20. Yüzyıl Britanya Tiyatrosunda İkinci Dalga Feminizmin Etkileri

 

Özet 

1960’lı yıllar ile birlikte tiyatro geleneğinin içinde yer almaya başlayan feminist tiyatro, 20. yüzyıl Britanya tiyatrosunun geleneksel, erkek-merkezci yapısına karşıt bir görüş olarak gelişmiştir. İkinci dalga feminizmin etkilerinin hissedildiği feminist tiyatro ile kadınlar, arka plana atılan ve görmezden gelinen yaşamlarını ve deneyimlerini kaleme alma fırsatı edinmenin yanı sıra ataerkil ideoloji ve toplumsal cinsiyet rollerini de eleştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Feminizm ve tiyatro arasında gelişen bu yakın ilişki, tiyatro geleneğine farklı içerik ve söylemler katmakla kalmayıp aynı zamanda hem sahnede hem de sahne arkasında kadın varlığının artmasına olanak vermiştir. Bu araştırma yazısında ikinci feminist dalga ile feminist tiyatro arasındaki ilişki, feminist tiyatronun gelişimi ve tiyatro geleneğine kattığı yenilikler ele alınırken aynı zamanda geleneksel tiyatro ile bir karşılaştırmasının yapılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, ilk olarak feminizm ve feminizmin tarihsel süreçlerine değinilecektir. Ardından geçmişten günümüze Batı’nın geleneksel tiyatrosunun kadınlara karşı tutumu incelenecektir ve son bölümde ise, feminist tiyatro detaylı bir şekilde ele alınacaktır.

 

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Britanya, Tiyatro, Feminist Tiyatro, İkinci Dalga Feminizm

 

Abstract 

Feminist theater, which started to take place in the theater tradition in the 1960s, has developed as a counter-view to the traditional, male-centric structure of 20th century British theater. With the feminist theater, where the effects of second wave feminism were felt, women didn’t neglect to criticize the patriarchal ideology and gender roles, as well as having the opportunity to write about their lives and experiences that were thrown into the background. This close relationship between feminism and theater not only added different content and discourses to the theatrical tradition, but also enabled the presence of women both on the stage and behind the stage to increase. In this context, firstly, feminism and the historical processes of feminism will be touched upon. Then, the attitude of the western traditional theater towards women from the past to the present will be examined and in the last section, feminist theater will be discussed in detail.

Keywords: Feminism, Britain, Theater, feminist Theater, Second-wave Feminism

 

Giriş

Tiyatro, tarihin en eski sahne sanatlarından biri olmakla beraber, Batı’nın geleneksel tiyatro tarihinin başlangıcı kabul edilen Antik Yunan döneminden itibaren değişerek ve gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Tiyatro, her sınıftan insanın kendisini ifade ettiği ve gerektiğinde araç olarak kullandığı bir sanat dalı olmuştur. Ancak Antik Yunan döneminden beri benimsenmiş olan cinsiyet temelli kamusal alan-özel alan ayrımı, kadının tiyatro geleneğinde yer edinememesine sebep olmuştur. Kadının ve kadın tarihinin görünmez sayılmasının sebebi ise kadının özel alana ait olduğu veya yeterli niteliklere sahip olmadığı iddiası ile gerçekleşmiştir. 20. yüzyıl Britanya tiyatrosuna bakıldığında ise bu geleneğin, biraz gelişim gösterse dahi, aynı şekilde devam ettiğini söylemek mümkündür. Ancak 1960’lı yıllara gelindiğinde feminist tiyatro kendini göstermeye başlamış ve bu sayede kadınlar, tiyatroda kendilerine yer açmanın bir yolunu bulabilmişlerdir.

Toplumun her alanında cinsiyetler arasında eşitliği savunan feminizm, 18. yüzyılda kadınların özgürlük hareketi ile başlamıştır ve günümüze kadar üç dalga halinde seyretmiştir. Bu dalgalardan biri olan ikinci feminist dalga ile feminist tiyatronun yakın tarihlerde ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Kadınların kendi bedenleri üzerinde hak talebinde bulundukları ve kamusal-özel alan ayrımına karşı çıktıkları ikinci dalga feminizmin bir yansıması olarak ortaya çıkan feminist tiyatro, kadınların mücadelelerinin sahnede yansımasını bulmasını sağlamıştır. Ataerkil sistemin benimsendiği geleneksel tiyatro anlayışına karşıt bir duruş sergileyen feminist tiyatro, konu içerikleri, söylemler ve kullanılan teknikler bakımından geleneksel tiyatrodan farklılık göstermiştir.

