Soğuk Savaş dönemi boyunca devlet merkezli bir incelemeye tabi tutulan uluslararası ilişkiler analizleri, 60’lı yıllarla birlikte ama özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber ciddi eleştirilere maruz kalmış, bu eleştirilerin dozu, özellikle 11 Eylül 2001 tarihli olay ile beraber artmaya başlamıştır (KUTLAY, 2009).
Bu eleştiriler içerisinde, uluslararası kuruluşların, sivil toplum kuruluşlarının, baskı ve çıkar gruplarının, terörist grupların ve aşırılıkçı hareketlerin dış politika yapım sürecindeki rollerinin artışı özellikle vurgulanmıştır. Bu açıdan, uluslararası sistemin 11 Eylül’den sonra uğradığı “yapısal değişiklikler” oldukça önemli ve incelemeye değerdir. Öyle ki; devletlerin arasındaki karşılıklı ilişkilerin belirlenmesinde, uluslararası rejimlerin düzenlenmesinde ve her bir ülkenin manevra alanının kısıtlanmasında devlet-dışı aktörlerin etkisi gittikçe artmış ve yadsınamayan bir realite haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki; Soğuk Savaş döneminin vazgeçilmezi haline gelen klasik, devletçi-bürokratik yapılar şiddetli bir şekilde sorgulanmaya başlanmıştır. Türk Hükümeti’nin, devlet-dışı bir aktör olan PKK’nın siyasi uzantılarıyla (BDP) olan görüşmelerini bu açıdan okumak yerinde olacaktır. Soğuk Savaş döneminin sadece siyah-beyaz düşünebilen bir zihin yapısına sahip olan klasik devletçi-bürokratik yapı yerini daha uzlaşmacı, müzakere yanlısı ve kendi-benzeri dışındaki aktörleri (devlet-dışı aktörleri) de muhatap alan bir yapıya dönüşmüştür. Genelde Soğuk Savaş sonrası dönemin, özellikle ise 11 Eylül döneminin Türkiye Devleti’nin bürokratik yapısı üzerindeki en büyük etkisi budur.
Soğuk Savaş’ın ardından, özellikle eski Komünist Blok ülkelerinin Şok Terapi’ye[1] maruz kalmaları neticesiyle gittikçe kapitalistleşen dünyada artan ekonomik ilişkiler (low politics), askeri ve siyasi ilişkilerin yerini almaya başlamıştır. Öyle ki; ülkeler arasındaki diplomatik faaliyetler, söz konusu ülkelere sadece döviz getirmek için oynanan bir sanatlar dizisi haline gelmiştir[2]. Diğer yandan, derinleşen ekonomik bağların diğer sahalar üzerinde sahip olduğu “sirayet etkisi” ile Soğuk Savaş döneminde uzun yıllar çözülemeyen ve tarihe dondurulmuş sorunlar (frozen conflict)[3] olarak miras kalan bazı siyasi/diplomatik olayların görece kolay bir şekilde ve kısa sürede çözüldüğüne de şahit olundu[4]. Kısacası, Soğuk Savaş mantalitesinin yıkılması ile beraber, barış üzerine varılan bağlılıklar daha kalıcı olmaya başlamıştır. Aslında Ahmet Davutoğlu ile özdeşen koşularla sıfır sorun politikasının temelinde de bu düstur yatmaktadır: Artan ekonomik bağlar neticesiyle oluşan olumlu atmosferde ülkeler arasındaki kronik sorunların ortadan kaldırılması. Soğuk Savaş dönemindeki Kutuplar arası ilişkilerde ortamın müsait olmaması ve 11 Eylül olayları ile beraber uluslararası sistemde esen değişim rüzgârları ile uçan ve Türkiye’ye düşen yaprağın Türk dış politikası üzerindeki en önemli etkilerinden birisi de budur.
