Zaman ve mekân kavramlarına bağlı olarak canlı ve cansız her şey değişim içerisindedir. Geçirilen her saniye doğada bulunan farklı yapıları etkiler. Bu değişim bazen somut anlamda olduğu gibi bazen de soyut anlamda gerçekleşir. Bu iki kavramın dışında bazı durumlar vardır ki hem somut hem de soyut değişim ile alakalıdır. Mesela insan hem ruhsal hem de bedensel olarak değişime uğrayan bir varlıktır. Bu sebepten insanda gerçekleşen kimi değişimleri ‘somut’ ya da ‘soyut’ olarak kesin çizgilerle ayıramayız. Örneğin psikoloji, insandaki ruhsal değişim ve etkileşimleri soyut bir şekilde incelemektedir. Öte yandan psikolojiyi sosyal bilimlerden pozitif bilimlere doğru kaydıran psikiyatri aynı durumları somutlaştırmalarla incelemektedir. Bu da bize gösterir ki değişimi sadece cisimlerin formunda (somut) ya da ruhunda (soyut) incelemek yetersizdir. Kısacası sosyal ve pozitif bilimlerin en çok dikkat etmesi gereken nokta, olgulardaki değişimi yakalamak ve bu değişimi soyut, somut ya da ortak bir bileşende doğru bir yorumla çözümlemek ve bunu uygulamada kullanmaktır.
Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin – daha eskilerde bu alan bir bilim alanı değil de salt felsefe olarak düşünülse de- etkileşimlerinin oluşmaya başladığı yer (Avrupa) ve zamanda (XVI ve XVII. yüzyıl) hâkim olan siyasal bakış açıları da yeni bir forma girmiş ve bambaşka bir türde karşımıza çıkmıştır. Bu siyasal bakış açılarında biri ülkelerin uluslararası konulara bakış açıları olmuştur. Uluslararası İlişkiler ’in temelini oluşturan 30 Yıl Savaşları’ndan beri siyasal parametrelerin kullanımı ülkeler arası en önemli faktörlerden biri olurken bu değişime ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu ilk bakışta fark edilemeyecek bir gerilemeye geçerken, siyasal anlamda yeni bir boyut kazanan ve dönemin bilimsel ve teknik gelişmelerini de avantajlı bir şekilde kullanan Avrupa ülkeleri, kendi aralarındaki önemli anlaşmazlıklara rağmen gelecek yüzyıllarda hem kendi ülke ve kıtalarını hem de dünyanın geri kalanını etkileyecek seviyeye gelmişlerdir.
Bu denli büyük bir etkiye sahip olacak şekilde gelişme gösteren Avrupa’nın sırrı, var olan durumu iyi analiz edebilme (güncel analiz), değişimleri okuyabilme ve etki alanlarını kendi iradeleriyle belirme çabasında olmaları yönündeki istikrardan kaynaklanmaktadır. Bu da göstermektedir ki günümüz uluslararası ilişkilerinin merkezinde ‘değişimleri okuyabilme’ yeteneği bulunmaktadır. Ancak bu merkezin sağlam bir temele oturabilmesi için teorik anlamda ‘var olan durumu analiz edebilme’ ve eylemsel anlamda ‘etki alanlarını belirleme’ yeteneği olmalıdır. Kısacası, teorik ve eylemsel iki kavram yarı teorik ve eylemsel bir kavram merkezi etkilemektedir:
Avrupa ve ABD’yi kendi iç hesaplarından, dünyaya yeni bir düzen kurma kurmak aşamasına getiren diplomatik ve siyasal formüller, gittikçe küçülerek uluslararası ilişkilere ve diplomasiye daha muhtaç olan dünyada Türkiye’nin de kendi vizyonunu küresel alana oturtabilmesi için önemli bir mevkide bulunmaktadır.
Türkiye’nin kurulduğu yıllarda dünya büyük bir felaketten yeni çıkmış ve yıkılan dünyanın nasıl şekilleneceği tartışılmaktaydı. Bir imparatorluktan geriye kalan parça olan Türkiye, politik ve askeri açıdan uluslararası anlamda etkisi olabilecek durumda değildi. Osmanlı’dan çok daha dar fakat daha riskli bir stratejik alana sahipti. Tüm komşuları Osmanlı devletinin etkisine tabi olmuş devletler olması sebebi ile sıcak demire su dökmek tarzında hızlı diplomatik girişimler komşu devletler ve halklar tarafından tepki ile karşılanabilme ihtimaline sahipti. Kısacası, kendi iç problemleri ve yapılanması ile ilgilenen, birçok devletle sınırlar konusunda sorunlar yaşarken aktif bir dış politika riskli ve olumlu gözükmeyen bir seçenekti. -Bu durum diplomasinin ihmal edilmesi anlamına gelmemekle beraber ihtiyatlı davranılması gerektiğini vurgulamaktadır.-
Ancak Türkiye Cumhuriyeti, geçen zaman içerisinde bu içine kapanma politikasını açma girişiminde bulunmamıştır. Vestfalya’dan en ağır şekilde etkilenen Almanya dahi diplomatik anlamda üstünlük kurmaya başladığı 1920li yılların sonlarında Türkiye hala kendisine kurduğu ve dış tehlikelerden uzak dünyada yaşamaya çalışmaktaydı. Bu durum ne ABD’nin ‘Monroe Doktrini’ndeki prensiplere sahip anlayışında ne de Büyük Britanya’nın ‘Şahane Yalnızlık’ politikası ile benzerlik göstermekteydi. Türkiye kendini dış dünyaya tamamen kapatmış, kör bir kutu içinde yaşamaktaydı. Dönemin liderleri yukarıda belirtilen 3 önemli faktörü uygulanmaktan kaçındıkları için sağlıklı bir dış politika oluşmamış ve Türkiye uzun yıllar bu tabuta mahkûm hale gelmiştir.
