1. Kendinizi eğitim hayatınız ve araştırmalarınız üzerinden biraz tanıtabilir misiniz?
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde Yakınçağ Orta Avrupa Tarihi alanında yüksek lisans yaptım. Macar politikacı Mihály Károlyi’nin siyasi faaliyetleri ve düşünceleri üzerine bir yüksek lisans tezi yazdım. Bu arada Marksist filozof György Lukács’ın yaşamı üzerine bir kitabım yayımlandı (Lukács: Marx’a Giden Yol). Paris I Panthéon-Sorbonne ve Budapeşte Eötvös Loránd üniversiteleri arasında bir ortak program çerçevesinde doktora yaptım ve tezimde Macar ulusal kimliğinin oluşumunda operanın rolünü ele aldım. Halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiyim. Siyasal düşünceler tarihi alanında çalışıyorum, bu konuda bir tarih yazımı ve metodoloji kitabım geçtiğimiz yıllarda yayımlandı (Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş). Şu sıralar Eski Çağ’dan yirminci yüzyıl başlarına uzanan dönemin düşünce tarihini sınıf ve toplumsal cinsiyet perspektifinden ele aldığım Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi adlı bir kitap projesinin son hazırlıklarını yapıyorum, bu yıl içinde yayımlanmasını bekliyorum.
2. Batı Slavlarının bağımsızlık elde etme sürecine baktığımızda, bu sürece temel hazırlayan milliyetçilik bilincinin gelişimini, ilk olarak sanayileşmenin arttığı Bohemya bölgesinde gözlemliyoruz. Elbette 18. yüzyıldan beri Bohemya büyük toprak sahiplerinin İmparatorluğun merkezileştirici güçlerine direnme tavrını, Çek ulusalcılarının devralması etkili olabilir. Fakat yine de milliyetçiliğin gelişimine baktığımızda sanayileşme ve milliyetçilik arasında bir paralellik görebilir miyiz? Bağımsızlık ya da özerklik söz konusu olduğunda sadece “milli ruh”un varlığı yeterli olabilir mi?
Bu sorunuz beni literatürdeki yaygın bazı tezlerle hesaplaşmaya sevk ediyor. Ernest Gellner’in sanayileşme ve milliyetçilik arasında yoğun bir ilişki kurduğunu biliriz: Meşhur kitabı Millet ve Milliyetçilik‘te milliyetçiliğin köklerinin sanayi toplumunun yapısal gereksinimlerine dayandığını söyler; okuryazarlığın yaygınlaşması, toplumsal hareketliliğin artması gibi gelişmelerin milliyetçiliğe zemin hazırladığını anlatır. Milliyetçiliği maddi bir zemin üzerinden ele almak ve tarihselleştirmek için atılmış önemli bir adımdır bu, ancak bana kalırsa yetersizdir ve sanayi öncesi toplum ile sanayi toplumu arasında keskin bir kopuş olduğunu varsaymakta, milliyetçiliği de bu kopuştan hareketle ele almaktadır. Her toplumsal olgu gibi milliyetçilik de bir oluşum sürecinden geçmiştir ve bu süreci anlamak için bir büyük kırılma noktası (1789 ya da Sanayi Devrimi) aramak yerine süreklilik-kopuş diyalektiğini ele almamız daha iyi olur. Bohemya’dan örnek verdiniz, ben de oradan devam edeyim: Evet, Bohemya Habsburg topraklarının görece erken sanayileşmiş olan bölgesiydi ve milliyetçilik de bu bölgede görece erken gelişti. Elbette sanayileşmenin bu erken gelişmede bir etkisi olmuştur, ancak sanayileşme öncesinde yaşanan bazı gelişmelerin de on dokuzuncu yüzyılın Çek ulusal ideolojisine zemin hazırladığını unutmamak gerekir. Örneğin Çek aristokratları ile Habsburg Hanedanı arasındaki gerilimli ilişkide 1618’deki Beyaz Dağ Muharebesi, bunun geri planındaki Bohemya Reformasyon hareketi, Alman burjuvazi ve Çek toprak sahipleri arasında Orta Çağ boyunca var olan ayrılık ve çatışmalar önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla sanayileşme, milliyetçiliğin gelişimi için önemli bir faktördür ama gerek ve yeter şart değildir. Buna karşılık milliyetçiliğin kapitalist üretim tarzıyla yoğun bir ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Gellner milliyetçiliği incelerken kapitalizmle değil, sanayileşmeyle ilgilenmemiz gerektiğini söyler; bense aksini iddia edip milliyetçiliği kapitalizmle ilişkilendirmemiz gerektiğini öne süreceğim. Sanayi kapitalizmi, kapitalizmin biçimlerinden biridir ama tek biçimi değildir. Önceki dönemlerde de var olan bir takım ilişkilenme ve aidiyet biçimleri (Hobsbawm’ın deyişiyle proto-milliyetçilik) kapitalist üretim tarzının gelişmesine paralel olarak dönüşüyor ve milliyetçi hareket ve ideolojiler oluşuyor.