Tüm bu değişimlerin yanı sıra, ilişkilerin devlet-devlet düzeyinde olmadığı, uluslararası şirketlerin ve diğer devlet-dışı yapılanmaların da devletleri olağanüstü etkileme kabiliyetine sahip olduğunun ortaya çıkmaya başladığı 11 Eylül sonrası değişim rüzgârlarının etkisini Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin gidişatında da görmek mümkündür. AB-Türkiye ilişkilerinin arttırılması amacıyla tam-vakitli çalışacak bir bakanlığın oluşturulması ve bu bakanlığa bir AB Bakanı’nın atanması, Türkiye’nin bu süreci ne kadar doğru okuduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Geniş tabanlı yürütülen müzakereler yoluyla, sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla hızlandırılmaya çalışılan süreç bunun en büyük kanıtıdır. 11 Eylül sonrası oluşan yeni sistemin gereklerini yerine getirmeye çalışan Türk Dışişleri Bakanlığı’nın temelde bir gayesi vardır: Gerekli yapılanmaları/dönüşümleri gerçekleştirerek zamanın ruhunu yakalamak.
Francis Fukuyama, 1989 tarihinde The National Interest isimli dergide yazdığı “Tarihin Sonu” adlı ünlü makalesinde, uluslararası sistemde, insanlık tarihinin ideolojik evrimindeki son istasyona gelindiğine, bu istasyonun ise liberal-demokratik kapitalizmin hüküm sürdüğü tek kutuplu dünya olduğuna hüküm vermişti. Fakat tamamen kusursuz gözüken bu olağanüstü ilan tek bir olay ile alt üst oldu: 11 Eylül 2001 saldırıları. 11 Eylül’de, ABD’nin kurmaya çalıştığı küresel imparatorluğun iki sembolik değerine yönelik yapılan iki saldırı ile kusursuz gözüken ve kulağa çok hoş gelen o tüm atıflar alt üst oldu. ABD’nin askeri sembolü olan Pentagon ile ekonomik/ticari sembolü olan Dünya Ticaret merkezine yapılan iki saldırı ile Soğuk Savaş’ın galibi ve dünyanın tek hâkimi olan ABD’nin başını çektiği tek kutuplu dünya söylemlerinin hepsinin köküne kibrit suyu ekildi. Çünkü bu saldırılar hem Amerika’nın prestijini sarstı hem de 21. yüzyılın tek kutuplu yeni bir dünya olduğu yönündeki sistemik söylemlerin sorgulanmasına neden oldu. Adeta “tarihin sonunun da sonu” olduğuna yönelik sinyaller uluslararası sistemden gelmeye başladı. Bu sadece bir sinyalden de ibaret değilmiş gibi gözüküyordu. Çünkü sinyalden öte, sistem sanki çok kutupluluğa doğru evirilmeye başlıyordu. Bu evirilmenin Türkiye’deki yansıması ise yine terör örgütünün faaliyetleri üzerinde oldu.
2002 yılında, yeni hükümetin iktidarı devralması sırasında neredeyse sıfır düzeyinde olan terör faaliyetleri ilerleyen yıllarda yeniden artmaya başladı. Uluslararası haberleşme ve iletişimin ağlarının devlet-dışı aktörler arasında da gelişmesi, dünya üzerinde artan saydamlık ve pazar ekonomilerinin artan varlığı nedeniyle küresel teknolojilerin terör faaliyetlerinin yoğunluğu ve şiddetini de arttırması ile Türkiye’de de terörist faaliyetler artmaya başladı. Çünkü teröristler sadece daha kolay bir şekilde istedikleri silahlara ulaşabilme kabiliyetine sahip olmuyorlardı. Ayrıca, daha hızlı ve daha güvenli bir şekilde iletişim kuruyorlar ve daha az operasyon ile karşı tarafa daha büyük zayiatlar verebiliyorlardı. Bunun yanı sıra, kurulan uluslararası terörist bağlar ile birbirlerini örnek alıyor, birinin başarısından (11 Eylül saldırıları) diğerinin daha kolay haberi oluyordu. Bu ise pazarlık gücüne çarpan gücüyle artan bir etkide bulunuyordu ki; Türkiye’nin bugün geldiği durumun bir müsebbibi de budur. Çünkü terörist gruplar eskiye göre hem daha teknolojik silahlara hem de daha yüksek bir finansal sermayeye sahiptir.