 

1. Feminizm ve Feminizmin Tarihsel Süreçleri

Feminizm, ataerkil düşünce sistemine karşı, cinsiyetlerin her türlü siyasal, sosyal, ekonomik ve toplumsal eşitliğini savunmaktadır. Bunun yanı sıra, kadınlara yüzyıllarca dayatılan toplumsal cinsiyet rollerine karşı çıkmaktadır ve kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin baskısı olmadan özgürce kendi seçimlerini yapabilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Feminizmin birçok tanımı bulunmaktadır. Bunun sebebi, tarihsel süreç içerisinde değişim geçirmesi, tarih ilerledikçe farklı amaçların, yaklaşımların ve bakış açılarının gelişmesi ve böylece kapsamının gün geçtikçe genişlemesi şeklinde yorumlanabilir. Ancak geniş kapsamlı bir tanım yapmak gerekirse feminizm, ataerkil ideolojiye karşı çıkan, kadınların hem özel hem de kamusal alanda maruz kaldıkları baskıyı sona erdirmeyi amaçlayan ve cinsiyetlerin her alanda eşitliği ve özgürlüğü için mücadele eden bir yaklaşımdır (Taş, 2016).

Feminizmin akademik alandaki ilk çalışması olarak görülen, Mary Wallstonecraft’ın 1792’de yazdığı “A Vindication of the Rights of Women” (Kadın Haklarının Savunusu) isimli eser tarihte oldukça önemli bir yere sahiptir (Donovan, 2014, s. 22). Kadınların mülkiyet ve miras hakkının olmadığı ve çocukları üzerinde de hak talebinde bulunamadığı 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında tarih sahnesinde yerini alan birinci dalga feminizm ile birlikte kadınlar, Wallstonecraft’ın eserinde sunduğu talepler doğrultusunda oy hakkı, eğitimde fırsat eşitliği ve mülkiyet hakkı gibi temel hak taleplerinde bulunmuşlardır ve bu hakları kazanabilmek adına bir mücadele içerisinde olmuşlardır. “Cinsel Devrim” olarak da adlandırılan birinci dalganın sonucunda, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, ABD, Rusya, İngiltere ve Almanya gibi birçok ülkede kadınlar, erkekler ile aynı oy hakkına kavuşabilmiştir.

1960’lı yıllarda ortaya çıkan ikinci dalga feminizm ise, gebelik ve doğum kontrol yöntemleri ile ilgili teknolojilerin gelişmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu dalgada kadınların mücadelesi siyasi ve ekonomik alanın yanı sıra, toplumsal alanda da kendisini göstermiştir. Bununla birlikte o dönemde Simone de Beauvoir’in “Kadın olunmaz, kadın doğulur.” sözü bir slogan haline gelmiştir. Böylece kadınlar, kendi bedenleri üzerinde karar alma yetkisine sahip olabilmek adına bir mücadele göstermiş ve toplum tarafından dayatılan cinsiyet rollerine karşı çıkmışlardır. Annelik ve eş tanımlamalarıyla özel alana kapatılan kadınlar, kamusal alanda elde ettikleri hakları özel alanda da talep etmişlerdir. “Kişisel olan politiktir.” sözü kapsamında, kamusal ve özel alan arasındaki ayrımın ortadan kalkmasını ve aile içindeki rollerin de kamusal alandaki eşitlik düzeyine oturtulması gerektiğini savunmuşlardır.

Yine bu dönemde feminizm, burjuva kadınların kapsamından çıkmış ve belli bir grup kadın için değil, tüm kadınlar için bir mücadele haline gelmiştir. Bu bağlamda ortak sorunlar için ortak bir mücadele içerisinde olan kadınları birleştirici bir ideoloji olarak “kız kardeşlik” argümanı ortaya çıkmıştır. Feminizmin bütün kadınlara hitap etmesinin sonucu olarak, farklı hayat tarzlarına sahip kadınlar, farklı ideolojiler benimsemiştir. Bu durum ise, feminizmin içerisindeki yaklaşımların çeşitlenmesine ve ayrılıkçı düşüncelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

1980’lerin sonlarında ortaya çıkan ve günümüze kadar gelmiş olan üçüncü dalga ile birlikte, kadınların özgürlük hareketi daha geniş bir çerçeveye yayılma imkânı elde etmiştir. Postmodern teorinin etkili olduğu üçüncü dalga, birinci ve ikinci dalgaya bir eleştiri getirerek bütün kadınların evrensel olarak ele alınamayacağını belirtmiş ve her kadının bireysel düzlemde değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur.