3. Milliyetçilik, bir millet tanımından hareketle kendini var ediyor ve millet tanımını yaparken bireyler arasındaki sınıf farklılıklarını, anlayış farklılıklarını görmezden geliyor. Bir nevi kendisi için eşitler yaratılıyor. Kapitalist gelişme sürecini insanların emeğine yabancılaşmaya başladığı ve sınıf oluşumunun pekiştiği bir süreç olarak yorumlarsak ve milliyetçilik sürecinin de sınıf farklılıklarını görmezden gelen bir anlayış olarak kabul edersek bu iki sürecin (kapitalizm-milliyetçilik) aynı anda gerçekleşmesinin bir tezat içerdiğini söyleyebilir miyiz? Bunu nasıl açıklarız?
Burada kapitalizmin ikili özelliğinden bahsetmemiz gerekiyor. Kapitalizm öncesi toplumlarda toplumsal tabakalaşma gayet aşikârdır; avam ile havasın, ümerayla reayanın, lordlarla serflerin, kşatriyalarla şudraların arasındaki hiyerarşi gayet belirgindir. Kapitalist ideolojideyse sınıfsal ayrımlar gayet keskindir ancak canla başla bunların aslında var olmadığı, hoş görülebileceği ya da ehven-i şer olduğu anlatılır. Buna göre işçi kendi rızasıyla emek gücünü satar, sermayedar zamanında iyi çalışmış olan sıradan bir insandır; işçileri sömürdüğü için değil, kendisi ya da ataları zamanında çok çalışmış olduğu için zengindir, işçiler ya da çocukları çok çalışırlarsa bir gün zengin olabilirler. Milliyetçiliğin işlevlerinden biri de sömürülenlerin kendilerini sermayedarlarla ve siyasetçilerle özdeşleştirmelerini ve gerçek yaşamda hiç tadamayacakları hükmetme ve zafer duygularını tatmalarını sağlamaktır. Tam da bu nedenle milliyetçilik sınıflı bir toplumda oluşan ama bu sınıf ayrımlarının çatışmaya dönüşmesini engelleme işlevi gören bir ideolojidir.
4. Milliyetçiliğin işlevlerinden bahsederken alt sınıfların kendilerini üst sınıflarla özdeşleştirdiğinden ve tatmadıkları duyguları tatmalarına vesile olduğuna değindiniz. Fakat aslında bunu, sadece alt sınıfların tatmadıkları duygu olarak gözlemlemiyoruz. Mesela 1895 yılında Prag’da Batı Slavlarının köy yaşamlarını övme amaçlı bir Çeko Slavik Sergi düzenleniyor. O dönem, aslında genel olarak bir halk/ulus örtüştürme çabası olduğunu da görüyoruz. Ama ne bu çabayı güdenlerin ne de sergiyi oluşturanların köy yaşamından haberi yok. Dolayısıyla sadece alt sınıfın üst sınıf için tatmadığı duyguları yaşaması olarak değil, üst sınıfın da tatmadığı duyguları yaşaması olarak yorumlayabilir miyiz? Bu durum milliyetçilik çalışmalarında nasıl ele alınıyor?
