2023 Vizyonu ve Türk Dış Politikası Analizi

2023 Vizyonu Türkiye gündemine düşeli çok uzun zaman oldu aslında. Ancak popülaritesini Haziran 2011 seçimlerinde seçimin güçlü adayı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) seçim beyannamesine girmesiyle kazandı. 2011 seçiminden önce ise 1995, 1997, 1999 gibi çeşitli yıllarda şu anda Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanı olan Devlet Bahçeli tarafından gündeme getirilmiş hatta akademik çalışmalara konu olmuştur. Devlet Bahçeli’nin bu konudaki ilk çalışmaları da, MHP kurucusu ve eski genel başkanı olan merhum Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra 18 Mayıs 1997’de genel başkan adayı imzalı propaganda çalışmasında görülmektedir.1 Fakat yıl 2011’e geldiğinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seçim beyannamesinde bu vizyonu kendi projesi gibi gündeme getirmesi çeşitli tartışmalara neden olsa da aslında Türkiye için çok faydalı olmuştur. Çünkü ülke çapında bu vizyonun MHP adına devam ettirilmesi, AKP tarafından da benimsenip uygulanmaya başlanmasına vesile olmuştur.

Aslında bu vizyonun geliştirilmesi ve devlet politikası haline getirilmesi 57. Hükümet döneminde 8. beş yıllık kalkınma planının içine alınmasıyla olmuştur. Fakat 2011 genel seçimlerinde adeta partilerin bu vizyon için yarışması, bu vizyonun gerek halk gerekse hükümet bazında büyük bir hedef olmasına vesile olmuştur. Elbette ki bu vizyon, ilk başlarda seçim sermayesi olarak görülse de halkın gerekli ilgisi ve partilerin istekli oluşları, bu vizyonu seçim sermayesinden devlet politikası şeklinde gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte bu vizyonun konuşulmasından çok uygulanabilir bir düzeye getirilmesi daha önemlidir ve bu yönde adımlar atılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin 2023 yılında dünyanın en büyük on ekonomisinden birisi olması için başlatılan ekonomi politikaları, 500 milyar dolarlık ihracat hedefinin konması gibi stratejiler, bunun en önemli örnekleridir. Bu çalışmada hedeflenen asıl amaç olan bu vizyonun Türk dış politikasını (TDP) nasıl etkileyeceğidir. Acaba Türkiye bu vizyonu kaldıracak iç dinamiklere ve desteğe sahip midir? Eğer iç dinamiklere sahipse gerekli uluslararası desteği sağlayabilecek midir? Çünkü uluslararası politikada etkin ve önemli bir güç olmak için uluslararası politikanın belirleyici aktörlerinden gerekli desteği görmek gerekmektedir. Bu ve bunun gibi sorulara çalışmamın devamında çeşitli alternatif cevaplar bulmaya çalışacağım.

2000’lere kadar ekonomisini yardım ve kredilerle ayakta tutmaya çalışan Türkiye, bu yıllardan sonra gelişen dünyaya daha çok entegre olabilmiş ve Batılı ekonomilere siyasi, askeri ve ekonomik açıdan oldukça yaklaşmıştı hatta 2008 ekonomik krizinden sonra çoğunun önüne geçmiş ve ekonomik anlamda üstün konuma geçmiştir.2 Uluslararası Para Fonu(IMF)’un bir araştırmasına göre en son geçirilen küresel krizlerden birisi, Mortgage krizi olarak da bilinen, 2008 krizinden artı büyümeyle çıkan nadir Avrupa ülkelerindendir. Elbette krizin etkilerini daha çok hissettiğimiz 2009 yılı büyüme oranları buna daha iyi açıklayacaktır. 2009 yılı ekonomik büyüme verilerine göre; Türkiye 7,8, Euro Bölgesi -4,1, A.B.D. -2,6, Çin ise 9,1 oranlarında büyüme kaydetmişlerdir.3 Türkiye’nin bu kadar kısa zamanda böylesine büyük bir ilerleme kaydetmesi elbette tüm Dünya’da ilgi çekici bir konu haline gelmiştir. Global dünyanın önemli güçleri olan ABD, AB gibi global politikaları hazırlayanlar, yükselen bu değeri keşfetmekte gecikmedi. Her ne kadar AB için söylenemez olsa da ABD kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye ile olan müttefikliğini her geçen gün arttırmakta yarar görmüştür. Öyle ki kurulduğu günden bu yana ABD’nin Ortadoğu’daki yegane müttefiki olan İsrail, bu durumdan rahatsız olmuş ve Türkiye ile çekişmeye başlamıştır.