 

2. Geleneksel Tiyatro Kültürüne Bir Bakış

Tiyatro, tarihin en eski sanatlarından biri olmakla beraber tarihin her anında, her türlü hayata ve bakış açısına göre şekillenen, bu hayatlara uyum sağlamayı başarabilen bir sanattır. Gerektiğinde üst sınıfların araç olarak kullandığı tiyatro, gerektiğinde de alt sınıfların sesi haline gelmiştir. Ancak kadınların üzerindeki ataerkil ideoloji kaynaklı toplumsal baskı, onların yıllarca tiyatro geleneğinde yer edinmesini engellemiştir.

Geçmişten günümüze Batı’da gelişen tiyatro kültürüne bakıldığında ataerkil ideolojinin baskın olduğunu görmek mümkündür. Tiyatro oyunlarının konuları hep ataerkil sistem kapsamında belirlenmiştir ve geçmişe bakıldığında kadınların Antik Yunan, Roma ve Elizabeth Dönemi gibi dönemlerde sahneye çıkmasına dahi engel olunmuştur (Case, 2010, s. 43).  Kadınların yerine kadın rollerini oynamak için sahneye çıkan erkekler ise, kadınları kendi gözlerinden canlandırmışlardır. Oyunlarda hep erkeklerin tarihi söz konusu olmuştur ve kadınlar görmezden gelindiği gibi kadınların tarihi de yok sayılmıştır. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan feminist tiyatronun amaçlarından biri bir nevi bilinen tarihi yeniden yazmak, kadınların gizli tarihini ortaya çıkartmak olmuştur.

Feminist tiyatrocular, tarihte ortaya koyulmuş tiyatro oyunlarını incelerken kadınların bu oyunlar içerisindeki yokluğunu sorgulamışlardır. Bu sorgulamaya cevap olarak her dönem için farklı yorumlar yapmak mümkün olsa da genel olarak ortaya çıkan sonuç, cinsiyetlerin tanımlanmış olduğu kamusal alan-özel alan ayrımından kaynaklanmaktadır. Tiyatrolarda da çoğunlukla kamusal alan ve bu nedenle erkek temsili söz konusu olmaktadır. Görünmez olarak kabul edilen özel alanla birlikte ise, kadın da görünmez olmuştur. Bu dönemlerde oyunlarda kadın karakterler yer alsa da sahnedeki bu kadınlar aslında “ataerkil ideolojiyi temsil eden bir kadın” olarak kabul edilmektedir (Case, 2010, s. 37). Bu kadın, daha önce de değinildiği üzere, erkekler tarafından canlandırılan ve erkeğin bakış açısı ile oluşan bir kadındır. Bu yüzden kadınların gerçek deneyimlerini ve düşüncelerini ortaya koyamamaktadır. Bu bağlamda, Aristoteles tarafından yazılan ve klasik tiyatronun tanımını yapan ilk eserlerden biri olarak günümüze ulaşan “Poetika” ile bir örneklendirme sunmak, dönemin daha iyi anlaşılmasına istinaden yerinde olacaktır (Case, 2010, s. 47). Aristoteles bu eserinde, sınıf ayrımını cinsiyet temelinde ele almaktadır. Eserde, en üst konuma erkeği yerleştirirken kadını erkeğe tabi bir varlık olarak kabul etmektedir. Eserinde belirttiği “uygunluk” ilkesi de karakterleri canlandırmada belirlediği şartlar arasından verilebilecek yerinde bir örnektir. Bu ilkeye göre kadın, erkeğin sahip olduğu cesur veya zeki olmak gibi sıfatlara sahip olmadığı için bu sıfatlara sahip karakterlere bürünebilecek kapasitede değildir. Bu düşünce sisteminden yola çıkarak alt tabaka olarak görülen kadının hem sahnede hem de seyirciler arasında bulunmadığını söylemek mümkündür. Böyle bir sistemin içinde yer alan kadınların da 17. yüzyıla kadar oldukça az sayıda eser üretmeleri şaşırtıcı bir durum değildir. Yakın geçmişe bakıldığında ise, bahsedilen dönemlere göre kadınların tiyatrodaki yeri büyüse de yine de hiçbir zaman ne erkeklerle eşit ne de onlardan daha fazla yere sahip olabilmişlerdir.

1960’lı yıllarda Avrupa ve ABD’de kendini gösteren feminist tiyatro ile kadınlar, konuşulmayan kadın sorunlarını, görmezden gelinen kadın tarihini ve politik kabul edilmediği için tiyatroya dâhil edilmeyen özel alanı açığa çıkartma çabası içine girmişlerdir. Ancak feminist tiyatro bölgeden bölgeye farklılıklar içermektedir. Buna göre, ABD’de orta-sınıf kadınların dâhil olduğu radikalizm bağlamında bir gelenek benimsenmişken, İngiltere’de daha çok işçi sınıfı kadınların yer aldığı materyalist bakış açısı etkili olmuştur. Feminist tiyatronun Britanya özelinde gelişimi ise, üçüncü bölümde ele alınacaktır.