Çok doğru bir tespit. Biraz önce de söylediğim gibi, kapitalist ideolojide sermayedarın işçileriyle “aynı kumaştan” olduğunun vurgulanması esastır; mavi kanlı değil, “sizin, benim gibi bir insan”dır sermayedar. Özellikle kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin çözüldüğü dönemlerde sermayedarlar ve onlarla bağlantılı olan yazarlar; feodal lordların gösterişçiliğini, kozmopolitliğini eleştirip kendilerini halkın geniş kesimleriyle özdeşleştirmişlerdir. Ulusal ideoloji alt sınıf-üst sınıf kültürleri arasındaki ayrımı geçici olarak da olsa aşmayı sağlayan bir ortak payda yaratmayı sağlar. Ancak bu ideolojinin inşasının ilk aşamalarında bahsettiğimiz türden sorunlar ortaya çıkar. Bohemya iyi bir örnek: Ulusal kültürü canlandırma, ulusal uyanış gerçekleştirme çabasında olanlar; köylerde muhafaza edilen muazzam bir ulusal miras olduğunu düşünüyorlar ancak köylerle olan bağlantıları son derece sınırlı. 19. yüzyıl başlarında Bohemya’da, Polonya’da ya da Macaristan’da “ulusal” olduğu iddia edilen müzik eserlerine baktığımızda bunu belirgin bir şekilde görüyoruz. Yine de bu besteciler bulabildikleri kimi melodileri ya da ritim kalıplarını kullanarak muğlak da olsa bir ilişki kuruyorlar kırlarla. Bedřich Smetana meşhur operası Satılmış Nişanlı‘da (1866) aslında çok az özgün halk ezgisi kullanmıştı, üstelik bunu bilinçli bir tercih olarak yapmıştı çünkü doğrudan doğruya halk şarkılarının kullanıldığı bir operanın “karaktersiz bir karışım”dan ibaret olacağını düşünüyordu. Ancak operasında kullandığı polka ritimleriyle bir “yerel renk” katmayı başarmıştı, operanın açılış korosu (Proč bychom se netěšili / “Neden mutlu olmayalım”) hoş melodisi ve kıpır kıpır ritmiyle bunun mükemmel bir örneğidir. Sonunda başarılı da oldu: Eseri önce Prag’da, sonra dünyanın başka yerlerinde Çek ulusal operasının klasik bir örneği olarak takdir gördü. Bütün bunlara ek olarak, şöyle bir sorundan bahsedebiliriz: Ulusal kültür unsurlarını kullanmaya çabalayanlar kırlarda muhafaza edildiğini düşündükleri kültürü, yekpare ve sabit bir şey olarak düşünüyorlar. Tanımadığımız ya da az tanıdığımız bir halkla ilgili olarak böyle fikirleri çokça geliştiririz, o halkın yüzyıllar boyunca aynı kaldığı gibi bir fikre kapılırız. Kimi zaman bu sabitliği küçümseriz (Oryantalistlerin “Doğu”ya yaklaşımı böyledir). Kimi zaman da o sabitlik bir hayranlığı beraberinde getirir. Bahsettiğiniz milliyetçi yazar ve sanatçılar da kendilerini özdeşleştirdikleri halkın köylü kesimlerine o kadar uzaktılar ki onların yüzyıllar boyunca hiç bozulmamış bir kültürel mirasın taşıyıcılığını yaptığını düşünüyorlardı. Oysa hiçbir halk yekpare ve statik bir yapıda değildir, hiçbir kültür de yüzyıllar boyunca değişmeden kalmaz. Bu konu Hobsbawm ve Ranger’ın öncülük ettikleri “geleneğin icadı” yaklaşımını benimseyen araştırmacılarca çeşitli boyutlarıyla tartışılmış olsa da konuyu üst sınıfların kendilerini alt sınıflarla özdeşleştirmeleri üzerinden okuyan yeni araştırmalara ihtiyacımız var.
