Çin Harris’i mi yoksa Trump’ı mı tercih ediyor? Çinli Stratejistler Neden İkisi Arasında Çok Az Fark Görüyor?
Bu yazı ilk olarak Pekin Üniversitesi Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Wang Jisi ve Araştırma Görevlileri Hu Ran ve Zhao Jianwei imzasıyla 1 Ağustos 2024’te Foreign Affairs’te yayımlandı.
Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca, ABD başkanlık seçim sezonundaki kargaşalar büyük küresel ilgi çekti. Yaz başlamadan önce bile, ülkeler eski Başkan Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşünün ve buna karşılık olarak ABD Başkanı Joe Biden’ın ikinci döneminin getirebileceği sonuçları tartışıyordu. Birçok ülkeye göre, bu iki olasılık, jeopolitik ve ABD’nin dünya sahnesindeki gelecekteki rolü açısından belirgin derecede farklı perspektifler sunuyordu. ABD Seçimleri ve Çin
Ardından, Temmuz ayında Trump’ın neredeyse suikasta uğradığı ve Biden’ın aniden yeniden aday olmayacağını açıkladığı dokuz dikkat çekici gün geldi. Bu olaylar, ABD başkanlık yarışını her iki parti için de alt üst ederek, Amerika Birleşik Devletleri’nin gelecekteki yönü hakkında daha fazla belirsizlik yarattı. Birçok ülke, gelecekteki Başkan Kamala Harris altında Biden’ın uluslararasıcı dış politikasının devamı ile yeniden seçilmiş Başkan Trump ve yardımcısı J. D. Vance altında çok daha izolasyonist bir yaklaşım arasında giderek daha belirgin bir ayrım görüyor.
Ancak Çin’den bakıldığında, manzara biraz farklı. Sekiz yıl önce, ilk Trump yönetimi Pekin ile ilişkilere çok daha çatışmacı bir yaklaşım getirdi, bu durum birçok Çinli gözlemciyi şaşkına çevirdi. ABD, Çin’i bir ticaret ortağı ve bazen rakip olarak görmek yerine, onu bir “revizyonist güç”, stratejik bir rakip ve hatta bir tehdit olarak nitelendirmeye başladı. Daha da dikkat çekici olanı, Biden yönetimi tonu değiştirmesine rağmen bu değişikliği pekiştirdi ve bazı konularda daha da ileri götürdü. Gerçekten de Washington’da, Çin’in artık büyük bir düşman olarak ele alınması gerektiği konusunda iki partili bir mutabakat var gibi görünüyor ve giderek artan bir analist grubu, soğuk savaş çerçevesiyle bunu savunuyor. ABD Seçimleri ve Çin
Çinli gözlemcilere göre, ülkelerine ve dünyaya alternatif yaklaşımlar sunmak yerine, iki büyük ABD partisi de son yıllarda ortaya çıkan ve büyük ölçüde ABD’nin iç siyasi kaygılarından etkilenen genel bir Çin yaklaşımını yansıtıyor. Her iki partinin görüşlerinden daha önemli olan şey, ABD’nin Çin analizindeki çeşitli dereceler ve bunların pratikte ne anlama gelebileceği. Çoğu Çinli gözlemci, ABD’nin Çin politikasında önemli değişiklikler beklemiyor. Ancak Washington’daki mevcut düşünce akımlarının hangisinin nihayetinde baskın çıkacağını anlamaya çalışıyorlar.
EV SAHİBİNE OYNAMAK
Çin’in siyasi yapısı ve Çin kamuoyunun hükümet tarafından yakından yönetilmesi nedeniyle, Pekin liderliğinin ABD’nin Çin hakkındaki tartışmalarını nasıl gördüğünü ve buna nasıl tepki verdiğini anlamak zor. Bununla birlikte, Çin’de birçok kişinin bu tartışmayı yönlendiren güçler hakkında gördüğü bazı genel noktalar belirtilebilir. İlk olarak, bir ülkenin dış eylemleri genellikle iç politikasını yansıtır. Bu fenomen özellikle ABD’de geçerli görünüyor; büyük iç tartışmalar kolayca dış ilişkilere yansıyabiliyor. Ve bu durum, Washington’ın Çin’e yaklaşımında belirgin bir rol oynamaya başladı.