 

3. İkinci Feminist Dalga ile Britanya Özelinde Feminist Tiyatro

Britanya’da feminist tiyatronun ortaya çıkışı 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Toplumun giderek sanayileşmesi ve yaşanılan dünya savaşlarının ardından azalan erkek nüfusunun sonucu olarak kadınların iş ve toplum hayatında daha görünür hale gelmesiyle bu görünürlük kısa bir süre içerisinde sanatsal yaşamda da belirmeye başlamıştır. Tiyatro oyunlarının kendi yaşadıkları hayata ne kadar az değindiğini fark eden kadınlar, hayatlarını kaleme almak ve bunu sergilemek istemişlerdir. 1968 yılında sansürün ortadan kalkmasıyla birlikte hem oyunlarda ele alınacak konularda hem de kullanılacak biçimlerde güncel, siyasal ve sosyal fikirlerin kullanılabilmesi mümkün olmuştur. Böylece feminist tiyatronun sanat dünyasına kazandırılmasıyla toplumda ötekileştirilen her türlü durumun aktarılabilmesi mümkün olmuştur.

Birinci dalga feminizm hareketiyle temel haklara sahip olan kadınların, kendi bedenleri üzerindeki hak talebi ve özgürlük arayışı 1960’larda ortaya çıkan ikinci feminist dalgayı oluşturmuştur. Kadınlar bu özgürlük arayışını kendi deneyimleri ile harmanlayarak tiyatro sahnelerine de yansıtmış ve sahnede var olan eril bakış açısını sorgulamışlardır. Bunun yanı sıra ikinci dalga ile birlikte yaşamlarına giren “özel olan politiktir” sloganını benimseyen kadınlar, özel alandaki hayatlarını politik olan tiyatro sahnesine yansıtarak bu slogana daha fazla vurgu yapmaktadırlar. Bu bağlamda özel alanı tartışmaya açma ve ataerkil ideolojinin toplumsal hayata olan olumsuz etkisini her yönden öne çıkarma amacı benimsenmiştir. Böylece tiyatroda önyargıların kırıldığı ve kadınlara özgürlük temelinde güvenli bir alanın sunulduğu bir ortam oluşturulmaya çalışılmıştır.

Tiyatronun feminizmin içerisinde bir araç haline gelmesi ise, hem birinci hem de ikinci dalgada kadınlar tarafından yapılan gösteriler ile söz konusu olmuştur. Sanat, bu gösterilerde renklendirici bir faktör olarak yer edinmiştir ve duyurulmak istenen amaç kurulan küçük sokak tiyatroları ile halka aktarılmıştır.  Bu bağlamda 1970’li yılların başında, “Dünya Güzeli” yarışmalarına karşı yapılan gösterilerde en çok bilinen sokak tiyatrolarından biri olan “The Women’s Street Theatre Group” tarafından sahnelenen eleştirel oyunlar verilebilecek örneklerden biridir (Aston, 1994).

Feminizm ve kadının, tiyatronun bir parçası haline gelmesiyle birçok değişiklik de meydana gelmiştir. Bunlara değinmeden önce bu dönemde Britanya’da benimsenmiş olan ana akım tiyatro geleneğine bir göz atmak gerekirse, cinsiyetçi bir hiyerarşi ile yönetildiğini ve erkek-merkezci bir sahne anlayışını benimsendiğini söylemek mümkündür. Kadın yazar ve yönetmenlerin bu tiyatrolarda nadiren yer alması ya da hiçbir şekilde yer alamaması, erkek-merkezli ana akım tiyatrosunun mevcut halinden memnun bir tutum sergilediğini ve kadınların bu dönemde de görmezden gelindiğini göstermektedir. Bu bağlamda dönemin Britanya’sında önemli bir pozisyonda yer alan Royal Court’da 1956-1975 yılları arasında sergilenen 250 oyundan sadece 17’si kadınlar tarafından yazılmış ya da yönetilmiştir (Aston, 1994). Bunun yanı sıra, İkinci dalga feminizmin erkek yazarlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğu sorusuna bir cevap vermek gerekirse, bu cevabın hiç de tatmin edici olmayacağı ileri sürülebilmektedir. Geleneksel tiyatro ve ataerkil ideolojiden vazgeçmeye niyeti olmayan bu kişilerin çok az bir kısmının feminist akımdan etkilendiği bir gerçektir. Sahneye yansıtılan oyunlarda yine erkek gözünden bir bakış mevcuttur ve kadınlar yan unsur olarak görülmeye devam edilmiştir.