5. 19. yy. başından itibaren birden bire ortaya atılan şiir derlemeleri görüyoruz. Bunların en bilinen örnekleri Zelená Hora ve Dvůr Králové el yazmalarıdır. Sonraları sahte olduğu kanıtlanmış bu el yazmalarının o dönem 13. yüzyıldan kalma olduğu rivayet edilir. Bu bilgiler ışığında el yazmalarının yaklaşık beş yüz yıldır kayıp olduğunu anlıyoruz. Fakat, el yazmalarının gerçekliklerinden şüphe duyulmadan insanların yaşamlarında büyük bir heyecanla yer edinebilmesi çok ilginç. Birden bu şiirlerdeki karakterlerin ansiklopedilerde yer almaya başladığını, resimlerinin ve heykellerinin yapıldığına tanık oluyoruz. Böyle bir romantik tavrı bir ihtiyaç olarak görmeli miyiz ve bu tavrın temelleri neler olabilir? İnsanlar niçin bu kadar çabuk inanma eğilimi gösterdiler? Bu tür durumlar her milliyetçilik örneğinde görülür mü?
Pek çok milliyetçilik örneğinde milletin geçmişini belgelediği düşünülen metinler (destanlar, vakayinameler…) yeniden keşfedilip yorumlanır, bazen dağınık metinler bir araya getirilip standartlaştırılır, bazen de Dvůr Králové ve Zelená Hora örneklerinde olduğu gibi milliyetçi sanatçıların hayal gücüyle üretilen eserler kadim eserlermiş gibi kabul edilir. Bahsettiğiniz heyecan, ilgi ve yayılma hızını açıklamak için somut örneklere bakmamız ve bazı soruları sormamız gerekiyor: Milliyetçi sanatçılar ya da ideologlar hangi saiklerle eserlerini verdiler ve fikirlerini yaydılar? Hangi mecraları kullandılar? Hitap ettikleri kitlenin toplumsal profili neydi, bu fikirleri ya da sanat eserlerini alımlarken beklentileri, talepleri nelerdi? Bohemya-Moravya örneğini ele alırsak, Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının yaygınlaşmasında Václav Hanka gibi dilbilimcilerin ve Kont Kolowrat-Liebsteinsky gibi aristokrat politikacıların rol oynadıklarını görüyoruz. Bu dönemde (1810’lu yıllarda) kadim Çek epik şiirlerinin varlığını kanıtlamak ve bu şiirlerde anlatılan olay ve karakterleri sanat eserlerinde işlemek; hem Bohemya’nın pek çok kentinde çoğunluğunu oluşturan ve Alman ulusal mirasını keşfetmekte olan Almanca konuşan burjuvalara hem de Metternich gibi emperyal bir politika güdüp, her türlü milliyetçiliği bir tehlike olarak gören politikacılara bir yanıt vermeyi mümkün kılıyor. Tabii bu büyük ilgiyi yalnızca dar anlamda siyasal mücadelelerle açıklayamayız. Romantizm 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca Avrupa’da ve Amerika’da (özellikle de Güney Amerika’da) büyük bir ilgi görüyor ve bu ilginin başlıca nedenleri arasında 17.-18. yüzyılların soyut evrenselci fikirlerine ve eski Yunan-Roma referanslarına duyulan tepki var. Artık bir skolastik üniversite ağının ya da hümanist “yazarlar cumhuriyeti”nin parçası olup bambaşka kentlerde doğmuş olsalar bile ortak bir dil (Latince) ve ortak edebi-felsefi referanslar üzerinden bir araya gelebilen kalem erbabının devri geride kalmış durumda. 19. yüzyılın yazar ve düşünürleri kendilerini belirli bir milletin parçası olarak görüyor, bu milletin dili, edebiyatı, tarihi ve mitolojisini yaygınlaştırmaya çabalıyorlar. Heykel, resim, opera, tiyatro, roman da bu yaygınlaştırma çabasına hizmet ediyor, ulusal ideolojiyi okuma bilen ya da bilmeyen insanlara ulaştırmayı mümkün kılıyor. Başka milliyetçilik örneklerinde de ulusal kültürün keşfi/derlenmesi/icadı örneklerine rastlıyoruz. Ancak buna ihtiyaç duyulmayan durumlar da var, örneğin 19. yüzyılın ilk yarısında Latin Amerika’daki bağımsızlıkçı siyasetçiler ve ideologlar İspanya ve Portekiz’e karşı bağımsızlık savaşı yürütürken kadim bir ulusal kültür, tarih ya da mitoloji arayışına girmiyorlar çünkü kendileri de İspanya ve Portekiz kültürel ve tarihsel referanslarından besleniyorlar.