Bu nedenle, Trump’ın “önce Amerika” mantrası ve Biden’ın “orta sınıf için dış politika” sloganı, Amerika Birleşik Devletleri’nde iç politika ve dış politika arasındaki yakın ilişkiyi canlı bir şekilde gösteriyor. Trump göreve geldikten sonra, ABD’deki derin kutuplaşmış siyasi iklim onun dış politikasını, özellikle Çin’e yönelik politikasını şekillendirdi. “Önce Amerika” yaklaşımı büyük ölçüde Amerikan seçmenlerinin küreselleşme ve göç konusundaki endişelerine bir yanıttı. Sonuç olarak, Trump yönetimi ticaret engellerini artırdı, göçü kısıtladı ve ABD’nin uluslararası örgütlere katılımını sınırlayarak ABD’nin ekonomik çıkarlarını ve ulusal güvenliğini önceliklendirdi. ABD Seçimleri ve Çin
Diğer taraftan Biden yönetimi, dış politika kararlarının içerdeki seçmenlerin çıkarlarıyla uyumlu olmasını hedeflediğini ve sıradan Amerikalıların refahının uluslararası bir boyuta da sahip olduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla, Biden’ın dış politikası da, iç endüstri politikalarını ve uluslararası ekonomik kuralları iç çıkarları teşvik etmek için yeniden dengelemeyi amaçlayarak, Trump’ınkine benzer siyasi kaygılar taşır. Bazı ABD meselelerinin hem iç hem de dış bileşenleri vardır. Sürekli göçmen akışı, ABD’nin refahının itici gücü olmanın yanı sıra sınır güvenliğini ve dış dünyayla ilişkilerini de etkiler. Trump yönetiminden bu yana, ABD’deki fentanil krizi Çin ile işbirliği gerektirmiştir ve Çin olumlu yanıt vermiştir. Bununla birlikte, Kongre üyeleri, Meksika’dan ABD’ye giren fentanil için Çin’i suçlamaya devam etmektedir.
Son yıllarda ABD dış politikasının ikinci bir özelliği, Çin’in bu politikada artan rolüdür. Rusya’nın Ukrayna ile silahlı çatışması ve İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı savaşı büyük ilgi çekse de, Çin, Washington’ın belirgin küresel stratejisinde en üst öncelik olmaya devam etmektedir. Bu kritik dönemeçte, birçok ABD stratejisti Washington’un Asya’ya yönelmesini hızlandırması için çağrılarını yeniliyor. Örneğin, dış politika analistleri Robert Blackwill ve Richard Fontaine, yeni kitapları Lost Decade’de, Obama, Trump ve Biden yönetimlerinin hepsinin, çeşitli şekillerde, Çin ve Asya’nın geri kalanına yönelik güçlü ve tutarlı politikalar geliştirmede yetersiz kaldığını savunuyorlar. Avrupa ve Orta Doğu’daki devam eden zorluklara rağmen, ABD politikacıları için Asya’ya yönelimi hızlandırmanın kritik olduğunu ileri sürüyorlar.
Çin politikasının önemi, ABD başkanlık yarışında zaten belirgin hale geldi. Her iki parti de Pekin’e karşı sert bir tutum takınma ve Çin’in küresel rolünü kısıtlama konusundaki en güçlü retoriği üretmek için yarışıyor. Ve bu, Amerikan’ın Çin hakkındaki tartışmalarının bir başka özelliğine işaret ediyor: Mevcut ABD siyasi bağlamında, geleneksel “güvercinler” ve “şahinler” ikiliği, ABD’nin Çin algısının karmaşıklıklarını yakalayamaz. Çin’in büyük bir zorluk oluşturduğu konusunda geniş bir iki partili mutabakat olduğu göz önüne alındığında, bu genel bakış açısı içinde ortaya çıkan politika perspektiflerinin yelpazesini incelemek daha anlamlıdır.