Mevcut ana akım tiyatro geleneğine bir karşıt görüş olarak yeşeren feminist tiyatroya ilk olarak konu bakımından meydana gelen değişikliklerle değinmek doğru olacaktır. İkinci dalga feminizmin de katkısıyla kamusal alan-özel alan ayrımına karşı gelişen başkaldırı ile birlikte kadının özel alanda yaşadığı her deneyim tiyatronun konusu olabilecek bir hale gelmiştir. Kadınların yaşamları ve sorunlarına inilmiştir, üzerindeki toplumsal baskının eleştirel bir yorumla sahneye taşınması söz konusu olmuştur. Britanya’da feminizmin materyalist bir yaklaşımla ele alınmasından dolayı cinsiyet eşitsizliğinin yanı sıra birçok oyunda kadınlar arasındaki sınıf çatışması da ihmal edilmemiştir (Reinelt, 1990). Ayrıca bilinen tarihte kadının yokluğunu eleştiren kadınlar, tarihi saklı yönleriyle tekrar ele almıştır ve kadınların tarihini ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda mevcut tarih anlayışında yer edinmemiş olan yazarların oyunlarının sahnelenmesi ya da tarihte görünmez olan kadın kahramanların güncel oyunlarda yer edinmesi, feminist tiyatro açısından önemli bir hale gelmiştir. Ayrıca geleneksel tiyatroda benimsenmiş olan soyut konular yerine somut konuların işlenmesinden dolayı daha gerçekçi eserler ortaya çıkmıştır. Yazılan oyunlar kurmaca da olsa neredeyse hepsinin kaynağını öz yaşam hikâyeleri oluşturmaktadır (Gül, 2009). Ek olarak, ataerkil sistemin dışında veya içinde olan, bu sisteme uyum sağlayan veya sağlamayan her türlü kadın, feminist tiyatronun konusu olurken, kadın söylem ve kültürünün de oluşturulması amacıyla kadın-merkezci oyunların, kadın bakış açısıyla üretildiğini belirtmek gerekmektedir.

Değişen ve çeşitlenen konu içeriği ile birlikte kullanılan dil ve hitap edilen seyirci kitlesi de aynı şekilde çeşitlenmiştir. Kadın yazarların koltuğa oturmasıyla birlikte ana akım tiyatroda kullanılan eril dil değişikliğe uğramaya başlamıştır. Genel olarak, kadın yazarlar eril bir dilin oluşmasına neden olan alt söylemleri ve kalıplaşmış ifadeleri kullanmaktan kaçınmıştır ve “yeni bir dil kurma” amacı ile hareket etmiştir (Gül, 2009). Ayrıca kadınlar tarafından yazılan oyunların kadınlar tarafından sahnelenmesinden dolayı seyirci kitlesindeki kadın sayısında da artış yaşanmıştır. Tiyatroyu binalardan çıkarıp yaşamın her alanına taşıma arzusuyla hareket eden kadınlar, tiyatroya gitmeyen seyirci kitlesine ulaşmak amacıyla oyunlarını okul, kütüphane ve toplum merkezi gibi mekânlarda da gerçekleştirmişlerdir. Çocuk bakımından dolayı tiyatroya vakit ayıramayan kadınlar için özel organizasyonlar yapılmıştır ve kreş desteği de ihmal edilmemiştir (Aston, 1994). Buna ek olarak, oyunların ardından seyirci ile oyun üzerine yapılan tartışmalar seyircinin sahnelenen oyunla daha çok bütünleşmesini sağlamıştır. Bu bakımdan feminist tiyatronun önemli bir özelliği haline gelen “kadınlar arasında dayanışma” bu şekilde sağlanabilmiştir. Dayanışmanın sağlanması, oyunun yazım ve sahneleme aşamasında da olabildiğince benimsenmiştir. Bu bağlamda, geleneksel tiyatro tarafından uygulanan hiyerarşik yapı reddedilmiştir. Bahsi geçen yapı, yazarın merkeze alınıp sadece onun bakış açısından yazılan ve onun isteği üzerine şekillenerek sahnelenen oyunlardan oluşmaktadır. Feminist tiyatroda ise, daha demokratik ve dayanışma esaslı bir yapım aşaması izlenmektedir. Buna göre, sahnede ya da sahne arkasında yer alacak herkesin fikrinin dâhil edildiği kolektif bir yol tercih edilmektedir. Her çalışanın aktif olarak yer aldığı bu kolektif anlayış ile birlikte belirlenen konuların her yönüyle ele alınması amaçlanmaktadır. Bu anlayış ile birlikte kapitalist kültürün benimsendiği sanat camiasındaki hırs ve rekabet duygusundan uzaklaşılması ve bütünleşmiş bir grup bilinci ile hareket edilmesi amaçlanmıştır (Gül, 2009). Özellikle 1970 sonrası, feminizmi benimsemiş tiyatro kuruluşları bu kolektif yapının sağlanmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bağlamda verilebilecek bir örnek ise, ünlü feminist yazarlardan biri olan Carly Churchill’in “Cloud Nine” oyununu “Joint Stock” isimli bir kuruluşun bünyesinde gerçekleştirdiği atölye çalışmalarıyla oluşturmasıdır (Şentürk, 2020).