11 Eylül olaylarının tetiklemesi soncunda gelişen olaylar neticesinde ABD’nin hem Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da bataklığa saplanması, ABD ekonomisinin hem küçük ölçekli büyümeler gerçekleştirmesi hem de art arda gelen finansal krizler gibi nedenlerle ABD’nin küresel hegemonyasına bir meydan okuma (challange) ortaya çıkmıştır. Bunda şüphesiz ki, Doğu’nun yükselen güçlerinin cezbedici istikrarı da önemli rol oynamaktadır[5]. Bölgesel anlamda ABD’yi zorlayan Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, AB gibi “küresel lider olma potansiyeline sahip uluslararası aktörler” küresel anlamda da ABD’yi zorlamaya başlamıştır. Söz konusu birincil kuşak gelişmiş ülkelerin yanı sıra, Türkiye, Venezüella, İran, Güney Afrika, Meksika, Brezilya ve Endonezya gibi ikincil kuşak gelişmekte olan ülkelerin de uluslararası sistemde yer almaya, küresel aktörlerden rol kapmaya kalkışması, sistemin tek kutupluluğunun daha şiddetle eleştirilmesine, çok kutupluluğunun ise daha çok vurgulanmasına neden olmaktadır. Bu ise uluslararası sistemin merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığının, küresel mücadelenin Afrika-Avrasya ekseninde yaşandığının, enerji kaynaklarının ve güzergâhlarının daha da önem kazandığının ve uluslararası sistemin dinamik ve çok aktörlü bir yapıya evirildiğinin en bariz belirtisidir. Türkiye’de sistemin bu dönüşümünden güç alarak bölgesel ve küresel anlamda bazı adımlar atmakta, küresel lider olma potansiyeline sahip uluslararası aktörlerden bazı rolleri kapmaya çalışmaktadır. Bazı önemli konferansların yapıldığı ve önemli kararların alındığı yerler olan Paris, Viyana, Waşhington gibi şehirler yerine Türk Dışişleri Bakanlığı’nın, İstanbul’u önemli olayların görüşüldüğü yerlerden biri haline getirmeye çalışmasını bu açıdan okumalıyız. Ayrıca, Türkiye’nin Arap Baharı’nda öncü rolü alması ve birçok ülkede Batı’nın sözcülüğünü yapıyor görünmesini de bu açıdan inceleyebiliriz. Çünkü Davutoğlu’na göre, “Türkiye uluslararası konferansların yapıldığı bir saray haline geldiğinde dünyanın merkezinin doğudan batıya ya da kuzeyden güneye kayması bir anlam ifade etmeyecektir. Öyle ki; taraflar çatışan çıkarları nedeniyle kavgaya tutuşsalar da, elbet yorulacak ve müzakere için bu saraya (Türkiye’ye) geleceklerdir. Bu sayede, her durumda Türkiye merkez olacak, işini kendi istediği şekilde görecektir.”
Bu bağlamda, 11 Eylül sonrasında, Çin-ABD-Rusya arasında, Kafkasya-Orta Asya-Afrika’nın ağırlık merkezi olduğu bir mücadele yaşanmaktadır. Çünkü küresel bir imparatorluk kurmak isteyen küresel bir güç, dünyanın “kalpgahı” konumundaki bu bölgeye sahip olmalıdır. Dikkatlerini Afrika’ya çeviren Asyalı güçler ile ABD arasındaki Afrika mücadelesi de ileride küresel lideri belirleyecek önemli mücadele sahalarından biri olacaktır. Türkiye ise enerji kaynaklarının da kesişim noktası olan bu bölge üzerinde oturmaktadır. Bu ise Türkiye’nin hem lehine hem aleyhinedir. Türkiye çatışan çıkarları, uluslararası konjonktürü iyi okuyabilir ve denge siyasetini akıllı bir şekilde yürütebilirse, bir kuvveti diğerine karşı kullanarak söz konusu bölgede oldukça büyük kazanımlar sağlayabilir. Aksi takdirde, bölgesel bir güç olmaya arzusu ile yanıp tutuşan bir Türkiye’nin kurtlar sofrası haline dönecek olan bölgeye girişi daha da zorlaşır.