ÜÇ TARAFLI TARTIŞMA
Uzaktan bakıldığında, ABD’nin Çin stratejistleri genel olarak üç okula ayrılabilir. İlk gruba Yeni Soğuk Savaşçılar denilebilir. Bu gruptaki insanlar, ABD-Çin rekabetinin sıfır toplamlı bir oyun olduğuna ve Washington ile Pekin’in bir soğuk savaş içinde olduğuna ve ABD’den daha agresif taktikler gerektirdiğine inanıyor. Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı Matt Pottinger ve eski ABD Kongre Üyesi Mike Gallagher’ın Foreign Affairs dergisinde savunduğu gibi, Çin ile rekabetin “yönetilmesi değil, kazanılması” gerektiğini düşünüyorlar. Bu argümanı ileri sürerken, Ronald Reagan’ın Soğuk Savaş’ta zafer kazanma amacıyla Sovyet tehdidini en öncelikli konu olarak belirlemesi örneğinden yararlandılar. ABD Seçimleri ve Çin
İkinci okul, Rekabet Yöneticileri olarak tanımlanabilir. Yeni Soğuk Savaşçılar’ın aksine, bu kamptakiler ABD-Çin rekabetinin sıfır toplamlı bir oyun olmadığını ve dolayısıyla Çin ile bir arada var olma stratejisinin gerekli olduğunu savunuyorlar. Bu yaklaşımın entelektüel kökenleri, Kurt Campbell ve Jake Sullivan’ın 2019’da Biden yönetimine katılmadan önce Foreign Affairs dergisi için yazdıkları bir makaleye dayanır. Onlara göre, Çin ile rekabet “çözülmesi gereken bir problem değil, yönetilmesi gereken bir durum”dur. Rush Doshi, 2021’den 2024’ün başlarına kadar Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Çin ve Tayvan İşleri Kıdemli Direktör Yardımcısı olarak görev yaptı ve diğerleriyle birlikte, Washington’un Çin’e en iyi yaklaşımının önce rekabet, ardından işbirliği teklifleriyle ilerlemek olduğunu öne sürüyorlar.
Üçüncü grup ise Uzlaşmacılar olarak adlandırılabilir. Diğer okulların Çin’in siyasi sistemi ve küresel etkisinden hoşlanmamaları ortak noktasını paylaşsalar da, rekabetin çatışmaya dönüşebileceği endişesi bu grupta daha baskındır. Bu kampta öne çıkan uluslararası ilişkiler akademisyenleri Jessica Chen Weiss ve James Steinberg, Çin ile bir soğuk savaş yürütmeye karşıdırlar çünkü soğuk savaşlar doğası gereği tehlikelidir. Onlara göre, Pottinger ve Gallagher’ın zafer vaadi yanıltıcıdır çünkü “ABD’nin baskı yoluyla değişim getirme çabaları, otoriter yönetimi zayıflatmak kadar pekiştirme olasılığı da taşır.” Chen Weiss ve Steinberg, bu nedenle Pekin ve Washington’un savaş riskini azaltmak ve iklim değişikliği ve halk sağlığı gibi ortak konularda işbirliği yapmak çıkarına olduğunu savunuyorlar.