Eğer yeni kurulan dünya düzenindeki değişiklikler sağlıklı bir şekilde okunabilseydi harekete geçmenin vaktinin geldiği anlaşılabilirdi. Ancak Türkiye, bunu belirleyecek güncel analizlere sahip değildi ve amaçlarını diğer bir deyişle etki alanını belirlememişti. Bu sebepten dolayı 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya Stresemann ile gelişime geçerken Türkiye fırsat trenini kaçırdı.
Türkiye Cumhuriyet’i, kurulmasının üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen 2. Dünya Savaşı’nda da aktif bir rol oynamamıştır. Kuruluşundaki paranoyak politikanın etkisinin bu kadar uzun süre yaşaması hayret vericidir. Yıllarca tek parti ile yöneltilmenin ve politika konusunda hiçbir eleştiriye maruz kalmamanın verdiği rahatlık ile dönemin yöneticileri büyük güçler olarak nitelenen dönemin hâkim ülkelerinin diplomatik boyunduruğu altına girmeye başlamışlardır.
Soğuk Savaş döneminde daha da vahim hale gelen diplomatik düzende Türkiye, iki süper güç olan ABD ve SSCB’nin arasında piyon durumuna düşmüştür. Yüzyıllarca dünya hâkimiyeti ile ilgilenen bir imparatorluğun devamı olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti, dış politikada kendi iradesinden çıkmış ve hangi süper güç daha baskın çıkarsa ondan yana tavır almak zorunda kalmıştır. Kendi dış politikasının en önemli maddeleri olan Kıbrıs, Yunanistan ve diğer komşu ülke ve durumlardaki problemlerde dahi Soğuk Savaş boyunca ABD ve SSCB’nin tavrı belirleyici olmuştur.
Tüm bu anlatılanlar göstermektedir ki Türkiye, kuruluşundan beri saplantıda bulunduğu kapalı diplomatik anlayıştan kurtulup dünyaya açılmalıdır. Ancak Türkiye’de hala bu durumun farkında olmayan görüşler varlığını sürdürmektedir. Örneğin Somali ya da Filistin’e yapılan bir yardımı eleştirilerek ‘kendi ülkemizdekiler varken başka ülkelere yardım etmek doğru değil’ cümlesinin kuruluyor olması Türkiye’de hala dış politikada vizyonun dar temellere oturtulduğunun göstergesidir. İçe kapanık bir yapıyı savunanların güçlü bir Türkiye istemeleri ve kendileri hiçbir rol almadan dünyanın barış içinde olmasını istemeleri çelişkili bir durumdur.
Var olan diplomatik düzende hâkim güçlerin barış getirmesi ihtimali ufukta görünmezken barış isteyenlerin diplomatik arenada elini taşın altına koyması da bir zorunluluk olmuştur. Bu sayede hem Türkiye diğer güçlerin etkisi altından kurtulacak hem de başta çevre ülkeleri olmak üzere tüm dünyada sakin bir tutumun gösterilmesine fırsat bulacaktır. Bu yüzden doğusundaki Azerbaycan-Ermenistan problemi ve İran ile ilişkiler, güneyindeki Irak ve Suriye meseleleri, batısında Yunanistan ve Bulgaristan, yakın çevrede Arap dünyası, Orta Asya, Akdeniz havzası ve genelde Avrasya ve dünyanın geri kalan kısmı Türkiye’nin ilgi alanına girmek zorundadır. Arap ülkelerinde gerçekleşen Arap Baharı’nı uzaktan izleyen bir Türkiye, hem moral hem de diplomatik olarak başarısızlığa uğrayacaktır.
Tüm bunlardan çıkarılan sonuç, var olan ve varlığını sürdüren her şey gibi siyasal olgular da bir değişime uğramaktadır. Bu olgulardan biri de uluslararası ilişkilere dayalı meseleler ve bu meselelere yaklaşım biçimidir. Günümüz diplomasisinin temelleri atıldığından beri dünyada ve bulunduğumuz bölgede birçok süreç yaşanmış, yeni kavramlar ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin geçtiğimiz asırda yaşadığı en büyük değişim, imparatorluk olarak hüküm süren Osmanlı’nın yıkılması ve ondan kalan küçük bir parça olarak yeni bir devlet olarak kendini devam ettirmesidir.
Kuruluşunun ilk yıllarında buna bağlı bir diplomatik tavır almak zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti, ilerleyen yıllarda değişime ayak uyduramamış ve kendini kör bir kuyuya hapsetmiştir. Küreselliğin daha da arttığı bir dünyada bu içine kapalı politikayı savunmak Türkiye’yi gittikçe küçülten bir duruma getirmiştir. Kısacası Türkiye geç kaldığı değişimleri okumalı ve belirlediği diplomatik ve insani hedeflerle yeni bir güzergâhta yol almalıdır. Aksi takdirde değişen güç dengesine göre hareket etmek zorunda kalacak ve başka ülkelerin hedefleri doğrultusunda maşa yahut piyon mahiyetinde bir değere sahip olacaktır.
Enes GÖKSEL
Yalova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi
Twitter: @_enesgoksel