New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin kulelerine 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırı, dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olarak kayıtlara geçti. Bu tarihten itibaren dünya siyasetindeki dengelerde ve uluslararası hukukta çarpıcı ve önemli değişiklikler yaşandı. 11 Eylül’le başlayan değişim sürecinin etkileri bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da görülebiliyorken Kıbrıs hala Soğuk Savaş dönemi statüsünde tutulmak isteniyor; “bahar rüzgarları” ve radikal değişimler “batmayacak uçak gemisi” tanımlı adadan uzak tutuluyor. KKTC için bir anlamda “Ne olsun, ne ölsün” siyaseti güdülüyor, Kıbrıs’taki İngiliz üsleri de dahil olmak üzere mevcut statükonun değişimine izin verilmek istenmiyor.
Dünya dengelerindeki değişime sembolik bir başlangıç teşkil eden 11 Eylül 2001, görünür etkisini en açık biçimde Afganistan ve Irak’ta yaratırken Balkanlar ve Kafkasya da bundan kendi paylarına düşeni aldı. Aslında bugünün perspektifiyle anlaşılıyor ki İkiz Kuleler’e saldırı gerçekleşmeseydi de “11 Eylül Sonrası” bir şekilde yaşanacaktı. ABD’nin enerji kaynaklarını ve enerji geçiş yollarını denetim altına alma kararlılığı; demokrasi, liberal ekonomi ve özgürlüğün artık daha geniş tanımlanan bir Ortadoğu’ya ulaştırılmasını şart koşuyordu. Böylece, 11 Eylül sonrası sürecin yıkıcı/değiştirici etkilerinin de katkısıyla dünyanın siyasi parametreleri hızla değişirken en ciddi yarayı da uluslararası hukuk aldı. Devletlerarası ilişkileri sistemleştiren temel kriterler yok sayılırken özgürlük vaatli askeri müdahaleler, insan hakları temalı işgaller, demokratikleşme görünümlü renkli devrimler olağanlaştı. Dolayısıyla “yeni dönem”in devlet açısından en yıkıcı etkisi, uluslararası hukukun temelini oluşturan “devletlerin toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin çiğnenebilir hale gelmesi oldu.
Mevcut uluslararası hukuk kurallarına ve teamüle göre “kendi kaderini tayin hakkı” olmadığı uluslararası belgelere kaydedilen Kosova’nın bağımsızlık ilanının BM Güvenlik Konseyi’ne rağmen tanınması, ortaya yeni bir hukuki çerçeve çıkarmaktan çok, hukuksuzluğu olumlayan bir gelişmeydi. Rusya da, “iki taraflı bir uzlaşı olmaksızın” yani Sırbistan’ın muhalefetine rağmen Kosova’nın “tek taraflı bağımsızlık ilanı”nın kabul edilmesine karşı çıkışını, uluslararası hukukun temelini oluşturan “devletlerin toprak bütünlüğüne saygı” ilkesiyle gerekçelendiriyordu. Kosova’nın bağımsızlığına şiddetli biçimde karşı çıkan Rusya’nın kendi teziyle çelişerek Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıma kararı alması, Kosova’yı tanıyan Batılı ülkelere misilleme olarak algılandı. Halbuki Rusya’nın yaptığı durumu eşitlemekten ziyade SSCB’nin dağılmasının ardından uluslararası arenada kaybettiği gücü yeniden kazandığı ve eski prestijinin iadesinin gerektiği mesajını artık pratiğe dökmekti. Kendi arka bahçesinde NATO ya da ABD gibi bölge dışı aktörlerin artan etkisine tepkisiz kalmayacağını ve gerek görürse orantısız güç kullanarak cevap verebileceğini gösterirken aslında uluslararası hukukun 11 Eylül’den itibaren gözden düşmüş teamülü “toprak bütünlüğü” ilkesine bir darbe daha vurmuş oldu.