Vukuu bulan tüm bu stratejik değişimler/dönüşümler ve 11 Eylül saldırıları uluslararası sisteme çok aktörlü bir yapı armağan etmekle kalmamış, bu aktörlere hareket serbestîsi de sağlamıştır. Bu ise bölgesel ittifak ve oluşumların güçlenmesine yardımcı olmuştur. Latin Amerika’da AB modelinin örnek alınması sonucu kurulan 2008 tarihli UNASUR[6] ve Orta Asya’da Çin ve Rusya’nın başını çektiği Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), bu bölgesel oluşumlara verilebilecek iki örnektir. Bu açıdan, Müslüman Mahallesi’nin ağabeyi olan Türkiye’nin en önemli stratejisi, eline geçen bu fırsatı iyi bir şekilde değerlendirerek bu tür bölgesel oluşumlara gitmek olacaktır. Yakın bir dönemde, Suriye-Ürdün-Lübnan-Türkiye arasında oluşturulmasına karar verilen Serbest Ticaret Bölgesi bunun en basit örneğidir (ÖZTÜRKLER, 2010). Türkiye bu tür oluşumları arttırarak Müslüman Mahallesi’ndeki barış havzalarının yüzölçümünü arttırmalıdır. Bu, dış politikasını her ne kadar çatışma üzerine inşa etse de, bir o kadar da pragmatik olan İsrail’in bölgede yalnız kalmasına yol açacak, Türkiye’den özür dilemesini de sağlayabilecektir.
Ele aldığı bir raporda, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi de, yukarıda ele alınan bu küresel eğilimleri dile getirilmektedir. 2025 yılına gelindiğinde, dünyanın merkezi Batı’dan Doğu’ya kayacak, devlet-dışı aktörler de, yükselen güçler olarak yükselen devletlerle birlikte uluslararası sistemin çoğulcu yapısına katkıda bulunacaktır. Küresel çok kutuplu sistem olarak lanse edilen bu dönemde ABD’nin yanı sıra Çin, Hindistan ve Rusya da Ortadoğu’da önemli roller alacaklardır. Bundan dolayı Türkiye, şimdiden başlamak üzere ABD dışında yukarıda adı geçen ülkeler ile olan ilişkilerinin boyutunu ve çeşitliliğini arttırmak zorundadır[7]. Bu Türkiye’nin, “gelen zamanın ruhunu yakalamak” düsturu ile de uyum içinde olacaktır.
