ÖZET
İran, 1979 İslam Devrimi ile birlikte bölgede yeni bir düzenin etkin bir aktörü olmuştur. Bir yandan Amerikan ve İsrail karşıtlığı ile küresel güçlerin dikkatini ve tepkisini üzerine çekmiş; bir yandan da mazlumların, mağdurların, emperyalizm ve siyonizm karşıtlarının sempatisini kazanmıştır. Bölgede faaliyet gösterdiği politikalara dini yaklaşımdan çok pragmatik anlayışın hâkim olduğu bir gerçektir. Afganistan’da Sünni Taliban rejiminin devrilmesi için verilen mücadele, Irak’ta Sünni olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi için ABD işgaline yardımcı olunması, Suriye devletini ise kendisinin ön karakolu olarak görmesi ve Suriye üzerinden Hizbullah’a desteklerinin kesilmesini engellenmemesi için her türlü yardımı alenen yapması ve son olarak Yemen’e Husiler üzerinden müdahil olması bölgeyi karıştırmıştır. Yemen’de süregiden kaos durumu, bölgedeki Sünni-Şii ayrılığının bir devamı olarak değerlendirilmektedir. İran, ülkedeki Sünni yönetimi deviren Şii Husi hareketini desteklerken, Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon ülkedeki Sünni yönetimi yeniden kurmak için Yemen’e askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Gerçekleşen bu olaylardan sonra bölgede saflar adeta belirginleşmiştir. Ülkede Şii’ler çoğunlukta olsa da iktidar Sünnilerin elindedir. Kuveyt başta olmak üzere bir yandan Sünni taraf ve diğer yandan ise İran, Irak, Lübnan, Suriye başta olmak üzere Şii taraf belirginleşmiştir. Tüm bu gelişmeler sonrasında bölge ülkelerinin tutumu ve uzlaşı içerisinde olmaları hayati önem arz etmektedir. Çünkü söz konusu bölge barış ve istikrar için son derece önemlidir. Türkiye’nin bu ateş çemberindeki tutumu çok önemlidir. Ülke içerisindeki Müslümanların ekseriyeti Sünni ağırlıklıdır. Türkiye’nin, Suriye politikasında karşısına çıkan en büyük engellerden biri Rusya ve İran faktörü olmasına rağmen, Türkiye’nin ve İran’ın karşı karşıya gelmesi hiç hoş olmayacaktır. Türkiye ve İran’ın uzlaşmacı olmaları, karşı karşıya gelmemeleri ve bölgede Sünni ve Şii inanışlarının diyalog halinde olmaları aynı zamanda bölge barışına da güzel bir örnek teşkil edecektir. İran’ın, bölge istikrarının önemini bilmesine rağmen yayılmacı politikalarının başta Türkiye olmak üzere ağırlıklı olarak bölgedeki Sünni yönetimleri endişelendirdiği bilinmektedir. Tüm bunları Tahran yönetiminin bilmesi ve bazen perde arkasından bazen de alenen yaptığı Şii milisleri destekleyerek bölge ülkelerine karşı isyan hareketlerini teşvik etmesi bölgede güvensizlik yaratacaktır. İran’ın bu tavrına rağmen Türkiye’nin iyi niyet sergileyişinin pek fazla uzun sürmeyeceği görülmektedir. Türkiye’nin uzlaşmacı tutumunun bölgedeki İran’ın devrim ihracı politikalarına daha fazla dayanması beklenemez. Bölgede istikrar ve huzur aranacaksa hiç şüphesiz İran’ın kendine çeki düzen vermesi gerekmektedir.
Anahtar Kelime: İslam Devrimi, Husi, Ön karakol, Hizbullah, Yemen
İran, Büyük Pers İmparatorluğu havzasında hâkimiyet kurmak için birbirinden farklı, hatta çelişen politikalar geliştirerek müthiş bir pragmatizm sergilemektedir. İran, kendi içerisinde farklı etnik ve dini grupları barındıran ve bunları bir İran Kimliği altında toplayan devlet anlayışına sahiptir. 1979 yılında gerçekleşen İslam devrimi ile birlikte sürgünde olan Ayetullah Humeyni Tahran’a geldi ve büyük coşku ile karşılanmıştır. Halkın büyük çoğunluğu Şii mezhebine mensup olan ve devrim sonrasında kurulan İslam Cumhuriyeti ile birlikte İran’ın dış politikasında artık İslam ve Mezhep inanışı belirgin bir şekilde etkin olmuştur. İran İslam dünyasının, mazlumların, mağdurların, sempatisini kazanmak için İslam devriminden sonra dile getirdiği ABD-İsrail düşmanlığını öne çıkaran antiemperyalist söylemler ile kendisini bölgede itibar sahibi bir devlet konumuna getirmiştir.
