu çerçevede adımlar atmış, öncelikle AB’nin söz konusu krizlerde rol oynamasını teşvik etmiştir. Bölgede siyasi istikrarın kurulması, Avrupa güvenliği açısından da büyük önem arz etmektedir. Çünkü tarihi deneyimler, Balkanlardaki istikrarsızlıkların Avrupa’daki istikrar ve barış ortamını da tehdit edebileceğini göstermektedir.
ESMA DİDEM ŞİMŞEK
BALKANLAR STAJYERİ
KAYNAKÇA
1 . Özlem, K . (2012). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan Politikalarının Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya Krizleri Örneğinde İncelenmesi . Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi , 1 (1) , 23-40 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/en/pub/baed/issue/34531/381500
2. Dağcı, G , Zorba, H . (2016). ABD’NİN ASKERİ VE İNSANİ MÜDAHALE SİYASETİNİ ETKİLEYEN DİNAMİKLER: BOSNA-HERSEK VE KOSOVA ÖRNEĞİ . Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi , 4 (1) , 46-69 . DOI: 10.16954/bacad.41687
3.Oğultürk, M . (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi Güvenlik Stratejileri Dergisi , 10 (19) , 0-132 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guvenlikstrtj/issue/7524/99147
4.Başaran, D . (2018). PAX-AMERİKANA KAVRAMI VE SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA ABD’NİN BALKANLAR POLİTİKASININ DÖNÜŞÜMÜ . Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 4 (1) , 37-52 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guiibd/issue/39677/440419
5.UĞRASIZ, Bülent, ‘‘ABD’nin Soğuk Savaş Sonrası Balkan Politikası’’, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2004, Cilt 6, Sayı 1, s.295-303
6.Fatih Fuat TUNCER.(2020).ABD’nin Yeni Çevreleme Konsepti: Kosova Örneği.Turkish Studies-Economics,Finance,Politics
7. Lahi , Aynur. ‘‘ Stratejik Kültür ve Dış Politika: AB ve ABD’nin Kosova politikalarının analizi’’ Yüksek Lisans Tezi , ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER ANABİLİM DALI , Ankara 2012.
8. Yapıcı MERVE İREM , Bosna Hersek’te Gerçekleştirilen Askeri Müdahalenin Uluslararası Hukuktaki Yeri,Uluslararası Hukuk ve Politika,1,2007
9. Aksu, F., (2010). Kosova Krizinde Türkiye’nin Dış Politikası. YDÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ , vol.3, ss. 51-89.
10. ARI, Tayyar, – PİRİNÇÇİ, Ferhat, ‘‘Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası’’, Alternatif Politika, Cilt 3, Sayı 1, Mayıs 2011, s.1-30
11. Özgenur ÇAPUTLU.(2018).TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE BİR DENGE UNSURU OLARAK MAKEDONYA KRİZİ. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi.
12. IŞIK, Mustafa, “Soğuk Savaş Sonrası ABD’nin Balkanlar Politikası (1990-2017)”, Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar 1990-2015, İbrahim Kamil (Der.), Nobel Yayıncılık, Ankara 2017