Bu görüş çeşitliliğine rağmen, üç okul da Çin’in ABD için önemli bir meydan okuma oluşturduğu konusunda hemfikirdir. Ayrıca, ABD’nin Çin politikasının başarılı olabilmesi için iki partili temellere ihtiyaç duyduğunu kabul ediyorlar. Ancak, Washington’da hangi yaklaşımın en iyi olduğu veya meydan okumanın hangi yönünün—siyasi, askeri, ekonomik veya küresel yönetişim—en ciddi olduğu konusunda baskın bir görüş yok gibi görünüyor. Pekin için, bu çözülememiş tartışma, bu farklı yaklaşımların ABD politikalarını nasıl etkilediğini ve özellikle, gelecek ABD yönetimini nasıl şekillendirebileceğini anlamanın kritik olduğu anlamına gelmektedir.
FARKLI TAKTİKLER, AYNI AMAÇLAR
Amerikalılar, Çin’in bir Harris yönetimini mi yoksa ikinci bir Trump yönetimini mi tercih ettiğini veya daha geniş anlamda, Demokratları mı yoksa Cumhuriyetçileri mi tercih ettiğini sormaya meyilli olabilir. Sonuçta, 1972’de Başkan Mao Zedong, Başkan Richard Nixon’a, ABD ve diğer Batı ülkelerinde siyasi sağdan hoşlandığını söylemişti. Mao bu tercihi için bir neden vermemiş olsa da, muhtemelen Nixon ve diğer sağ eğilimli Batılı liderlerin ülkelerinin ekonomik ve güvenlik çıkarlarına daha fazla dikkat ettiğini düşündüğü, sol eğilimli politikacıların ise politikalarını ideoloji ve siyasi değerlere dayandırma eğiliminde olduğu için bu görüşteydi.
Yine de Demokratların mı yoksa Cumhuriyetçilerin mi ABD-Çin ilişkilerine daha fazla katkıda bulunduğunu değerlendirmek zordur. Örneğin, ilk kez Çin ile buzları eriten bir Cumhuriyetçi olan Nixon olsa da, Pekin ile diplomatik ilişkiler kurmaya karar veren Demokrat Başkan Jimmy Carter’dı. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1949’da kuruluşundan bu yana, ABD’de yedi Demokrat başkan ve yedi Cumhuriyetçi başkan olmuştur ve ikili ilişkilerdeki büyük atılımlar ve krizler her iki parti döneminde de yaşanmıştır.
Bugün de iki parti hakkındaki Çin değerlendirmelerinde aynı belirsizlik geçerlidir. Trump 2017’de göreve başladığında, Çin hakkındaki en önemli endişesi, ABD’nin devasa ticaret açığıydı ve ilk kez ABD tarihinde, bu açık ve Çin’in teknolojik üstünlüğü ulusal güvenlik sorunu olarak ele alındı. Trump yönetimi, Çin’i sadece “revizyonist bir güç” ve stratejik bir rakip olarak nitelendirmekle kalmadı, aynı zamanda Çin Komünist Partisi’ni Amerikan yaşam tarzı ve “özgür dünya” için bir tehdit olarak tanımladı. Agresif fakat tutarsız bir “topyekun hükümet” yaklaşımı başlatarak, Trump yönetimi Çin ile hemen her konuda rekabet etmeye ve çatışmaya girdi.
Trump yönetimi, ticaretle başlayarak Çin ithalatına cezai tarifeler uyguladı ve ardından kampanyasını Çin yatırımlarına yönelik artırılmış inceleme ve kısıtlamalar, ileri teknoloji ihracat kontrollerinin sıkılaştırılması ve Huawei gibi büyük uluslararası varlığı olan belirli Çinli şirketlere yönelik hedefli eylemlerle genişletti. Güvenlik konularında, Trump yönetimi, stratejistlerin artık tutarlı bir şekilde “Hint-Pasifik” bölgesi olarak adlandırdığı coğrafi alanda ABD üstünlüğünü sürdürmek için yeni adımlar attı. Trump yönetimi Tayvan’a özel güvenlik garantileri verdi ve uzun süredir devam eden “tek Çin” politikasını önemsizleştirdi; Çin’i dengelemek için Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD’den oluşan Dörtlü (Quad) grubuna yeni kaynaklar ayırdı; ve Çin’in toprak iddialarına meydan okumak için Batı Pasifik’teki ABD askeri faaliyetlerini artırdı.