Soğuk Savaş’ın ilk on yılında, hem uluslararası sistemde oluşan ani jeopolitik güç boşlukları nedeniyle hem de yeni yükselen güçlerin kendilerini bu oluşan yeni sisteme adapte etmeye çalışmaları sebebiyle, dönüşen uluslararası sistem belirsizliklerle doluydu. Bu değişen sistem içinde, Soğuk Savaş sonrası bir dönemde vukuu bulan 11 Eylül olayları, içinde bulunduğu dönemde de bir kırılmaya sebep olmuş ve literatürü kendi adı ile etkilemiştir. Öyle ki; “Soğuk Savaş Sonrası” dönemin içinde bir dönem daha açılmış ve buna “11 Eylül Sonrası” denilmeye başlanmıştır. Bu ise dünyayı daha bilinir ve daha öngörülebilir kılmıştır. Şüphesiz bunda, geçen süre içerisinde çeşitli merkezi aktörlerin kendilerini yeni anlamlandırmaya başladıkları sisteme konumlandırmış olmaları da önemli yer tutmaktadır. İçinde bulunduğumuz 11 Eylül sonrası yeni dönemde, Soğuk Savaş dönemi siyasal etki araçları (havuç-sopa) yeteneklerini yitirmiş, klasik çevreleme politikaları sonuç vermemeye başlamıştır. Çünkü yeni oluşan çoğulcu sistemin farkında olan aktörler sistemi çevreleyen ağın verdiği avantaj ile hareket etmekte, sistemi kendi çıkarları için kullanmaktadırlar. Bunun farkında olan Türk Hükümeti, yıllarca Doğu’ya götürül(e)meyen alt yapı ve sağlık hizmetleri götürmüş, bu sayede yıllardır devlete dargın olan halkı devletle barıştırmaya başlamıştır. Çünkü teröristlere artan insan desteğinin kesilmesinin tek yolu budur. Bunun farkında olan Hükümet, Doğu’ya hizmet ve yol getirmeye, Doğu’da okullar açmaya başlamış ve halkı büyük oranda devletle barıştırmıştır. Seçimlerde, iktidar partisinin Doğu’da gösterdiği başarı bunun en büyük kanıtıdır.
11 Eylül olayları ile birlikte dönüşüme uğrayan sisteme nüfuz eden bir diğer önemli konu güvenlikleştirmedir. Bundan önce, Soğuk Savaş’ın ardından Amerika’ya yönelik görünürde herhangi bir tehdit yoktu. El Kaide’nin[8] art arda düzenlediği iki saldırı, bu açıdan, dönemin miladı olmuştur. Bu saldırılar aynı zamanda Amerikan dış politika yapıcılarının dayanak noktası ve meşruiyet kaynakları da olmuştur. Öyle ki; özelde Amerikalı yeni-muhafazakârlar[9] genelde neredeyse tüm Amerikalılar uğruna savaş verdiler ve adını “teröre karşı savaş” koydular. Hatta Batı Avrupa’daki bazı devletler temelde dış politika ile ilişkilendirilen güvenlikleştirme kavramından hareketle iç güvenlikleştirme (homeland security) diye bir kavram ürettiler. Öyle ki bu devletler; seyahat özgürlüğünden, sosyal birtakım haklara, finansal özgürlükten ticari birtakım haklara kadar halkları üzerinde sınırlamalara gittiler. Sözde liberal devlet prensibine ve açık toplum ilkesine göre inşa edilmiş bu ülkeler içlerine kapandılar, genelde yabancı düşmanlığı, özelde ise Müslüman düşmanlığı büyük artış gösterdi. Norveç’te yaşanan son olaylar neticesiyle bu şiddet-Müslüman özdeşleştirmesi sorgulanmaya başlasa da, bunun etkisi kısa süreli olacak ve İskandinav ülkeleri ile sınırlı kalacaktır. Türkiye’nin bu süreçteki rolü Müslümanların görünen yüzü olarak, Batılı değerler ile Müslümanlığın nasıl bir potada eritilebileceğini ve laik değerler ile Müslümanlığın nasıl aynı bünye içerisinde yer alabileceğini göstermek olmalıdır. Yarım asırdan uzun bir süredir Batı ile sürdürdüğü köklü ilişkileri ve Müslüman Mahallesi’nin önemli bir üyesi olarak bu görevi Türkiye’den daha iyi üstlenecek bir ülke daha yoktur.