“Women’s Theatre Group” ve “Monstrous Regiment” 1970 sonrası kurulan tiyatro kuruluşlarının en çok bilinenlerindendir (Ponnuswami, 1995). Women’s Theatre Group, kadın istihdamını sağlamak amacıyla, sadece kadınlardan oluşmaktadır. Kendi bünyesinde oluşturduğu kolektif oyunların yanı sıra serbest yazarların oyunları da zaman zaman sahnelenmiştir. Women’s Theatre Group, benzeri birçok kuruluşla ortak noktalara sahip olsa da sadece kadınlardan oluşan bir kuruluş olarak gerçekleştirdiği turneler ile kadınları tiyatro oyunlarında sıklıkla görmeye alışkın olmayan geleneksel düşünceye sahip seyircilere meydan okuması, onu farklı bir konuma getirmektedir (Wandor, 1984). Monstrous Regiment ise, Women’s Theatre Group’dan farklı olarak, karma bir yapıya sahiptir. Amaçları, tiyatronun her alanında azınlık halde bulunan kadınları çoğunluk haline getirerek kadın-merkezli oyunlar sahnelemektir. Monstrous Regiment belirlediği bu amaca ulaşmaya çalışırken bünyesinde barındırdığı erkekleri kuruluşun bir parçası haline getirmeye çalışmıştır ve erkeklerin üzerinde bir baskı kurmamıştır (Wandor, 1984). Bunların yanı sıra “The Red Ladder”, “Gay Sweatshop” ve “Women’s Playhouse Trust” gibi daha birçok kuruluş, kadınların tiyatro geleneğine dâhil edilmesi amacıyla çalışmalar gerçekleştirmiştir.

Bunlara ek olarak, feminist tiyatronun kullandığı biçim ve tekniklere bakılacak olursa, kadınların ya eleştirel biçimlere yöneldiğini ya da ana akım tiyatronun tekniklerini değiştirerek kullandığını söylemek mümkündür. Britanya’da feminist tiyatroyu benimsenmiş kadınlar geleneksel tiyatroda rağbet gören natüralist ve realist geleneğin aksine politik içeriğin söz konusu ve benimsenen ideolojinin görünür olmasını amaçlayan epik tiyatroyu tercih etmiştir (Reinelt, 1990). Epik tiyatronun amacı, seyircinin oyuna eleştirel bir şekilde bakabilmesidir. Seyircinin, sahnede olup bitenle özdeşleşmesinin aksine toplumu ve toplumsal ilişkileri eleştirel bir dille ele alarak seyircinin de eleştirel gözle bakabilmesini ve üzerinde düşünerek bilinçlenmesini sağlamaktır (Arıcı, 2006). Bu bağlamda kullanılan tekniklerden bazıları ise, tarihselleştirme, yabancılaştırma etkisi ve gestus’dur (Şentürk, 2020). Bu tekniklerle toplumsal cinsiyet birçok yönden eleştiri konusu olarak ele alınmıştır.

Tarihselleştirmeyle birlikte, geçmiş ile yakın zaman arasında bağlantı kurulmakta, tarihsel gerçekler ele alınarak insanlığın tarih içindeki değişimi gözler önüne serilmektedir (Şener, 2006, s. 273). Bu şekilde, değişimin olasılığı ve gerekliliği vurgulanmaktadır. Tarihselleştirme tekniğiyle, ataerkil sistemin bir sonucu haline gelen toplumsal cinsiyetin tarihsel süreçte oluşan nedenleri ve kadın-erkek ilişkileri arasındaki çelişkileri seyirciye sunmak amaçlanmaktadır. Carly Churchill’in “Top Girls” isimli oyununda, farklı dönemlerden kurgusal kadın karakterlerin bir araya toplandığı bir akşam yemeğinde, farklı tarihlerde yaşamış bu kadınların benzer baskılara uğraması üzerinden ataerkil ideolojinin bir eleştirisi yapılmaktadır (Şentürk, 2020).

Yabancılaştırma etkisi tekniği ise, bir olayın alışılmışın dışında, beklenmedik ve merak uyandıracak bir şekilde sunulmasıdır (Çelik, 2000). Bu teknik, ataerkil ideolojinin benimsendiği toplumlarda normal kabul edilen öğeleri alışılagelmemiş yollarla sahneye koymaktadır. Amaç, toplumsal cinsiyet rollerinin ve kalıplaşmış değerlerin sonradan öğrenildiğini anlatmaktır. Yabancılaştırma tekniği birçok şekilde sahnede kendini gösterebilir; oyunculara birden fazla rol verilmesi, oyuncuların karşı cins rolleri oynaması ve oyunlar içinde şarkıların kullanılması bunlardan bazılarıdır (Şentürk, 2020). The Red Ladder adlı kuruluş tarafından sergilenen ve toplumsal cinsiyet ile sınıf çatışmasının beraber ele alındığı “Strike While The Iron is Hot” oyununda baş karakterlerden biri olan Helen, kocasının evdeki işlere yardım etmesini sağlamaya çalışırken söylemek istediklerini bir şarkı aracılığıyla dile getirmiştir: “Ben senin küçük kadının, senin sevgilin. Maaşı olmayan ücretli bir köleyim. Bir bakım mühendisiyim” (Reinelt, 1990).

Son olarak gestus, oyuncunun tavrıyla davranışlarının ve oyunda benimsenen tavır üzerinden seyirciye verilmek istenen görüşün yansıtılmasıdır. Bu yöntem ile “ataerkil düzenin topluma dayattığı davranış kalıplarının altındaki gizli anlamları seyirciye iletmek” amaçlanmaktadır (Şentürk, 2020). Yukarıda bahsedilen “Strike While The Iron is Hot” adlı oyunda geçen bir bar sahnesinde barda oturan erkeklerin bir bardak dolusu bira içerken, kadınların yarım bardak bira içtiğini fark eden Helen’in kendisine bir sonraki sefere bardağını tam dolduracağını söylemesiyle toplumsal cinsiyet eşitsizliği bira bardağı üzerinden seyirciye aktarılmak istenmiştir (Reinelt, 1990).

 

Sonuç

Feminizm, toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli ataerkil kültürde, kadınların maruz kaldığı her türlü ayrımcılığa karşı ortaya çıkmış bir akımdır. 19. yüzyıl sonunda baş gösteren birinci feminist dalga içinde kadınlar oy ve mülkiyet hakkı gibi temel ve kamusal hak talebinde bulunurken 1930’lu yıllara gelindiğinde Avrupa’nın birçok ülkesinde bu hakka kavuşulmuştur. Ancak kamusal haklarını elde eden kadınlar, 1960’lı yıllarda özel alanın da tartışmaya açılmasını dile getirmiştir. İkinci dalga feminizmin içerisine dâhil edilerek kadınların hayatına yerleşen “özel olan politiktir” sloganı ile birlikte kadınlar, aile ve toplum içindeki rollerini eleştirirken aynı zamanda kendi bedenleri üzerinde de karar verme yetkisine sahip olmayı arzulamışlardır. Ek olarak, ikinci dalga feminizm döneminde feminizmin burjuva tekelinden çıkarılmaya başlanmasıyla birlikte farklı bakış açıları ve yaklaşımlar türemiştir. Son olarak, 1980’lerin sonunda dünya sahnesinde yerini alan üçüncü dalga feminizm ile birinci ve ikinci dalgaya yönelik eleştirel bir bakış açısı yakalanmıştır. Üçüncü dalga ile birlikte feminizmin daha geniş bir düzlemde devamlılık göstermesi, kadınların evrensel değil, bireysel bir şekilde ele alınması bilincini oluşturmuştur.

Bilinen en eski sanat dallarından biri olan tiyatro, ataerkil sistemin benimsendiği Batı’nın geleneksel tiyatro kültüründe kadının dışlandığı bir alan olmuştur. Tarih süresince kadınların hiç eser yazmadığını dile getirmek doğru değildir; ancak bu eserlerin görünmez sayıldığı ileri sürülebilmektedir. Antik Yunan Döneminden bu yana kamusal alan-özel alan ayrımının özümsendiği tiyatro geleneği ancak 1960’lı yıllarda ortaya çıkan feminist tiyatro ile kadınlara yer açabilmiştir. Feminist tiyatro geleneğini benimseyen kadınlar, özel alanın ve kadınların deneyimlerinin konu alındığı oyunlar yazmışlardır ve bu oyunlar da çoğunluğu kadınlardan oluşan oyuncular tarafından sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra bilinen tarihin görünmez kıldığı kadın kahramanlar sahnede gösterilmiştir. Kadın yazarların artmasıyla birlikte değişen konu içerikleri de kalıplaşmış alt söylemlere sahip eril dilin değiştirilmesine ve seyirci kitlesindeki kadın sayısının artmasına olanak sağlamıştır. Buna ek olarak, ana akım tiyatro geleneği tarafından benimsenmiş natüralist ve realist kuramlar yerine, eleştirel bir kuram olan epik tiyatronun kadın yazarlar tarafından rağbet gördüğünü belirtmek mümkündür. Epik tiyatronun tekniklerinden faydalanan kadınlar, birçok yönden ataerkil sistemi eleştirme fırsatı bulmuşlardır.

Sonuç olarak, 1960’lı yıllarda Britanya’da kendini gösteren feminist tiyatro, kadınların toplumsal alandaki görünürlüğünün artmasına ve hak taleplerini daha yüksek bir sesle dile getirmesine olanak sağlamıştır. İkinci dalga feminizmin de birçok etkisinin görülebildiği feminist tiyatronun, Batı’nın geleneksel tiyatro kültüründe kadınlara yer açmayı başardığını söylemek mümkündür. 1960’lı yıllarda başlayan bu yeni gelenek, yakın zamanda yaşayan kadınları etkilemenin yanı sıra, tarih boyunca görünmez kılınan kadınlara da dikkat çekmiştir. Kısacası, ne kadar özel alana hapsedilmeye çalışılsa da feminist tiyatro ile birlikte kadınların her zaman tarihin bir parçası olduğunun ve bundan sonra da olacağının ispat edildiği görülmektedir.

 

TUBA TUTOĞLU 

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Arıcı, O. (2006). Epik Tiyatro ve Gestus Kavramı Üzerine. Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, 18, 87–104.

Aston, E. (1994). Finding a Voice: Feminism and The Theatre in The 1970s. In B. Moore-Gilbert (Ed.), The Arts in the 1970s (pp. 99–128). Routledge.

Baştan, A. (2015). Feminizm ve İngiliz Feminist Tiyatro. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 21, 173–185.

Çakmak, B. (2013a). Batı’da Çağdaş Feminist Tiyatronun Gelişimi. Yedi: Sanat ve Bilim Dergisi, 10, 1–14.

Çakmak, B. (2013b). Batı’da Feminist Tiyatronun Oluşum Süreci. Yedi: Sanat ve Bilim Dergisi, 9, 23–33.

Case, S.-E. (2010). Feminizm ve Tiyatro. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Çelik, Y. (2000). Epik Tiyatro Neden ve Nasıl Yabancılaştırır? Sanat Dergisi, 2.

Donovan, J. (2014). Feminist Teori. İletişim Yayınları.

Gül, S. (2009). Feminist Tiyatro Metninin Nitelikleri ve Model Oyunlara Yansıması. Dokuz Eylül Üniversitesi.

Parrish, S. (n.d.). Feminist Theatre: Putting Women Centre Stage. In The Palgrave Handbook of the History of Women on Stage (pp. 507–529).

Ponnuswami, M. (1995). Feminist History in Contemporary British Theatre. Women & Performance: A Journal of Feminist Theory, 287–310.

Reinelt, J. (1990). Beyond Brecht: Britain’s New Feminist Drama. In S.-E. Case (Ed.), Performing Feminisms: Feminist Critical Theory and Theatre (pp. 150–159).

Şener, M., & Zengin, O. (2020). Feminist Kuram: Tarihsel gelişim, Ana Akımlar ve Sosyal Hizmet. In Sosyal ve Beşeri Bilimlerde Teori ve Araştırmalar II (pp. 137–159).

Şener, S. (2006). Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi. Dost Kitabevi Yayınları.

Şentürk, G. (2020). Çağdaş İngiliz Tiyatrosunda Başvurulan Feminist Stratejiler. Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 64, 311–325.

Taş, G. (2016). Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel süreçleri ve Dönüşümleri. Akademik Hassasiyetler, 3(5), 163–175.

Tür, Ö., & Aydın Koyuncu, Ç. (2010). Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımı: Temelleri, Gelişimi, Katkı ve Sorunları. Uluslararası İlişkiler, 7(26), 3–24.

Wandor, M. (1984). The Impact of Feminism on The Theatre. Feminist Review, 18, 76–92.

 

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...