6. Bu romantik ilginin varlığını kanıtlamanın hem dönem siyasal sorunlarına hem de geçmişin bazı referanslarına tepki doğurmak için oluşabileceğini söylediniz. Bir de, Benedict Anderson’ın değindiği; kadimliğin, yeniliğin zorunlu sonucu olup olmaması üzerine bir görüş var. Bu görüşü yaşanan yenilikler bazında nasıl değerlendirebiliriz?
Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler‘de icat edilen kadimlik ve yenilik arasında kurduğu diyalektik ilişkiyi önemli buluyorum. Ulusal ideolojiye katkıda bulunanlar çoğu zaman samimi bir şekilde kadim olanı yeniden keşfettiklerine inanıyorlardı, ancak kadim olduğunu iddia edip eserlerinde işledikleri kültür içinde yaşadıkları döneme verdikleri yanıtlarla örülmüştü, dolayısıyla aslında yeni olanın sonucuydu. Polonyalı besteci Stanisław Moniuszko, Halka operasını (1848) Galiçya’da 1846’da gerçekleşen köylü isyanından hemen sonra bestelemişti ve eserdeki aristokrat-köylü çatışması dönemin Polonyalılarına bu dönemde yapılan tartışmaları anımsatıyordu. Bazen de aynı dönemde eser veren sanatçılar farklı önceliklere sahiplerdi ve bu eserlerine de yansıyordu. Örneğin Smetana, Bohemya üzerindeki Habsburg tahakkümünü yoğun bir şekilde eleştiren “Genç Çekler” grubuyla sıkça adı anılan bir besteci ve bestelemek için seçtiği librettolarda da Çek tarihinden (Brandenburglular Bohemya‘da, 1866; Dalibor, 1868; Libuše, 1881) ya da kırsal yaşamından temalar hep ön planda. Antonín Dvořák hanedanla işbirliği yapmakta beis görmeyen ve hem Çeklerin hem de Avusturya-Macaristan’ın Rusya’yla iyi ilişkiler kurmasını arzu eden “Yaşlı Çekler” grubuyla adı anılan bir besteci. Onun neredeyse tüm eserlerinde Slav tarihinden ve mitolojisinden temalar yer bulacak, Vanda operası (1875) iyi bir örnek. Dolayısıyla aynı dönemde gayet farklı türden kadimliklerin kurulması mümkün.
7. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Slav Birliği’nin irrasyonalist ve romantik tavrının tehlikesi görülüyor ve bazı akademisyenler tarafından yıkılmaya çalışılıyor. Bunlardan biri Tomáš Garrigue Masaryk. Masaryk aslında gayet Çek ulusalcılığını savunan biri olmasına rağmen daha önce bahsettiğimiz Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının sahte olduğunu açıkladığı için ulusal medya tarafından “hain” ilan ediliyor. Hem bu olay hem de günümüz Türkiyesi ışığında milliyetçilik ile hain/terörist ilan edilme durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Masaryk etkili bir siyasetçi olmasının ötesinde önemli bir filozof. Felsefi çalışmalarında milliyetçiliği temellendirdiği kısımlara rastlıyoruz, örneğin insanların toplulukların parçası olmak için doğal bir ihtiyaçlarının olduğunu düşünüyor, bu ihtiyacı “doğal” olarak niteliyor. Temel insan toplulukları olarak da ulusları görüyor ve bir bakıma ulusal aidiyeti de, ulusları da doğallaştırıyor. Toplumsal bir olguyu doğallaştırmak, onun tarihsel bir süreçte oluştuğunu, şekillendiğini ve dönüştüğünü unutmaya ve onu eleştiriye kapatmaya neden olur. Milliyetçi