11 Eylül sonrası esen yeni rüzgârlar ile değişime uğrayan bir diğer söylem de, ilk olarak Amerika tarafından üretilen ve genelde İran, Kuzey Kore ve Irak için kullanılan “Şeytan Ekseni” kavramıdır. Bu kavram, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra, 1990larda moda olan aciz devlet (failed state) kavramının yerini almışa benzemektedir. Türkiye’nin bu süreçte de rolü temelde arabuluculuk olmalıdır. 2009 yılındaki Takas Antlaşması sırasında gösterdiği büyük başarı bunu açıkça gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin bu süreçteki en önemli misyonu, Batı’dan gelen sert söylemleri ve eleştirileri yumuşatarak kendi Mahallesindekilere aktarmak olmalıdır. Aksi takdirde, bu sorun hiçbir zaman son bulamayacaktır.
Soğuk Savaş döneminde, nükleer silahların şemsiyesi altında dünyaya “dehşet dengesi” hâkimdi ve küresel barış ve güvenlik üzerinde olağanüstü bir şekilde egemendi. Öyle ki; bölgesel çapta vukuu bulan bir takım anlaşmazlıkların sonucu bile söz konusu anlaşmazlığa taraf olan ülkelerin sahip oldukları konvansiyonel silahlar tarafından değil; tarafların arkasında yer alan süper güçlerin ellerinde bulunan “süper silahlar” tarafından çözümlenmekteydi. Diğer bir tabirle, bu dönemde sisteme genel anlamda devletler egemen olmuştur. Lakin 11 Eylül 2001 tarihi itibariyle, daha önce de değinildiği gibi, Uluslararası İlişkiler sadece devletlerarası ilişkileri değil, devletler ile terörist yapıların da dâhil olduğu devlet-dışı aktörleri[10] de, sistemin bir belirleyicisi olarak incelemek zorunda kalmıştır.
Örneğin, terörist faaliyetlerde bulunan kişilere göre bu tür faaliyetler herhangi bir suç teşkil etmemektedir. Bu nedenle, devletlerarası işbirliği sonucunda bu tür örgütlere sağlanan yabancı devlet destekleri kesilse bile bu gruplar, kendi düşüncesindeki bireylerden gelen maddi ve manevi destekler sayesinde ayakta kalabilmekte, herhangi bir saldırı düzenleyecek düzeyde bir teçhizata sahip olabilmektedirler. Bu ise sorunun sadece devletler düzeyinde çözümünü imkânsız kılmakta, akan kanın dinmesi için de olsa, örgütü de muhatap olarak müzakere masasında kabul etmeyi zaruri kılmaktadır. Şuan ki hükümetin de yapmaya çalıştığı tam olarak budur: Akan kanın durması için terör örgütüyle bile müzakere yapmak.
11 Eylül öncesi dönemde herhangi bir olası saldırının caydırılma, temelde saldırı odağındaki söz konusu ülkenin askeri gücü ile orantılıydı. Daima güçsüz olan ülkeye karşı saldırı yapılırdı. Bu yüzden, örgüt yuvaları olarak, bir iki örnek dışında genelde Somali, Afganistan, Ruanda gibi aciz devletler seçilirdi. 11 Eylül sonrasında ise caydırıcılık için askeri gücün eski önemini korumasının yanında yetersiz kaldı gözlenmiştir. Askeri gücün yanı sıra anlık ve sürekli istihbaratın toplanmasının ve kıymetlendirilmesinin de önemi her geçen gün artmaktadır[11]. Bu yüzden hem sivil hem de askeri istihbarat kıymetlendirme merkezlerinin teçhizatı ve insani donanımı arttırılmalı ve askeri güce bu değerli istihbarat bilgileri ile destek verilmelidir.
Bunların yanında, devletler ya da aynı devlet içindeki kurumlar, terörün ve teröristin ne olduğuna dair fikir birliğine varmalıdırlar. Aksi takdirde, terörle mücadelede hiçbir başarı sağlanamaz. Çünkü bu durumda, birinin “terörist” dediğine diğeri “özgürlük savaşçısı” diyecektir. Hem küresel terörizmle mücadelede gerekli olan devletlerarası işbirliği sağlanamayacak hem de söz konusu failler bir tarafı diğerine karşı gerektiğinde kullanarak, bir ülkenin terörle alakalı bir iç sorunu küresel bir sorun haline getirebilecektir. Bu ise küresel barışın ve güvenliğin bozulmasına sebep olacaktır ki; bunun önlenmesinin tek yolu terör ve terörizm kavramları üzerinde oluşacak bir konsensüstür. Türkiye Devleti de hem kurumları arasındaki koordinasyonu sağlamak için hem de terörist faaliyetlerin dış bağlantılarını kesmek için ortak bir terör ve terörizm tanımı yapmalı ve bunu taraflara kabul ettirmelidir.
Tüm bunların yanı sıra, bu konuda akademik camiadan da bazı yardımlar talep edilebilir. Örneğin devlet tarafından düzenlenen burs ya da hibe programları yoluyla, bu konulardaki bazı çalışmaların doktora ya da master öğrencilerinden yapılması istenebilir. Hatta bazı konularda önemli teknolojik bilgilere sahip olan akademisyenler hakkındaki kişisel bilgiler bu akademisyenlerin bağlı olduğu yüksekokullardan talep edilebilir. Bu, söz konusu olası bireysel tehditlerin önüne geçilmesinde hükümetlere oldukça yardımcı olacaktır[12]. Çünkü devletlerarasındaki her türlü güç mücadelelerinde kullanılan yöntem ve araçlar ile bu devlet-dışı aktörlerle mücadele edilmesi olanak dışıdır ve başarı şansı neredeyse sıfıra yakındır. Temel misyonu halkının esenlik ve dirliği olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu tür bir yönteme başvurmaktan çekinmemelidir.
Kısacası Türkiye Cumhuriyeti; 11 Eylül saldırıları sonrasında küresel sistemde vuku bulan değişim ve dönüşümleri doğru okuyarak olası tehditlerin boyutuna göre uygun bir strateji geliştirmelidir. Bu stratejide de, temelde devlet-merkezli bir bakış açısı yerine insan-merkezli bir bakış açısı tercih edilmelidir. Çünkü devlet-dışı aktörler ile yapılan mücadelede bunun tek geçerli yol olduğu anlaşıldığında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile olan işbirliği zaten kendiliğinden artacaktır.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
KAYNAKÇA
KUTLAY, M. (2009, 03 10). Uluslararası Siyasi İktisatta “Yeni Diplomasi” ve Türkiye-AB İlişkileri. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu: http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=908
MORAR, D. F. The Myth of Frozen Conflicts: Transcending Illusive Dilemmas. per Concordiam , s. 10-18.
ÖZTÜRKLER, H. (2010, Kasım). Türkiye, Suriye, Ürdün Ve Lübnan Serbest Ticaret Bölgesi Türkiye İçin Avrupa Birliğine Bir Alternatif Oluşturabilir Mi? Ortadoğu Analiz (Cilt 2, Sayı 23) , s. 51-57.
ŞAHİNER, Y. (2007, Şubat 17). ABD İçin Yeni Muhafazakar Proje. Stratejik Boyut: http://www.stratejikboyut.com/haber/abd-icin-yeni-muhafazakar-proje–28054.html
YILDIRAN, D. (2011, 03 26). Dünya Ekonomisinin Yeni Lokomotifi: Gelişen Ekonomiler. Dünya Gazetesi .
YÜRÜR, Ö. P. (2006). Doğu Avrupa ve Balkanlarda Amerika Destekli Sivil Toplum Direnişleri. Journal of Yasar University , s. 69-71.
[1] Batılı ülkelerin, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin Batı Avrupa ile bütünleşmek istemesi üzerine uyguladıkları politikalara verilen isimdir. Terapi, söz konusu bu devletlerin eski sistemleri ile uyuşmayan serbest ekonomi unsurlarının eski sosyalist piyasalara hızlı bir şekilde monte edilmesi, bunun artan sivil toplum kuruluşları ile desteklenmesi sonucu eski sosyalist temelli sistemleri tamamen işlemez hale getirmiş, mevcut ekonomiyi ve devlet kurumlarını alt üst olmuştur (YÜRÜR, 2006).
[2] Devletlerarasında gerçekleşen ziyaretlerde, heyet liderlerinin yalnız gitmeyip yanlarında çeşitli sektörlerden iş adamları ile kabul eden ülkelere çıkarma yapması, birçok sektörle alakalı karşılıklı ticari antlaşmaların imzalanması, serbest ticari bölgelerin ilan edilmesi ve vizelerin kaldırılması bunun en büyük kanıtıdır.
[3] Temelde güvenlik ve istikrarı tehdit eden, taraflar arasında bir türlü uzlaşılamayan, mevcut durumun (status quo) devamı olarak anılan ulusal veya uluslararası sorunlar olarak adlandırılmaktadır (MORAR).
[4] Uzun süredir devam eden ve her sene “Bu sene acaba ne olacak?” gözüyle beklenen Doğu Türkistan-Sincan/Uygur Bölgesi sorunu, Çin ve Türkiye arasında derinleşen ekonomik ilişkilerin siyaset ve diplomasi üzerine olan sirayet etkisi ile bu sene sorunsuz bir şekilde sonlandırılmıştır.
[5] Örneğin 2007-2009 yılları arasında Çin’de % 9’luk, Hindistan’da ise % 8’lik bir ekonomi büyüme gerçekleşmiştir. Oysa 2010 yılında çoğu Avrupa ekonomisi negatif bir büyüme gerçekleştirerek daralmıştır (YILDIRAN, 2011).
[6] Türkçe’ye “Güney Amerika Uluslar Topluluğu” olarak çevrilen, temelde 12 Latin Amerika ülkesinin Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine karşı ekonomik ve siyasi pazarlık güçlerini arttırmak için aralarında kurdukları bir oluşumdur (http://www.comunidadandina.org/sudamerica.htm).
[7] Lakin ticari ilişkiler arttırılırken kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir nokta var: Ticari dengenin sağlanması. Örneğin Çin ile Türkiye arasındaki ticaret temelde 100 kalem mal üzerinden yapılmaktadır. Fakat Türkiye, bu 100 kalem maldan sadece 8 tanesini Çin’e ihraç ederken; 92 kalem malı da ithal etmekte, iki ülke arasındaki ticari denge Türkiye aleyhine bozulmaktadır. Bu, diğer tüm ülkelerle geliştirilmesi düşünülen ilişkilerde de gözlenmesi gereken bir husus olması açısından bahsedilmeye değerdir.
[8] El Kaide’nin önemli bir tehdit unsuru olduğu hem İslam âleminde hem de Hıristiyan toplumlarında genel kabul görmüştür.
[9] Hedefe giden yolda her şeyin mubah olduğunu savunan bir zihin yapısına sahip olan, entelektüel camiada, medyada ve politik çevrelerde de ciddi sayıda mensubu olan ve Bush dönemindeki faaliyetleri ile düşüncelerini pratiğe döken ideolojik bir oluşumdur (ŞAHİNER, 2007).
[10] Kurtuluş mücadelelerinin verildiği dekolonizasyon döneminde ilk olarak ortaya çıkan daha sonraları devletlerin aralarındaki bazı sorunlarda da aracı olarak kullanılan devlet-dışı aktörler olan silahlı örgütler, 1990lar ile farklı bir boyuta ulaşmıştır.
[11] Bunun önündeki en büyük sorun ise ister askeri ister sivil olsun, istihbarat birimlerinin işlerinin doğası gereği gizli kalması gereken kimliklerinin olmasıdır.
[12] Bazı durumlarda, çeşitli nedenlerden dolayı bu (daha fazla nakit vaadi, yakınların ölümü ile tehdit edilmesi…), teknik bilgilere sahip olan bu ilim insanlarının terörist faaliyetlerde kullanıldığı gözlenmiştir.