Oysa Kosova’nın tek yanlı bağımsızlığının tanınması konusundaki muhalif tavrını uluslararası hukukta telafisi mümkün olmayan bir gedik açılacağı tezine oturtan Rusya’nın böylesi bir sapmayı kemikleştirmek istemeyeceği düşünülüyordu. Bunun yerine Kosova’nın emsal teşkil etmesini engelleyici tedbirlerin alınmasında aktif rol oynayacağı varsayılıyordu. Sonuçta “domino etkisi”yle mikro devletçiklerin hızlı ve kontrolsüz biçimde yayılması ihtimalinin Rusya’yı da olumsuz yönde etkileyecek bir gelişme olacağı temel bir yaklaşımdı. Ancak eksik kalıyordu. Çünkü Putin iktidarı döneminde bölge valileri ve cumhuriyetlerin devlet başkanlarının Kremlin’den atanmasının yasalaştırılması, bunların siyasi ve ekonomik yetkilerinin kısıtlanması gibi merkeziyetçi politikalarla söz konusu tehdit ötelenmişti. Dolayısıyla Kosova’nın ardından Güney Osetya ve Abhazya ile devam eden yeni bir dönemin başlamasında Rusya da ABD gibi aktif bir rol oynayabilmiş oldu.
Kosova’nın tek yanlı bağımsızlığının Avrupa ülkelerinin önemli bir kısmı ve ABD tarafından tanınması, “Hiçbir sorun, hiçbir tarih eş değildir” veya “Kosova emsal olamaz” açıklamalarına rağmen salt uluslararası hukukta bir dönüşümün yaşandığı inancı nedeniyle değil aynı zamanda yayılması önlenemez umut dalgası nedeniyle de, kendi devletlerini kurmak isteyen halklar için emsal kabul edilmişti. Bunların arasında Abhazya, Güney Osetya Transdinyester (Pridnistrovye) ve hatta Azerbaycan’ın işgal altında tutulan toprakları için (Yukarı/Dağlık Karabağ) Ermeniler de vardı. Ancak resmi söylem anlamında KKTC yoktu. Uluslararası konjonktürde oluşan dalgadan KKTC’nin resmi ya da dolaylı bir girişimle hatta diplomatik ima yoluyla dahi yararlanmaya çalışmaması dikkat çekicidir. Neticede tanınma arzusunun gerçekleştirilmesinin lokomotifi güçlü bir devlet iradesidir.
Vekaleten Politika
Kosova’nın BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen tanınmasının uluslararası hukukta yarattığı kırılma KKTC’nin tanınması önündeki tek engel olan BM Güvenlik Konseyi’nin 186, 541 ve 550 sayılı kararların etkisini yitirmesi yönünde kullanılabilirdi. Hala da kullanılabilir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin en büyük endişesi de Kosova rüzgârının Ada dengelerini bozmasıydı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmış tek hükümeti olarak Ada’nın tamamına egemenliğini fiilen yayabilmesi için tavizsiz ve tek bir geri adım dahi atmaksızın Türklerin teslim olacağı güne dek bölünmüşlüğün sürmesini ulusal çıkarları için daha uygun bulan Rum Yönetimi, Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanının tanınmasıyla harekete geçme zorunluluğu hissetmişti. Dünya genelinde hız kazanan mikro milliyetçilik ve etnik ayrımcılığın doğurduğu ayrılık talepleri ve bağımsızlık mücadelelerinin KKTC’deki “iki ayrı devlet” modelli çözüm taraftarlarının oranının, KKTC hükümetini “tanınma” talebi istemek zorunda bırakacak denli artırması birinci tehlikeydi. BM Güvenlik Konseyi kararlarının “veto” tehdidini ortadan kaldıracak biçimde Kosova sorununda olduğu gibi yan yollarla aşılması ihtimali de ikinci tehditti. Çözüm uzlaşma yönünde çabaların bulunduğunu dünya kamuoyuna göstermekteydi. Kosova’nın bağımsızlık ilanın, Suriye-KKTC arasında başlayan feribot seferleri, KKTC’nin üçüncü ülkelerle geliştirdiği ticari, kültürel ilişkiler Rum tarafında “bölünmüşlük kesinleşecek” endişesi olarak pişirildi; Türk tarafına da “fırsat” olarak servis edildi. Böylece bitmek bilmeyen müzakere süreci “son şans” iddiasıyla bir kez daha Kıbrıs’ta başlatıldı.