Bu açıklamalardan sonra Türkiye’nin dış politika ekseni ve 2023 vizyonuyla ilişkili olarak geliştirmek istediği politikaları inceleyebiliriz. Elbette bu ekonomik tırmanışın dünya politikasında bir karşılığı olacaktı ve nitekim Türkiye bu karşılığı ABD ile müttefikliği ve AB ile de yürütmeye çalıştığı ilişkilerinden kazandığı sosyal gelişmişlik olarak almaya başlamıştır. Dünya politikasında ABD müttefikliğinden çok ödün vermeyen yapısındayken Ortadoğu’da ABD kaynaklı bir liderliğe aday olmuştur. Bu konudaki en büyük rakibi tabii ki ABD’nin ebedi müttefiki İsrail olmuştur. Ancak 2008 yılında ABD’nin ilk siyahi başkanı seçilen Barak Obama’nın siyasi stratejisi İsrail’den çok Türkiye lehine şekilleniyordu. Bundan sonra gelişen çeşitli olaylarla4 birlikte İsrail-Türkiye çekişmesi daha da ciddi boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Türkiye’nin, İsrail büyükelçisine yapılan saygısızlık5 iki ülke arasında askeri tatbikatların ertelenmesi, ilişkilerin düzeyinin düşürülmesi gibi sonuçları getirmiştir. Bu dönemde İsrail hükümetinin kendi halkıyla da barışık olmaması dış politikada onu güçsüz kılmış ve Ortadoğu’da liderlik adına Türkiye’nin elini güçlendirmiştir. Bütün bu siyasi gelişmelerin ışığında Türkiye dış politika adına çok önemli atılımlarının ardından bir yenisini eklemek üzere, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na Dışişleri Bakanlığı görevi verildi. Siyaset bilimci ve stratejik analiz uzmanı olan Davutoğlu, bakanlığının hemen ardından hükümet politikalarında etkin olmaya başladı ve aslında duymaya çok alışık olduğumuz fakat bir türlü uygulamaya geçiremediğimiz ‘komşularla sıfır sorun politikasını’ uygulamaya koydu. Öyle ki bu kapsamda en sorunlu komşumuz olan Ermenistan ile görüşmelere başlanmış, karşılıklı ülke başkanlarının ziyaretleri, spor müsabakalarında fair-play rüzgârları esmeye başlamıştı. Bu ılımlı havayı fırsata dönüştürmek için karşılıklı bir mutabakat dahi imzalanmış ve çoğu çevrelerce bu mutabakatın iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirme adına çok önemli bir adım olduğu ve büyük bir ilerlemenin kaydedildiği söylenmiştir.6 Aynı şekilde 90’ların sonunda-terörle mücadele konusunda-savaşın eşiğine geldiğimiz Suriye ile ilişkiler geliştirilmiş hatta vize uygulaması kaldırılmış,  Esad hükümetinin meşruluk tartışmalarını unutmuştuk. İran ile zaten normal olan ilişkiler geliştirilmiş nükleer planlar yapılmaya ve çeşitli hammadde takasları gündeme gelmeye başlamıştı.7 Oysa bu tür ilişkilere hem Avrupa hem de ABD karşı çıkmasına rağmen Türkiye bölgesel müttefik ve liderlik umutlarına yenik düşmüştü. Hatta bu dönemde uluslararası ilişkiler uzmanları ve siyaset bilimciler Türkiye’nin ‘eksen kayması’ yaşadığını ve batıya olan ilginin artık doğuya çevrildiğini tartışmaya koyulmuşlardı.8 Bu tartışmaların doruk noktası ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yapılan İran’ın nükleer faaliyetlerine karşı yaptırım uygulanıp uygulanmayacağı tartışmalarındaki, Türkiye’nin tutumu oldu.