ABD ve Çin arasındaki siyasi ilişkiler söz konusu olduğunda, Trump, Çin sistemi ve liderliği hakkında katı ideolojik görüşlere sahip değildi, ancak yönetim yetkililerinin ve ABD Kongresi’nin Çin’in iktidar partisini ve iç yönetimini, özellikle Sincan ve Hong Kong politikalarını sert bir şekilde eleştirmesine izin verdi. Ve yönetimi daha geniş bir “Çin tehdidi” anlatısını benimsediği için, onlarca yıldır var olan akademik, bilimsel ve toplumsal değişimlere ciddi zarar verdi. Çok taraflı diplomaside, Washington da Pekin’i şeytanlaştırmaya ve uluslararası etkisine güçlü bir şekilde karşı çıkmaya başladı, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamındaki genişleyen küresel rolünü ve Birleşmiş Milletler organlarındaki artan katılımını sınırlamaya çalıştı. ABD Seçimleri ve Çin
Ardından, 2020 yılında, ABD’de karmaşık bir seçim yılı yaşanırken, COVID-19 pandemisinin yayılması Washington ve Pekin arasındaki ilişkilerin düşüşünü hızlandırdı. Trump yönetimi, halk sağlığı krizinden Çin hükümetini sorumlu tuttu, çoğu ikili diyaloğu askıya aldı ve Çin’e karşı düşmanca bir tutum benimsedi. Temmuz 2020’de, ABD hükümeti, Çin’in Houston’daki başkonsolosluğunu kapatmasını emretti ve bunu “casusluk ve fikri mülkiyet hırsızlığının merkezi” olmakla suçladı.
Ancak genel olarak, Trump yönetimi Çin’e karşı belirli bir esneklik göstermeye devam etti. Cezai tarifeler ve diğer önlemlerine rağmen, ticaret görüşmelerine açık kaldı ve teknolojik rekabet ve Tayvan gibi zor konularda bazı uzlaşma eğilimleri gösterdi. Ayrıca, “önce Amerika” demek, Washington’un diğer ülkelerle kendi Çin politikalarını koordine etme konusunda daha az güvenilirlik ve etkiye sahip olması anlamına geldi, bu da Trump yönetiminin Çin’e karşı güçlü bir çok taraflı cephe oluşturup liderlik etmemesine yol açtı. Bu durum, bazı Çinli yorumcular arasında, Trump’ın öncelikle ticari faydalar ve Çin ile bir anlaşma yapma peşinde olduğu algısını teşvik etti. Kasım 2017’de, Trump Pekin’e bir devlet ziyareti gerçekleştirdi—Biden’ın yönetimi sırasında henüz yapmadığı bir adım—ve Ocak 2020’de Çin ile ticaret gerilimlerini çözmek için birinci aşama ticaret anlaşmasını imzaladı. Trump başkanlığının sonunda, birçok Amerikalı, yönetiminin Çin ile olan ticaret savaşını bir başarısızlık olarak nitelendirdi.
Tüm sözde farklılıklarına rağmen, Biden yönetimi Çin konusunda selefi Trump yönetimi ile belirgin bir süreklilik göstermiştir. Özellikle, Biden, Trump döneminin genellikle düşmanca olan politikalarını daha sistematik ve çok taraflı bir yaklaşımla pekiştirmiştir ve bu yaklaşımı “yatırım yap, uyum sağla ve rekabet et” olarak adlandırmıştır. Şubat 2021’deki ilk dış politika konuşmasında Biden, Çin’i ABD’nin “en ciddi rakibi” olarak nitelendirmiş ve ABD’nin “refahı, güvenliği ve demokratik değerleri” için oluşturduğu tehditleri doğrudan ele alacağına söz vermiştir.