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Hristofyas’ın iktidara gelmesi ardından “çözüm vaatli” görüşmeler de başladı. Rum Yönetimi’ni masaya bu kez daha ciddi biçimde oturmasını sağlayan gelişme salt Kosova’nın bağımsızlığının Ada’ya sirayet etme ihtimali değildi. Nitekim KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da Kosova’nın KKTC için emsal oluşturmadığı ve “tanınma” gibi taleplerinin bulunmadığı söyleminde ısrarcıydı. Ancak aynı dönemde Rumları KKTC’nin statüsünün yükseltilmekte olduğu yönündeki endişeye sevk eden kimi gelişmeler hız kazanmıştı. Suriye-KKTC arasında feribot seferlerinin başlaması; İsrail, Kuveyt, Katar, İtalya’da “ticaret bürosu” ismi altında KKTC temsilciliklerinin açılması; Kırgızistan ve Azerbaycan başta olmak üzere üçüncü ülkeler ile KKTC arasında ilişkilerin çeşitli boyutlarda geliştirilmesi şüphesiz ki Türkiye’nin aktif biçimde çalışması ile gerçekleşmişti. Ne var ki bugün görüşmelerin geldiği boyut, Türkiye tarafından atılan bu adımların temel amacının Rum Yönetimi’ni masaya oturmaya ikna etmek olduğunu gösteriyor. Nitekim görüşmelerin başladığı 2008 Eylül’ünden bu yana “KKTC’nin statüsünü yükseltilmesi” olarak adlandırılan adımlar ilerletilmiş değil. Eğer Soğuk Savaş döneminin “vekaleten savaşları” yerini “vekaleten politika uygulayıcılara” bırakmışsa, Türkiye’nin de politikalarıyla bunun bir parçası olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Kosova’nın bağımsızlığını ABD ile birlikte ilk tanıyan ülkelerden biri olan Türkiye, Kafkasya’daki gelişmeleri de Batı gözlüğüyle izlediği gibi Kıbrıs’ta da yine ABD ve AB’nin belirlediği stratejiye uygun olarak tarafları Rum şartlarında görüşmeye ikna edici politikalar uyguluyor.
Kıbrıs’ta Değişmeyen Politikalar
11 Eylül 2001’in onuncu yıldönümünde dünya konjonktürü baştan sona değişmişken, Kıbrıs’ta bir arada yaşaması imkansız iki halkın birleşerek tek bir devlet çatısı altında yaşamasını zorunlu gören politikalarda herhangi bir değişiklik olmadı. Açıkçası söz konusu çifte standartlı politikaların KKTC lehine değiştirilmesi yönünde zorlayıcı ve ısrarlı bir talep de ne KKTC ne de Türkiye’deki yetkililerden gelmedi. Bir adım önde olacak biçimde her koşulda uzlaşan taraf olma kararlılığı Kıbrıs konusundaki temel Türk tezlerinden adım adım uzaklaşılması sonucunu doğurdu. Buna rağmen Rum Yönetimi’nin Türkiye’nin Ada’daki barışı engellediğine yönelik suçlamalarının önüne geçilemedi. GKRY’de 17 Şubat 2008’de gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından “başlatılan” ve 21 Mart’taki Hristofyas – Talat görüşmesiyle resmiyet kazanan süreç bildiğimiz “Birleşik Kıbrıs” senaryosunun yeni bir bölümünden başka bir şey değildi. Bugün süreç zorlama dahi olsa Derviş Eroğlu ve Hristofyas arasında sürüyor. Bu gidişle müzakereler Eroğlu ile Rum Yönetimi’nde 2013’de gerçekleştirilecek Başkanlık seçimlerinden çıkacak yeni Rum liderle de sürüyor olacak. Rumlar açısından adil ve kalıcı barış Türklerin sadeleştirilmesi ardından nüfus oranlı temsilin söz konusu olacağı üniter bir devlet anlamına geldiği müddetçe kapsamlı görüşmelerden Kıbrıs Türkleri lehine yorumlanabilecek bir sonucun çıkması imkânsız. Zaten 2004’ten bu yana AB üyesi olan tanınmış bir devletin, vatandaşlarını “bakir doğum” gerçekleştirmek üzere Kıbrıslı Türklerin “sahte” devleti ile “siyasi eşitlik” temelinde egemenlik paylaşımına gitme konusunda ikna etmesi de mümkün değildi. Nitekim çözüm mimarı olarak lanse edilen Hristofyas döneminde de müzakere masasında Türkleri azınlık, Kıbrıs’ın tamamını Rum toprağı, egemenliği paylaşılmaz, mevcut “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni vazgeçilmez gören Rum yaklaşımı hakim konumda.