ideolojide de milletle ilişkilendirilen pek çok unsur eleştiriye kapatılırken bu doğallaştırma işlemine başvurulur. Ancak Masaryk buna rağmen 1886’da yayımladığı yazılarla Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının uydurma olduklarını kanıtlayan ilk kişi oluyor. Sorgulayıcı tavrında akademik dürüstlük kaygısı rol oynamış olabilir, ayrıca elyazmaları meselesine bir ahlaki mesele olarak baktığını da biliyoruz: Ulusal gurur gereği hakikatin savunulması gerektiğini söylüyordu ve el yazmalarının uydurma olmaları halinde bu durumun açığa çıkarılmasının ulus karşısında bir sorumluluk teşkil ettiği kanaatindeydi. Ayrıca onun ulus tanımında ulusa “doğal aidiyet”in önemli olduğunu söylemiştim, tam da bu nedenle Çeklerin büyüklüğünü kanıtlamak için Orta Çağ’dan kaldığı iddia edilen belgelere ihtiyaç duymayıp doğal aidiyet argümanıyla yetinmeyi yeterli görmüş olabilir. Bu hamlesiyle, kendisi de Genç Çekler Partisi’ne mensup olmasına rağmen aynı partinin önde gelen liderlerinin ve pek çok başka milliyetçinin eleştirilerini üstüne çekiyor (“Elyazmaları Savaşı” adı verilir bu dönemdeki yoğun tartışmalara) ve söylediğiniz gibi hain ilan ediliyor. Gördüğümüz gibi, milliyetçi referanslar üzerinden hain ya da gayrimilli ilan edilmek şimdi olduğu gibi o dönemlerde de son derece yaygın. Bazen ulusal ideolojinin herhangi bir unsurunu tartışmaya açmak, zaman içinde oluştuğunu göstermek, bazen de ezilen bir ulusun haklarını gündeme getirmek kolaylıkla hain ya da terörist yaftasının size yapıştırılmasına neden oluyor. Marc Neocleous’un Güvenliğin Eleştirisi’nde söyledikleri hem 19. yüzyıl Bohemyası için, hem de 21. yüzyıl Türkiyesi için geçerli: Bir toplumu oluşturan çok sayıda çıkar, arzu ve kimlik tek bir ulusun içinde sıkıştırılıyor, bu homojen olduğu varsayılan bütünlüğün, tehlikeli bir Öteki karşısında sürekli olarak güvence altına alınması gerekiyor. Masaryk örneğinde gördüğümüz gibi milliyetçiler de bazı durumlarda “Tehlikeli Öteki” olmaktan kaçamıyorlar. Ancak Masaryk’e 1880’lerin sonunda yöneltilen eleştirileri günümüzde Türkiye’de yapılan terörizm/gayrimillilik yakıştırmalarından ziyade 1930’ların Türk Tarih Tezi üzerinden okumamız daha anlamlı olur. Türk milliyetçiliğinin önde gelen figürlerinden Zeki Velidi Togan’ın 1932’de I. Türk Tarih Kongresi sırasında Orta Asya’da bir iç deniz olduğu ve bu denizin kuruması üzerine öne sürülen görüşleri eleştirdiği için Türkiye’yi terk etmek zorunda kalması. Burada da bir milliyetçi ideolog o dönemde etki kazanan bir milliyetçi kurguya eleştiri yönelttiği için dışlanıyor.
8. Masaryk’in hain ilan edilmesine rağmen yıllar sonra onu Çekoslovakya Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak görüyoruz. Yani dışlama, yeknesak değil aslında. Yeniden tanımlama ya da kadimliğin bazı temellerini eleme durumu, döneme göre değişebiliyor. Bu dönem, değişime sebep olan olay ya da “kazanılan gerçekler” neydi? Hain ilan edilen Masaryk, nasıl Cumhurbaşkanı olarak kabul görebildi?