İran’ın devrimden sonra Ortadoğu’da artan etkisini, SSCB’nin dağılmasından sonra daha da
perçinlemiş ve bölgede sadece oyuncu değil oyun kuran bir devlet konumuna gelmiştir.
Irak, Suriye ve Lübnan üzerinde önemli bir etkisi bulunan İran, Yemen içerisinde de
kendisine yakın olan iç siyasal aktörleri desteklemektedir. İran’ın bölgedeki kontrolünü
artırmak için kullandığı temel kart, bölgede en tehlikeli kart olan mezhep kimliğidir.
İran’ın Şii yayılmacılığı ilk önce Türkiye’yi endişelendirmektedir. Bölgesinde etkin ve yetkin bir devlet olmayı kendine şiar edinen Türkiye her şeyden önce bölge istikrarını istemektedir. Dış politikada ortak hareket eden Türkiye-Katar ikilisine İran’ın Yemen’e göz dikmesinden sonra Suudi Arabistan’ında dâhil olması beklenilen bir durumdu.
İran’ın çevresindeki Afganistan, Pakistan, Azerbaycan, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve
diğer devletlerin İran Dış politikasına göre Şii mezhebi haricinde başka bir mezhebin yönetiminde olması bir tehdittir. Toprak bütünlüğünü koruma endişesini taşıyan İran, başta kendisi ile sınırı olan ve İran’da Azeriler/Türkmenler, Kürtler, Araplar ve Beluclar gibi halklarla akrabalığı bulunan ülkeleri tehdit olarak görmektedir. İran’ın kendi içerisindeki etnik gruplar sistematik bir şekilde göç ettirerek Farslaştırmak istenmekte, bunun için büyük çaba harcanmaktadır. Çünkü İran, olası bir iç karışıklığa ve ayrılıkçı harekete fırsat vermek istememektedir. İran yöneticileri ve elitleri ülkenin etnik olarak heterojen yapısından ötürü toprak bütünlüğünü koruma konusunda oldukça hassas bir düşünce yapısına sahiptir. Her ne kadar İran nüfusunun çoğunluğunu Farisiler oluştursa da ülkede beş farklı etnik grup bulunmaktadır. Bu nedenden ötürü İranlı yöneticiler sürekli olarak şu korkuyu düşünce dünyalarında taşımaktadır: Bu etnik gruplardan birisi bağımsızlığını talep ederse bu domino etkisi yapabilir ve İran kısa sürede parçalanabilir. İran’ın, istikrarsız olmasını istediği veya kendi güdümünde olmasını istediği öncelikli ülkeler; Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’dir.
Afganistan, İran’ın önem verdiği ülkelerden biridir.1979 Aralık Ayının sonundan itibaren SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve bu dönemde İran’da gerçekleşen devrim aynı zamana denk gelmiştir. İşgalden sonraki karışıklıktan istifade eden Sünni Peştun ağırlıklı Taliban 1996’da yönetimi ele geçirmiştir. Bu durum İran’ı, Sünni Beluclar Afganistan’daki Sünni yönetimden etkilenir veya isyana teşvik edilir korkusu nedeniyle endişelendirmiştir. 11 Eylül 2001 saldırılarında ABD’nin ulusal güvenliğine zarar veren terör örgütü El Kaide’nin üstlendiği bu saldırılar Amerika’nın bölgeyi tasarlaması için gereken tüm şartları oluşturmuştur. 2002 yılında ABD Afganistan’ı işgal ettiği zaman Amerika’ya en büyük desteği Tahran yönetimi vermiştir. Dönemin cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani 2002 yılında Tahran’da kıldırdığı Cuma namazı hutbesinde; “Amerikalılar eğer İran ordusu olmasaydı Taliban rejimini deviremeyeceklerini bilmelidirler… İran güçleri Taliban’ı öldürdü ve yıkılmasında kolaylık temin etti. Eğer Taliban’a karşı güçlerimiz savaşmamış olsa idi Amerikalılar Afgan bataklığında boğulur giderlerdi.” demişti.