Türkiye çok alışık olmadığımız bir şekilde, ABD, AB baskılarına rağmen İran’a karşı yaptırımlar için Brezilya ile birlikte hayır oyu kullanan tek devletti. Tabii ki batıya karşı bu sert duruşun önemli nedenleri vardı. Bunlardan biri Türkiye’nin de artık kendi enerjisini üretmek istemesidir. Bunu gerçekleştirebilmek için İran ile yaptığı anlaşmaya sadık kalması gerekiyordu. Nitekim öyle yaptı, sonuçta bu oyunla, sayısal olarak bir getirisi olmasa da, Batıya gerektiğinde kendi menfaatlerimiz doğrultusunda hareket edilebileceği gösterilmiş oldu. Bu karşı duruşun devamlı olması elbette beklenemezdi. Çünkü henüz kendini tam anlamıyla idame ettiremeyen ve ithalatı bu kadar yüksek olan bir ülke için böyle davranmak intihar olurdu. Buna karşın BM kararlarına saygılı olunacağı ve uyulacağı konusunda dünya kamuoyuna güven duygusu da verildi. Çünkü Türkiye, bölgesel liderlik yarışındaki konumu kaybetmek istemiyordu. Bunun yanı sıra Ortadoğu da İsrail’den sonra İran’ın da nükleer silaha sahip olmasının hem bölgenin istikrarına hem de sağlanmış olan barışa zarar vereceği su götürmez bir gerçeklikti. Her iki devlette birbirlerinin açıklarını kollarcasına sessizce tetikte beklerken bir şekilde zapt edilebilen bir İsrail’in karşısına güçlü bir İran çıkarmak Ortadoğu için sonu çok yabancı olmayan ve tahmin edilebilen bir yola girmek demekti.

Türkiye’nin gerek komşuları gerekse müttefikleri ile olan ilişkileri toparlayacak olduğumuzda eskiye nazaran iyileşme fakat yeni dünya düzeninde ise yeterliliği tartışılabilir olduğu söylenebilir. Batıyla olan ilişkilerinde daha kararlı bir görüntü sergileyen Türkiye, doğuda özellikle güneydoğu da gerekli etkinliği gösterememiştir. Bunun nedenleri ayrı bir çalışma konusu olacağından burada kısaca değinmek yerinde olacaktır. Güneydoğu da hem istikrarlı yönetimlere sahip devletlerin olmaması hem de Türkiye’nin kanayan yarası terör ve bölgesel kalkınma problemleri yüzünden bu bölge yükselen Türkiye’nin yumuşak karnı olmuştur. Türkiye ile ters düşen ya da diplomatik anlamda çıkmazlar yaşayan çoğu ülke eskiden olduğu gibi şimdide ellerindeki bu etnik kozu9 kullanmaktan çekinmemişlerdir. Suriye ile Arap Baharı’ndan önce geliştirilen ilişkiler bu devrim hareketinden sonra oldukça sekteye uğramış hatta doğru ifadeyle alabora olmuştur. Ankara yönetimi Esad’ın gitmesi yolundaki çıkışlarını sürekli yinelemiş buna karşılık Şam yönetimi ise yukarda bahsedildiği gibi yine terör örgütü PKK’ya destek olmuş ülke içindeki kaos ortamından yararlanmasına ve etkinlik kurmasına ses çıkarmamıştır.10 Bir diğer doğu komşusu olan İran ile de Suriye üzerindeki siyasi baskı sonucu ters düşülmüş, İran Şam yönetimini desteklerken Türkiye kararlılığını korumuştur. Doğu komşularından bir diğeri olan Ermenistan ile yürütülmeye çalışılan normalleştirme çalışmaları umulan verimliliği vermemiş her iki ülke açısından da ilişkileri eski haline hatta daha da geriye götürmüştür demek yanlış olmaz. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın “Karabağ’ı biz aldık Ağrı’da yeni nesillere hedeftir”11 emesi iplerin kopmasına yetmiştir.