Öncelikle “El Yazmaları Savaşı”nda Masaryk’in düşmanları kadar dostlarının da sesinin güçlü çıktığını söylememiz gerekiyor. Yani mutlak bir dışlamaya maruz kalmamıştı. Ayrıca 1900’lerin başına geldiğimizde artık Çek milletinin yüceliğini kanıtlamak için Çek milliyetçilerinin elinde yeterince veri birikmişti ve gerçekliği tartışmalı el yazmalarına bağımlı kalmak zorunda olmadıklarının farkına varmışlardı. 1890’ların sonunda Bohemya’da yükselen antisemitizme karşı çıkıp Realist Parti’yi kurarken de Çek milliyetçilerinin bir kısmını karşısına almış, bir kısmından da destek görmüştü. Tabii Masaryk’in cumhurbaşkanlığı dönemindeki prestijini yalnızca milliyetçiliğiyle değil, pek çok başka etmenle de açıklayabiliriz: Sıkı bir anti-Marksist olması onun cumhuriyet döneminde son derece güçlü olan komünist parti karşısında kurulan bloğun üzerinde uzlaşabileceği bir kişi olmasını sağlıyordu, ayrıca 1918’de bağımsız Çekoslovakya’nın kurulmasına destek veren İtilaf devletlerinin güvendiği bir politikacıydı, bu uluslararası destek de onun kabul görmesini kolaylaştıracaktı.
9. Milliyetçiliği biraz da iktisadi politikalar üzerinden ele alabilir misiniz? Daha önce Bohemya bölgesinde oluşan zenginlikten ve burada güçlenen liberal politikalardan bahsetmiştik. Fakat 1873 yılında bir kriz yaşanıyor ve liberaller iktidardan uzaklaşmaya başlıyor. Kont Taaffe başkanlığında kurulan yeni hükümet, orta yolcu bir politika izleyerek Çeklerin de imparatorluk meclisine girmesi mümkün kılınıyor. Bu kriz örneğinde, Çek milliyetçiliğinin popülerleşmesi için olanak bulduğunu görüyoruz, aslında ekonomide liberal uygulamaları terk etmek genel olarak milliyetçiliği pekiştirir diyebilir miyiz? Yoksa bu bir tesadüf müdür?
Belirli iktisat politikalarının benimsenmesi ya da sermaye birikim rejimlerinin inşasıyla milliyetçiliğin yükselişi veya düşüşü arasında bir doğrudan bağıntı olduğunu düşünmüyorum. Ancak kriz dönemlerinde milliyetçiliğin önemli bir rol oynadığı açık. Örneğin milliyetçi ideoloji, alım gücündeki düşüşün ve işsizliğin faturasının sermayedarlara ya da bir bütün olarak kapitalist sisteme değil “milletin düşmanları”na çıkarılmasını sağlayabiliyor. Avrupa’da 19. yüzyılın son çeyreğinde ekonomik krizlerle paralel olarak milliyetçi, yabancı düşmanı ve antisemitist hareket ve düşüncelerin yükseldiğini sıkça görürüz, benzer eğilimlere 20. yüzyılda ve günümüzde dünyanın pek çok yerinde rastlıyoruz. Tabii 1873 sonrasında Çek temsilcilerin Avusturya İmparatorluk Meclisi’ne kabul edilmesi örneği biraz daha farklı, burada bir imparatorluk yönetiminin kriz koşullarında hegemonik bloku genişletme çabası içinde Çek milliyetçileri üzerinden Bohemya burjuvazisine taviz verdiğini görüyoruz. Üstelik bu dönem Avusturya-Macaristan için sadece bir iktisadi kriz dönemi değil, tüm imparatorluk topraklarında milliyetçi fikirler yayılıyor, Balkanlar’da nüfuz alanı oluşturmak için Avusturya Macaristan, Rusya’yla zorlu bir mücadele içine girmiş durumda… Bu şartlar altında imparatorluğun Doğu topraklarında Macar egemen sınıflarıyla, Batı’da Çek burjuvazisi ile saray arasındaki ittifakı güçlendirmek büyük bir önem taşıyor. Tabii Çek milliyetçiliğine taviz vermek yalnızca Çek burjuvazisinin ve entelektüellerinin desteğini almak anlamına gelmiyor, milliyetçi fikirleri benimsemiş olan köylüler ve kent yoksullarıyla da bir hegemonik bağ kurulmasını mümkün kılıyor.
10. Son olarak genel bir merakımı dile getirmek istiyorum. Milliyetçiliğin doğuşunu, büyük bir kırılma noktasını ele alarak çözümlemek yerine süreklilik-kopuş diyalektiğine odaklanmamız gerektiğinden bahsetmiştiniz. Çok haklısınız. Fakat milliyetçilik çalışmalarına baktığımızda milliyetçiliğin doğuşu üzerine farklı görüşler olduğunu görmekteyiz, dolayısıyla bu konu bir muğlaklık içinde. Milliyetçiliklerin sonu da bu tutuma maruz kalabilir mi? Sonundan hiçbir zaman emin olamayacak mıyız? Daha da önemlisi, milliyetçiliklerin sonundan emin olmak bizleri nasıl bir birlik fikrine yöneltebilir?