Bu nedenle, Biden, Amerika Birleşik Devletleri’ni daha rekabetçi ve Çin’e daha az bağımlı hale getirmeyi amaçlayan büyük ölçekli altyapı yatırımları ve endüstriyel politikaları uygulamak için Kongre ile yakından çalışmıştır. Gelişmiş teknolojilerde daha iyi rekabet edebilmek için Biden yönetimi, daha sıkı ihracat kontrolleri, Çin’in yeşil teknoloji ürünlerine yönelik yeni tarifeler ve Japonya, Kore, Tayvan ve ABD arasında bir yarı iletken ortaklığı olan Chip 4 ittifakı gibi daha koordineli uluslararası çabalar aramıştır.
Asya-Pasifik bölgesinde, Biden yönetimi Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığını yoğunlaştırmış ve ABD’nin Asya güvenlik ittifaklarına bölgesel bir ekonomik boyut eklemiştir. Biden ayrıca, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne Batı’nın bir yanıtı olarak tasarlanan Build Back Better World (Daha İyi Bir Dünya İnşa Et) girişimi ve Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı’nı ileriye taşımak için G-7 liderlerini harekete geçirmiştir. Ukrayna’daki savaş sırasında Çin’in Rusya ile artan bağları nedeniyle, Biden yönetimi Rusya ile ticaret yapan Çinli şirketlere yaptırımlar uygulamıştır. Washington, Çin ile olan rekabete “demokrasiye karşı otokrasi” olarak adlandırdığı yeni bir ideolojik katman ekleyerek Pekin’e karşı büyük bir ittifak kurma çabasında olmuştur. ABD Seçimleri ve Çin
Çin ile şiddetli bir rekabet içinde olmasına rağmen, Biden yönetimi düzenli üst düzey iletişim kanallarını sürdürmüş ve işbirliği alanlarını keşfetmeye devam etmiştir. Biden ekibi, Çin’in siyasi etkisine vurgu yapmasına rağmen, ikili akademik ve toplumsal değişimleri depolitize etmek ve yeniden canlandırmak için adımlar atmıştır; bu adımlara, Trump yönetiminin tartışmalı bir şekilde ABD’de Çinli varlıklarla temas halinde olan araştırmacılara yönelik baskısı olan Çin Girişimi’ni sonlandırmak da dahildir. Biden ayrıca Kasım 2022’de Endonezya’nın Bali kentinde ve Kasım 2023’te San Francisco’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile doğrudan görüşmeler yapmış ve iki lider, istikrarlı ve sağlıklı bir ikili ilişki sürdürme taahhüdünde bulunmuşlardır.
GENİŞ SAHALAR VEYA GENİŞ KOALİSYONLAR
Çinli stratejistler, ABD’nin Çin’e yönelik politikasının önümüzdeki on yıl içinde yön değiştireceği konusunda pek bir yanılsama taşımıyorlar. ABD kamuoyu yoklamaları ve Washington’daki Çin konusundaki iki partili mutabakat göz önüne alındığında, 2024 Kasım’ında kim seçilirse seçilsin, Washington’ın Pekin’e yaklaşımında stratejik rekabeti ve hatta sınırlamayı önceliklendireceğini ve işbirliği ile değişimlerin arka planda kalacağını varsayıyorlar.
Yeni bir Trump yönetimi neredeyse kesin olarak Çin’e yönelik daha agresif bir ticaret politikası izleyecektir. Trump, Çin’de üretilen tüm mallara yüzde 60’lık bir tarife ve 2000 yılından beri sağlanan ayrımcı olmayan, elverişli ticaret şartları ve pazar erişimi sağlayan Çin’in kalıcı normal ticaret ilişkileri statüsünün kaldırılmasını önermiştir. Ayrıca, Biden yönetiminin yalnızca kritik ve gelişen teknolojileri güçlü güvenlik önlemleriyle koruyan “küçük bahçe, yüksek çit” kavramını genişleterek, daha geniş bir teknolojik ayrışmayı mümkün kılmak için açıkça “büyük bahçe, yüksek çit” doktrinini savunmuştur.
Yine de, Trump’ın anlaşma yapma eğilimi göz önüne alındığında, tüketim malları, enerji ve teknoloji konularında Pekin ile ikili anlaşmalar yapmayı seçebilir. Tayvan meselesini diğer alanlarda kaldıraç kazanmak için bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışabilir, örneğin, Tayvan’ın kışkırtıcı eylemlerini sınırlama teklifinde bulunarak Pekin’in ticaret konusunda uzlaşmasını sağlamaya çalışabilir. Ancak Çin’in böyle bir anlaşmayı kabul etmesi pek olası değildir ve Trump’ın dış politika danışmanları da buna karşı çıkabilir. Genel olarak, çok taraflılıktan ziyade ikili diplomasiyi tercih ettiği için, Trump müttefikleri ve ortakları Çin’e karşı harekete geçirme konusunda daha az yetenekli olabilir ve Çin’in sıkı stratejik ortağı olan Rusya ile ayrı bir ABD uzlaşması arayabilir.
Harris yönetimi ise, Biden yaklaşımının büyük kısmını korursa, Pekin ile stratejik rekabeti muhtemelen yoğunlaştıracak ve Biden’ın Çin’i dengelemek için Batı ve Asya ülkelerinden oluşan bir koalisyon kurma çabalarını pekiştirecektir. Trump’ın keyfi ve tutarsız politikalarına kıyasla, bu stratejiler muhtemelen daha düzenli ve öngörülebilir olacaktır.
Ancak genel olarak, Çin açısından, yeni bir Trump yönetimi ile bir Harris yönetiminin Çin politikaları stratejik olarak tutarlı olacaktır. Her iki aday da Çin için zorluklar ve dezavantajlar sunacak ve hiçbirinin büyük bir askeri çatışma istemesi veya tüm ekonomik ve toplumsal temasları kesmesi olası görünmemektedir. Bu nedenle, Pekin’in net bir tercihi olması pek olası değildir. Ayrıca, Çin’in ABD ile istikrarlı bir ilişki sürdürmek ve çatışmadan veya büyük kesintilerden kaçınmak için güçlü teşvikleri vardır. Seçim ve ABD-Çin ilişkileri konusundaki siyasi hassasiyetler göz önüne alındığında, herhangi bir Çin müdahalesi muhtemelen geri tepecektir. ABD Seçimleri ve Çin
2024 ABD başkanlık yarışı kızışırken, Pekin’deki yetkililer bu konuda ihtiyatlı ve çekingen açıklamalar yaptılar ve hükümet yetkilileri seçimi “Amerika’nın iç işi” olarak tanımladı. Temmuz ayında düzenlenen bir basın toplantısında, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Lin Jian, Çin’in “ABD’nin başkanlık seçimlerine hiç müdahale etmediğini ve etmeyeceğini” vurguladı. Ancak Lin, Çin hükümetinin “birinin Çin’i mesele haline getirmesine ve Çin’in çıkarlarına zarar vermesine” karşı kararlı bir şekilde karşı olduğunu ve iki ABD partisinin “Çin’i kötülemek için yanlış bilgi yaymaması ve Çin’i bir sorun haline getirmemesi gerektiğini” söyledi. Bu, Pekin’in, en azından retorik olarak, kampanyalar sırasında saldırıya uğrarsa tepki vermek zorunda kalabileceğini işaret ediyor. Deklare edilen müdahalesizlik ilkesine rağmen, Pekin, Çince sosyal medyada sansasyonel, sorumsuz ve kışkırtıcı sesleri susturamayabilir. Bu seslerin bazıları Çin dışında yayımlanmakta olup, belirli dış Çin topluluklarının özel gündemlerini yansıtabilir ve dolayısıyla Çin’in resmi tutumunu temsil ettiği şeklinde yorumlanmamalıdır.