Irak, işgal edilmeden önce Iraklıları tek çatı altında toplayan ve otoriter bir yapıya sahip olan Saddam Hüseyin, ülkesinin büyük çoğunluğu Şii olmasına rağmen kendisi Sünni’dir. Azınlık yönetimde olduğu sürece daima baskıcı olmak zorundadır aksi halde iktidarda kalması mümkün değildir. İran’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında İran’da çoğunlukta olan Şii nüfusu Saddam’ı endişelendirmiştir. Irak’ta Saddam’a karşı bir iç muhalefet olmuştur. Bu iç muhalefet dolayısıyla, Saddam Hüseyin’in de halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istemesi şüphesiz ihtimal dışı değildir. İran’ın Kürtleri Irak’ın ise Kuzistan Araplarını birbirlerine karşı kullanmaları 1980 İran-Irak savaşının gerçekleşmesine sebep olmuştur. Savaş sonrasında iki tarafın topraklarında herhangi bir değişim olmamıştır. Saddam Hüseyin bölgede ciddi bir prestij kaybederken, Humeyni ise iktidarını pekiştirmiştir. ABD’de gerçekleşen 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Başkan Bush’un bölgeyi dizayn etmeye çalışması ve terörün kaynağını kurutmak için hedef belirlediği sıradaki ülke Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’tır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” konuşmasından da anlaşılacağı üzere Tahran bölgede pragmatik bir durum sergilemiştir. İran, Irak için ABD’den sonra “ikinci işgal gücü ”olarak nitelenebilir. Çünkü ABD’den sonra Irak üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke konumunda İran vardır.
2010 yılından beri Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimleri değiştirmiş; Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Ürdün ve Fas’ta rejim karşıtı gösterileri meydana getirmiş ve en önemlisi Suriye’de Ortadoğu’nun en kanlı iç savaşının fitilini ateşlemiş bulunmaktadır. Suriye, birinci ve ikinci dünya ülkelerinin gövde gösterisi yaptığı yer olmuştur. Suriye’de olan savaşın beşinci yılına girilmiş olması ve hala çözüm üretilmemiş veya üretilen çözüme bazı devletlerin engellemeleri (Rusya-Çin) dünya için büyük bir utanç örneğidir. Bu karışıklıktan istifade eden Rusya’nın Hafız Esad döneminde elde ettiği Tartus deniz üssüne birde Türkiye ile Rusya arasında yaşanan uçak krizi sonrası hava üssü kurması, Çin’in ise enerji yolları güvenliğinin daha fazla tehlikeye girmemesi ve Rusya ile ters düşmemek için yani Çin’in, yükselen bir güç olması ve ABD tarafından çevrelenmesi, Orta Asya’daki devletlerin Çin ile ilişkileri ve Rusya’nın Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkisi Çin’e rahat nefes aldırmaktadır. Çin bundan mütevellit bölgede Rusya’ya ters düşmek istememektedir. İran ise bu savaşın Esad aleyhine olmaması için her türlü desteğini vermektedir. Esad’ın yönetimden gitmesi demek; İran için Suriye, Lübnan, Filistin’in kontrolden çıkması demektir. Bu duruma müsaade etmeyecek olan İran, Suriye’deki Nusayri Esad’a verdiği desteği 14 Aralık 2015’te İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari şu şekilde ifade etmektedir; “İran, Suriye hükümetinin önceki talebi üzerine askeri danışmanlık yardımında bulunmaktadır.” İran’dan Suriye’ye giden askerler, İran Devrim Muhafızları Ordusu bünyesindeki İranlı milisler, Afgan Fatimiyyun Tugayları ve Pakistanlı Zeynebiyyun Tugayları’ndan oluşuyor. İran’ın resmi ajansı İRNA, 15 Haziran tarihli haberinde Suriye’de öldürülen İran askerlerinin sayısını 400 olarak duyurmuştu. İran dış politikasında ezilenlerin yanında yer alma ilkesi Suriye krizi ile birlikte önemini yitirmiştir.