Uluslararası alanda her devletin yaptığı gibi Türkiye de yeni dönemde kendi amaçları doğrultusunda hareket edip uyguladığı politikaları meşru kılmayı amaçlayacaktır. Bu yolda uygulaması gereken politikalar halkının sesine uygun ve uygulanabilir olmak zorundadır. Çünkü henüz gelişme aşamasında olan bir ülke için, uygulanamaz politikalar üretmenin neticesini daha önce birçok kez aldık. Ütopik hayaller ve hedefi seçim zamanlarında halkın ilgisini çekmekten başka farklılık göstermeyen politikalardan şimdiye kadar yapılmamış ancak yapılmasına ihtiyaç duyulan politikalar üstüne yoğunlaşmak daha rasyonel olacaktır. Yıllardır uğraşılan terör, bir türlü azaltılamayan cari açık ve tabi ki bunun sebebi olan ithalat eğilimli ekonomi politikalarımız ne yazık ki gelişen ekonominin sırtındaki kamburlardan yalnızca bir kaçıdır. İç politikaların yanlışlığı veya tutarsızlığı elbette dış politikayı da etkilemektedir. Türkiye’nin geleceğinin parlak ve umutvar olması için; bu kamburlardan bir an evvel kurtulması gerekir. Ve bu kamburlardan yalnızca biri olan enerji ithalatını, gerekli ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, azaltarak sonuçta enerji üretimini millileştirmek önemli bir hedef olmalıdır. Türkiye’nin yıllık enerji ithalatı, cari açığın %67.42’sini oluşturuyor.12 Ve nitekim böyle bir rakamın sonucunda dünya ithalat liginde 21. sırada olması şaşırtıcı olmasa gerek.13 İthalatın sürekli olması bu listedeki sıralamanın giderek yükselmesi anlamına geliyor. Türkiye enerji ithalat rakamları şöyle;  2009 yılında yaklaşık 30 milyar dolar, 2010 yılında yaklaşık 39 milyar dolar, 2011 yılında ise %40.56 artışla 55 milyar dolar civarındadır.14 Böylesine ağır bir enerji faturası ve bunu karşılayamayan ihracat rakamları, herkesin yüzünü güldüren oysa şu verilere dayanarak çok da iyi olacağı düşünülmeyen ekonomik büyümeler, giderek artmaya devam edecek bir ithalat yükünün habercisidir. Dünya politikasında, 2023 Vizyon’una göre, etkin olmak isteyen bir ülkenin öncelikli hedefi dış bağımlılığını azaltmak ve ekonomik refahını, ithal değil ihraç ederek karşılamasıdır. Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflerin rasyonel ve realist olması yadsınamaz bir gerçektir. Çünkü yalnızca vatandaşların gözüne hoş gelenleri değil, olması gerekenlerin de açıklanması ve tartışmaya sunulması gerekir. Örneğin, 2023 yılındaki ithalat rakamlarının tahmini ne olacağı, ekonomik göstergeler yardımıyla cari açıktaki değişimler vs. gündeme getirilmeli ve gerçek amacın ne olduğu tüm gerçekliğiyle halka gösterilmelidir.

Onur YILDIZ

Selçuk üniversitesi

Uluslararası ilişkiler Bölümü

1. www.gazete5.com/CeyhunBozkurt

8. Fikret Bila 11 Haziran 2010 Milliyet’teki köşe yazısı. Ayrıntılar için bknz. http://siyaset.milliyet.com.tr/turkiye-hayir-demek-zorundaydi/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/11.06.2010/1249411/default.htm

  Taha Akyol  11 Haziran 2010 Milliyet’teki köşe yazısı. Ayrıntılar için bknz. http://www.milliyet.com.tr/eksen-kaymasi-/taha-akyol/siyaset/yazardetay/11.06.2010/1249412/default.htm

9. “Kürt Kartı” bknz. İsrail’in Beka Stratejisi ve Kürtler / Erdal Şİmşek

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Srebrenitsa Soykırımı Mahkumu Radislav Krstic’in Mektubu

Srebrenitsa’da soykırımın desteklenmesi ve yardım edilmesi suçundan Lahey’de 35...

Trump’ın Ukrayna’da Batı/NATO Barış Gücü Planına Yönelik 10 Engel

Andrew Korybko 10 Obstacles To Trump’s Reported Plan For Western/NATO...

Türkiye-AB İlişkilerinde Kırılma Noktası: AK Parti Döneminde Yaşanan Gelişmeler ve Güncel Durum

Dr. Aziz Armutlu Giriş: Türkiye AB İliskileri Türkiye ile Avrupa Birliği...

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...