Hristofyas “bölünmüşlüğün kesinleşmesini” önlemek konusundaki seçim öncesi sözünü “uzlaşı sağlanıyor” temalı görüşmelerin başlamasıyla gerçekleştirmiş bir lider olarak şimdi de müzakerelerin ucunu açık tutma hedefini gerçekleştirme yolundadır. Devlet başkanlığı görevini devralırken “Kıbrıs Sorunu”nu “Türkiye’nin Ada’yı işgal ve istila etmesi” olarak tanımlayan Hristofyas Türk askeri çekilmeden, Türkiye liman ve havaalanları Rum bandıralı gemi ve uçaklara açılmadan ve Türk yerleşiklerin geri dönüşü kabul edilmeden herhangi bir çözümün söz konusu olamayacağını dile getirmişti. Hristofyas’a göre çözümün kalıcılığının yegane garantisi Türkiye’nin garantörlüğü ortadan kalkması olduğuna göre Kıbrıs için kapsamlı görüşmeler AB masasında tamamlanacaktır. Türklerin Rum şartlarına teslim olmasını 40 yıldır tavizsiz ve uzlaşmaz politikalarla bekleyen Rum Yönetimi için bu, biraz daha beklemeye değer bir hedeftir. Üstelik Doğu Akdeniz’de suların giderek ısınması, Rumların daha avantajlı bir dönem beklentisiyle de uyuşuyor.
Soğuk Savaş’ın dondurulmuş sorunlarının en klasik örneği olan Kıbrıs Adası’ndaki “de facto” bölünmüşlük, 11 Eylül saldırıları ardından dünya yeniden kurulurken de sorun olarak bir kenarda tutulmak isteniyor. 2004’teki referandumda “KKTC’nin tanınması” da seçenekler arasında yer alacak olsaydı Kıbrıs Türkleri’nin tamamının bunu seçeceğine ne Batı’da ne Doğu’da hiç kimsenin şüphesi dahi yok. Kosova, Sırbistan’la müzakerelere başladığında bağımsızlık referandumunu çoktan yapmıştı. Referandumdan çıkan bağımsızlık kararı da, Kosovalı müzakerecilerin bağımsızlık dışındaki tüm seçenekleri reddetmesinin temel sebebiydi. Kıbrıs Türkü de kendi kaderinin Rum talepleriyle şekillendirilmesini istemiyor. Kıbrıs Türkü yeni bir seçenek geliştirebilir. Ancak pek tabi ki bu, güçlü bir siyasi irade ve “tanınma” arzusunu vazgeçilmez gören bir tutumu da şart kılmaktadır.
Gözde KILIÇ YAŞIN
21.YY Türkiye Enstitüsü
Kıbrıs ve Balkan Uzmanı
Kaynak: 21.YY Türkiye Enstitüsü