İran’ın bölgedeki çıkarcı ve pragmatik tutumu bölge ülkelerini, özellikle körfez ülkelerini endişelendirmektedir. Suudi Arabistan öncülüğündeki körfez ülkeleri kendi içerisinde büyük sorun olarak gördükleri İhvan-ı Müslüm (Müslüman Kardeşler) hareketini bile birincil tehdit olmaktan çıkarıp İran’ın yayılmacı Şii politikasını engellemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. İran’ın, Suriye ve Yemen’deki olaylarda başı çekmesi hiç şüphesiz Suudi Arabistan’ın da karşı bir hamle yapmasını gerektirmiştir. Suudi Arabistan, Ortadoğu’da oldukça saygı gören Şii lider Nimr el-Nimr’in de aralarında bulunduğu 47 kişiyi terör suçlamasıyla 2016 yılının ilk haftası idam etti. İranlı yetkililer Suudi Arabistan yönetiminin kendini eleştirenleri baskı yapıp idam ederken diğer yandan radikal Sünnileri destekliyor iddialarını dile getirmiştir. Irak’ta Şii liderler karara öfke saçarken, Suudi Arabistan’ın Bağdat’ta henüz iki hafta önce açtığı elçilik binasının kapatılması talep edildi. Cumhurbaşkanı yardımcısı ve eski Başbakan Nuri El Maliki, “Bu mezhepçi, nefret uyandıran eylemi güçlü bir şekilde kınıyoruz. Nimr’i idam etme suçu; Suudi rejimini, Muhammed Bekir El Sadr’ın idamının Saddam Hüseyin’i devirdiği gibi devirecektir.” demiştir. İran ile Suudi Arabistan arasında yaşanan başka bir olay ise 24 Eylül 2015’te Mekke’de hac sırasında meydana gelen izdihamda 460’dan fazla İranlı hacı hayatını kaybetti. Bu olaydan sonrada taraflar karşılıklı olarak birbirlerini suçlamıştır.
İran, 1979 İslam Devrimi ile birlikte bölgede yeni bir düzenin etkin bir aktörü olmuştur. Amerikan ve İsrail düşmanlığı ile küresel emperyal güçlerin dikkatini ve tepkisini üzerine çekmiş mazlumların, mağdurların, emperyalizm ve Siyonizm karşıtlarının adeta sempatisini kazanmıştır. Bölgede faaliyet gösterdiği politikaları dini yaklaşımdan çok pragmatik anlayışın hâkim olduğu gerçektir. Afganistan’da Sünni Taliban rejiminin devrilmesi için verilen mücadele, Irak’ta Sünni olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi için ABD işgaline yardımcı olunması, Suriye devletini ise kendisinin ön karakolu olarak görmesi ve Suriye üzerinden Hizbullah’a desteklerin kesilmesini engellenmemesi için her türlü yardımı alenen yapması ve son olarak Yemen’e Husiler üzerinden müdahalede bulunması bölgeyi karıştırmıştır. Yemen’de süregiden iç savaş da, bölgedeki Sünni-Şii ayrılığının bir devamı olarak değerlendirilmektedir. İran, ülkedeki Sünni yönetimi deviren Şii Husi isyancılarını desteklerken, Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon ülkedeki Sünni yönetimi yeniden kurmak için Yemen’e askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Gerçekleşen bu olaylardan sonra bölgede saflar adeta belirginleşmiştir. Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn (Ülkede Şii’ler çoğunlukta olsada iktidar Sünnilerin elindedir), Kuveyt başta olmak üzere bir yandan Sünni taraf; diğer yandan ise İran, Irak, Lübnan, Suriye başta olmak üzere Şii taraf belirginleşmiştir.
Birçok bölge ülkelerinde Şii nüfusunun azımsanamayacağı bilinmektedir. Asıl mesele İran gibi bölgesel bir gücün, Şii gücünü bölgede kendi istediği düzene karşı kullanıp kullanmayacağı meselesidir. Çünkü İran’ın komşu ülkelerinin istikrarsızlığı veya kendi istediği Şii rejimin başa gelmesi uğruna giriştiği mücadele bölgeyi ateşe vermektedir. İran’ın, son olarak Suudi Arabistan ile olan gergin ilişkilerinin ardından bundan sonra yapacağı bölge ülkelerinin içerisindeki muhalefeti desteklemekten vazgeçmesi, bölge ülkeleri ile istişareye açık olması, bölgedeki ayrılıkçı hareketlerini desteklemekten vazgeçmesi gibi basit ama bölge barışı için faideli hareketler bölgede yıllardır aranan huzuru ve istikrarı sağlayacaktır. Bu konuda en büyük görev hiç şüphesiz İran’a düşmektedir.
SELÇUK ÖZÇELİK
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