Milliyetçiliğin sonunu ilan etmekte fazlaca aceleci davranılıyor. Son otuz yıldır Avrupa bütünleşmesinin, küreselleşmenin ya da internetin yaygınlaşmasının milliyetçiliğin ve/veya ulus-devletin sonunu getireceğini bazen coşkuyla, bazen de korkuyla ilan eden pek çok yazarın yazılarını okuyoruz. Ancak milliyetçilik 1789’da birdenbire yoktan var olmadığı gibi 21. yüzyıl başlarında da birdenbire ortadan yok olmuyor ve her ideoloji gibi kimi değişimler geçirerek varlığını koruyor. Ancak insan yapımı olan her şey gibi milliyetçiliğin de sonunun gelmesi mümkün. Bunun sihirli bir reçetesi yok ancak sıkı sıkıya bağlı olduğu kapitalizm (ve elbette kapitalist patriyarka) varlığını sürdürdükçe onun da yok olması mümkün değil. Tam da bu nedenle milliyetçiliği ortadan kaldıracağı düşünülen aidiyet biçimleri, örneğin dini cemaatler ya da liberal kozmopolitizm, kapitalist düzen içinde kaldıkları ölçüde milliyetçilikle uyumlu olabilmekte ya da onu yeniden üretebilmektedirler. Bu durumda milliyetçiliklerin sonunun ancak radikal bir toplumsal dönüşümle gelebileceğini söyleyebilirim, bu da bana göre sınıfsal sömürü ve eril tahakkümün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Burada kapitalizmin yıkılmasının otomatik olarak ve birdenbire milliyetçiliği yok edeceğini iddia etmiyorum. Dolayısıyla elimizde milliyetçiliğin sonunu açıklayan kesin bir reçete yok, zaten topluma dair hiçbir konuda kesin öngörülerde bulunamayız. Ancak olasılıklar üzerine, “henüz olmamış olan” üzerine düşünüp geleceği kurmaya çabalamamız önünde bir engel bulunmuyor. Her şeyden önce, insanların (Doug Stanhope’un deyişiyle) hiç tanımadıkları kişilerden nefret edip hiç yapmadıkları şeylerden gurur duymalarını salık veren bir ideolojiye mahkûm olmadıkları kanısındayım. “Bizim” zaferlerimizden, “bizim” çıkarlarımızdan bahseden tarihçilerin ya da politikacıların söylediklerini neden “bu gerçekten de bizim zaferimiz mi, bizim çıkarımız mı?” diyerek sorgulamayalım? Kendimizi neden ortak dertlerimiz üzerinden, maruz kaldığımız sömürü ve tahakküm biçimleri üzerinden başka insanlarla aynı topluluğun parçası olarak görmeyelim mesela? Realizm adına bu söylediklerime karşı çıkanlar, ulusal çıkarların çatıştığı bir çağda “kendi ulusunun çıkarını” savunmamanın bir tür liberal saflık olacağını iddia edenler olacaktır. Bense alternatiflerimizin ulusal çıkar fetişizmi ve liberal kozmopolitizmle sınırlı olmadığını düşünüyorum. Örneğin son derece demode hale gelen enternasyonalizm kavramını yeniden hatırlamak, proleter enternasyonalizminin yanında feminist enternasyonalizm gibi konuları da gündeme almak; başka dilleri konuşan, başka kıtalarda ve iklimlerde yaşayan insanlarla eşit, özgür ve doğa karşısında sorumlu bir toplumu inşa etmenin somut imkânları üzerine düşünmek iyi bir başlangıç olabilir. Kolay değil elbette, ancak mitler ve semboller üzerine değil de gündelik yaşamımızdaki gailelerimiz üzerine kurulu olduğu ölçüde realist bir alternatif olurdu…
Rabia Yazar
Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı